İlâhî Taksim Karşısında; İKİ İMTİHAN

Ahmet ZİYLAN

Dünyada her nimetin taksimatında herkesin ezelî nasibine göre farklılıklar gözetilmiş. Kimine fazla, kimine az… Kimi sıhhatli, kimi malûl… Kimi zengin, kimi fakir… Kimi dağda, kimi bağda…

İlâhî taksim böyle.

Bu taksimin altında elbette iki yönlü derin bir imtihan sırrı var.

Çok verilen; «Ben!» deyip şımaracak mı?

Az verilen; «Neden ben?!.» deyip isyan edecek mi?

Her zaman diyoruz ki:

“Mülk Allâh’ındır. Biz yalnızca emanetçiyiz.”

Buna şöyle bir misal getirebiliriz:

Birkaç tane evlâdı olan bir baba düşünün. Babanın yanında evlâtlarının hepsi aynıdır. Fakat baba, oğullarından birinin davranışlarını düzgün, dürüst buluyor ve ona:

“Oğlum, sen toparlayıcı birisisin, şu bağı sana vereyim, sür, biç, bağın bakımını yap. Mahsulünden ye, iç. Fakat kardeşlerini de unutma. Onlar da senin kardeşin. Sen evlâdımsın ama onlar da benim evlâdım.” diyerek oğluna bir bağı teslim ediyor.

Şimdi o evlât, bağ-bahçeyi bu şartlarla aldıktan sonra, türlü bahaneler ileri sürerek kardeşlerine hiçbir şey vermese; «Babam zaten bana verdi, ben sürdüm, ben yetiştirdim, bütün mahsul benim!» dese bu hakkaniyete sığar mı? Oradan yediği, içtiği helâl olur mu?

Babasının gücü, imkânı varsa, bağını böyle evlâdın elinden geri almaz mı? Bir başka bahçeyi daha ona verir mi?

Ancak evlâdı, kendisine söylediği gibi mahsulünden kardeşlerine dağıtırsa, baba da neticeden memnun olur, daha çok verir. “Bu oğlum, kardeşlerine güzel muamelede bulunuyor, ötekiler de görsün, öğrensin, ibret alsın.” der başka bağları varsa onları da ona teslim eder.

Teşbihte hata olmaz, Cenâb-ı Hakk’ın hazinelerinden taksiminde de böyle bir imtihan, böyle bir ilâhî muamele var.

Allah mal verdiği kulunu ne kadar seviyorsa diğer kullarını da o derecede seviyor. Zengin de O’nun kulu, fakir de. Zengin; «Sadece bana verdi.» tavrına girerse Allâh’ın o kuluna sevgisi kalır mı?

Elbette kalmaz!

Ama imkân verdiği kul, muhtaç kullara da güzelce harcar, infak ederse, Allah o kişiden elbette memnun olur.

Kudsî hadîs-i şerifte de; “Ben kalbi kırıkların yanındayım.” buyurulmuyor mu? Rabbimiz’in; “Ben hastalandım Ben’i niye ziyaret etmedin!” diye kulu azarlayacağı, kul; “Yâ Rabbi Sen Âlemlerin Rabbi iken Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?” diye sorunca; “Falanca kulum hastalanmıştı, onu ziyaret etse idin, Ben’i onun yanında bulacaktın!” cevabını vereceği bildiriliyor.

Şurası da unutulmamalı ki zekât lütfen verilen üç-beş kuruş sadaka değil, yerine getirilmesi mecburî olan bir kul hakkıdır. Vermeyen, ya da doğru-dürüst hesabını yapmadan; «Veriyorum!» zanneden mal sahibi, kul hakkı yemiş olur. Hesap-kitapla uğraşmak istemeyenler; «Benim ortağım yok ki hesap edeyim.» diyorlar. Hâlbuki bütün ihtiyaç sahipleri o kişinin ortağıdır. Bu sebeple zengin, malında bizzat ortak varmış gibi hesaplamak ve fakirin hakkını vermek zorundadır. O hakkı vermeyen kişi hacca da gitse, şehid de olsa fayda yok. İllâ ki üzerine düşen kul hakkını ödemesi şart.

Düşünmeli;

Bir kul diğer bir kula belirli yerlere vermek üzere emanet teslim etse, emaneti alan kimse şahsiyetli bir kimseyse nasıl titiz davranır! Bunda kendi hakkı olmadığını bilerek verilenleri yerine ulaştırana kadar rahat edemez. Aynı şekilde Allah da kuluna her şeyi emanet etmiş değil mi? Üstelik o emaneti, içinden yiyip-içme müsaadesi ile şu şu şekilde kullan, infak et diye vermektedir. Bu lütuftur, ilâhî bir cömertliktir. O hâlde insanlara düşen husus; o emaneti, diğer emanette olduğu gibi hassasiyet içerisinde yerine ulaştırarak, yani infak ederek değerlendirmesidir.

Bu mesele, ilâhî taksimde kendisine çok verilenin imtihanı…

Az verilenin imtihanı ise rızâ ve teslimiyet. Maalesef; «Allah beni seviyor da niye bana bu hastalığı verdi? -Hâşâ- bula bula beni mi buldu?» gibi Hakk’ın ve vicdanın râzı olmayacağı sözler duyuyoruz.

Hak Teâlâ; «Halîlim» dediği, peygamberlik makamını verdiği Hazret-i İbrahim’i ateşe atmak için hazırlandıkları sırada dostunun bütün düşmanlarını yok etmek istese her şeye kādir değil miydi? Ânında yok ederdi. Ama yapmadı. «Halîlim acaba itiraz edecek mi?» diye imtihandan geçirdi.

Hazret-i Hâcer Validemiz çölün ortasında bebeğiyle bir başına bırakıldığında Hazret-i İbrahim’e sormuştu:

“Sana bunu Allah mı emretti? Allâh’ın izniyle mi beni burada bırakıyorsun?”

Çünkü eğer öyle ise hiçbir itirazı yoktu.

Hazret-i İsmail, babası kendisini kurban edeceğinde dedi ki:

“Ellerimi bağla babacığım, belki sabredemem!”

Bütün bunlar gösteriyor ki Cenâb-ı Allah bu çok sevdiği kullarına; bu dertleri, bu sıkıntıları eziyet olsun diye vermedi. İmtihan için verdi. Mertebeleri yükselsin diye verdi. Onlar da sabrederek, teslimiyet göstererek yükseldiler.

Bu sebeple isyana düşmemek ve rızâ içinde olmak lâzım. Sabırsızlıkla; «Yağmur yağmadı, gün doğmadı, hastalık da beni buldu!» gibi gayretullâha dokunacak itirazlar yükseltmemek lâzım.

Antep’te ilâhî olarak söylenen şu manzûme bu rızâ hâlini çok güzel anlatır:

Suçu neydi Nesîmî’nin derisini yüzdürttü,
Suçu neydi İbrahim’in mancınıktan attırttı.
Benim güzel Yusuf’umu bezirgâna sattırdı
Melûl olma benim gönlüm gelen Allah’tan gelir

Gör başına neler gelir Hak aslanı Ali’nin,
Sözü gerçek sırrı gizli şâh-ı merdan velinin,
Bedenini kurtlar yedi Eyyûb gibi kulunun,
Melûl olma benim gönlüm gelen Allah’tan gelir

Buna dâr-ı fenâ derler kimseye durmaz vefâ
Nice Süleymanlar geldi hükmetti Kaf’tan Kaf’a,
Âhirinde neler çekti Muhammedü’l-Mustafâ
Melûl olma benim gönlüm gelen Allah’tan gelir

Sen râzı ol her şeye, gelen Mevlâ’mdan gelir…

Yani onlar bu nebî ve velî zatlar suçlu oldukları için bu ibtilâlara maruz kalmış değiller. Şiirdeki gibi gönlümüze seslenmeliyiz:

“Ey gönlüm, sen kalbini rahat tut, sıkıntı vermese Hazret-i Yusuf’a vermezdi. Hastalık vermese Hazret-i Eyyûb’a vermezdi. Düşman vermese Halîl’ine vermezdi. Onların yanında sen nesin ki?”

Ayrıca insanoğlu olarak bir eksiğe takılıyor, binlerce şükür noktasını kaçırıyoruz. Sıhhat nimetini, akıl nimetini, aile nimetini, en başta îman nimetini unutuyor da imtihan için eksik bırakılmış tek bir noktaya takılıyoruz.

Oysa bu dünya fânî… Yunus gibi;

Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim!

diyebilecek seviyeye sahip olamasak da, varlığa şükür, yokluğa sabır ile mukabele etmesini bilmeliyiz.

Dünyada huzurun, âhirette saadetin yolu bu.