Bilgi, Tecrübeyle Birleşirse Değer Kazanır. MEKTEPTEN HAYATA…

Ahmet ZİYLAN

Bugün eğitim ve iş dünyasının bir problemi var. O da teoriyle pratiği, diplomayla tecrübeyi, düşünceyle emeği bir noktaya getirememek. Bu yüzden eğitimde, sanatta, sanayide en mühim dert, yetişmiş eleman kıtlığı iken aynı zamanda ülke olarak işsizlik belâsından da yakınıyoruz.

Genç bir çocuk… Daha üniversiteyi kazandığı zaman annesini-babasını tebrik etmeye başlıyorlar: «Oğlunuz üniversiteyi kazanmış. Tebrikler!» Daha işin başındaki toy bir gençten sanki sıratı geçmiş, meslek edindiği gibi o alanda zirveye ulaşmış bir kişi gibi bahsediliyor.

Hayata böyle hazırlanan bir gencin, dört sene tahsil gördükten sonra, vazife aldığında, bir işe girdiğinde kendisine «çırak» gözüyle, «tecrübesiz» gözüyle bakılmasına tahammül etmesi mümkün mü?

Etmiyorlar. Ya ne yapıyorlar?

Diplomayı alır almaz mezuniyetlerine münasip gördükleri bir ücrette ve mertebede bir kariyer aramaya koyuluyorlar. Girdikleri işlerde de tabiî olarak «tecrübesiz, başarısız, aldığı maaşı hak etmez mektepliler» olarak görülüyorlar. İşten çıkıyor veya çıkarılıyorlar. Moralleri bozuluyor. Diplomayla hayat arasında ezilip kalıyorlar.

Sonra da gazetelerde okuduğumuz üniversiteli işsizler ordusu haberleri ortaya çıkıyor. Ülke olarak, aileler olarak ve şahıs olarak verilen emekler zayi oluyor.

Hâlbuki, okulların, üniversitelerin işin nazariyatını veren müesseseler olduğu, gerçek hayatta başarılı, verimli olmak için, tahsil kadar hayatla tanışmanın, tecrübenin de gerekli olduğu gençlerimize aşılansa, üniversite mezunu gençler de gayet normal karşılayarak okulundan sonra altı ay-bir sene kadar -çırak demeyelim de- stajyer mahiyetinde çalışsalar, bilgi ile tecrübeyi, teori ile pratiği, kitaplardakiyle hayata yansıyanları kısa sürede birleştirecekler ve iş/sanat/eğitim dünyası gerçekten verimli bir insan kazanacak.

Hattâ bu tecrübe kazanma çalışması tahsil esnasında başlamalı. Muhasebeciyse muhasebeci, işletmeciyse işletmeci, mühendislikse mühendislik… Tahsil sırasında stajyer uygulamalarına başlanmalı.

Bazı okullarda bu zaten öngörülmüş. İnşaat mühendisliği veya makine mühendisliği gibi fakültelerde olsun, öğretmen yetiştiren bölümlerde olsun öğrencilerin, «Bir işletmeye/okula girip üç ay uygulama yapmaları.» kural hâline getirilmiş. Fakat maalesef ülkemizde bu stajlar çoğunlukla kâğıt üzerine olup bitiyor. Öğrenci, bir-iki hafta gidiyor, işletme sahibi/okul müdürü de; «Aman gelsin, gelmesin, önemli değil.» diye imzalayıp veriyor. Hâlbuki böyle yapanlar kendi bindikleri dalı kesiyorlar. Kendi mesleklerinin sonunu hazırlıyorlar.

Bir de yüksek tahsil görmüş gençlerimiz kibirden de sakınmalılar. Alanları içinde, piyasada, hayat üniversitesinin, halk mektebinin mezunu olmuş öyle «alaylı»lar vardır ki pek çok «mektepli»yi cebinden çıkarır. Genç adama düşen, okulda hocasından nasıl yararlandıysa, iş/eğitim dünyasının ustalarından da aynı saygıyla istifade etmenin yolunu aramaktır.

Bir tanıdığımızın oğlu, makine mühendisi olmuştu. Babası oğlunu getirip, «Biraz nasihat eder misin?» dedi.

Ben de;

“–Oğlum, makine mühendisi olmuşsun. Baban da seni hatır-gönülle makine mühendislerinin bulunduğu bir işe koymuş. Benim sana nasihatim şu: Onları ağabeylerin olarak gör, sen üniversiteden yeni çıktın. Orada ağabeylerine, güvenilirliğini, çalışkanlığını ve tevazuunu göster. Orada kendini bir talebe olarak gör ki başarılı olasın.” dedim.

“–Meselâ, ne yapayım?” dedi. Ben de;

“–Meselâ; işyerine bir misafir geldi. «Abi çay söyleyeyim mi?» de, icap ettiği yerde gerekirse bizzat git, al, gel. Böyle yakınlık ve tevazu göster ki, seni sevsinler. Bildiklerini, uygulamalarını sana öğretsinler.” dedim.

Çocuk ne dedi biliyor musunuz?

“–Amca! Ben mühendis olmuş bir adamım. Herkes bana çay mı söylettirecek. Ben oraya çay getirip götürmeye, çıraklık yapmaya mı gidiyorum?!” dedi.

Ben de;

“–Tamam oğlum, ben sana bir şey demiyorum. Sen haklısın, koskoca makine mühendisi olmuşsun, öyle ya!” dedim. Faslı kapattık.

Sonra ne oldu?

Bir ay sonra o işten ayrıldı. Sonra başka bir yerde bir-iki ay. Makine mühendisliğinde dikiş tutturamadı. Bu zihniyetle de tutturması mümkün değil. Sonra bu üniversiteli gencimiz, gidip bir akrabasının yanında alanı olmayan bir işte çıraklık yapmaya başladı.

Yazık değil mi?

Bir kelebek hikâyesi var. Mevzuumuzu çok güzel anlatıyor:

Küçük kelebek kozasından çıkmaya çabalıyormuş, bir çocuk fark etmiş, «Şu zavallı hayvancağıza yardımcı olayım!» diye kozayı yırtmış, açmış ki, kolayca çıksın. Kelebek çıkmış fakat uçamamış. Çocuk üzgün bir şekilde annesine gitmiş demiş ki: «Anne, ben kelebek kolayca çıksın diye kozasını yırtıverdim. Fakat şimdi kelebek uçmuyor.»

Annesi şu cevabı vermiş:

“Ah kızım, kelebeğin kozasını yırtmayacaktın. O kozasını yırtıp da oradan çıkabilmek için çırpınacaktı, çırpınacaktı, böylece kanatları güçlenecekti ki, çıktıktan sonra uçabilsin. Sen yardım ediyorum diye kozasını yırtınca dışarı çıktı fakat kanatları uçmaya hazır değil. O yüzden uçamıyor.”

İşte kelebek misali hayatta başarıdan başarıya uçmaya hazırlanan gençlerimizin kozasını kendilerine açtırmalıyız. Gençler de karşılaştıkları güçlüklerin, zorlukların onları yetiştiren, olgunlaştıran, hayata hazırlayan fırsatlar olduğunu anlamalı ve unutmamalı.