Fitne Ateşi Karşısında İÇTİMAÎ DAYANIŞMA İMTİHANI

B. Cahit ÖZDEMİR
bcahit@hotmail.com

Milletin fertleri arasındaki hissiyat birliği ve dayanışma, devletin «ebed müddet» devamını mümkün kılan içtimaî bir zarurettir. Bu noktaya temas bâbında; Nurettin TOPÇU; «Cemaat; insan vücutlarının topluluğu değil, ruhların birlik içinde toplanmasıdır.» der. Mevlânâ Hazretleri de; “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır.” sözüyle, içtimaî bütünlüğün mayasını tebarüz ettirir. Fertler arasındaki duygu birliği o kadar önemlidir ki; tarih, bendine sığmayan nice devletlerin, içlerine düşen fitne ateşiyle nasıl kavrulup perişan olduklarının sayısız misalleriyle doludur.

Sekizinci yüzyılda dikilen Orhun Âbideleri’nde, ibret için; Çinlilerin hileli siyasetlerine kanan milletin, onlara nasıl mağlûp olduğu da anlatılır. Nitekim meşhur Çin Seddi’nin bile akınlarını durduramadığı Türkler, aralarındaki birlik ve dayanışmanın zaafa uğratılmasıyla, hâkimiyetlerini de kaybetmişlerdir. İnsanlığın en mesut devrini yaşadığı asr-ı saadetten kısa bir zaman sonra, fitnenin sebebiyet verdiği facialar, İslâm âleminin gönlünde hiçbir zaman teskin olmayan bir hüzün yumağı acılığıyla kalmıştır. En yakın olarak kendi tarihimize bakılırsa; Osmanlı’ya kadar, fitne ve nifak sebebiyle, saman alevi gibi parlayıp sönmüş devletlerle dolu olduğu tespit edilecektir. Bu meseleyi önemli ölçüde halleden Osmanlı, uzun asırlar bir cihan devleti mes’ûliyetiyle «Nizâm-ı Âlem» dâvâsının bayraktarlığını yapma imkânı bulmuştur.

Ancak; İbn-i Haldun’un devlet hayatıyla ilgili nazariyesine de uygun olarak, geç de olsa bu tefrika zafiyetine, dûçâr kalmaktan kurtulamamıştır. Yine bu hastalık yüzünden daha önce hazin bir şekilde sahneden çekilen Endülüs Devleti ile dünyanın gidişatını değiştirecek «mesut buluşma» sağlanamamıştır.

Sömürgeci devletlerin, «böl-parçala-hükmet» usûlünün en tesirli silâhı olan fitne ve nifak, asırlardan beri uygulanagelmesine rağmen, hâlâ tesir gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Çünkü bu şeytanî vasıta, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in «büyük cihad» için hedef gösterdikleri, insanın en büyük düşmanı olan «nefs»e hitap etmektedir. Buna yakınlardan bir misal olarak; on yıl boyunca Ruslara direnerek destanlar yazan ve galip gelen Afgan halkının, zaferin semerelerini devşirme zamanında fitneye mağlûp olarak, bugünkü kargaşaya zebun olmaları zikredilebilir. Kezâ, son olarak Irak ve Filistin’deki gidişatı da bu minvalde saymak gerekir.

Fitne ve fesat ehliyle ilgili olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “O iş başına geçti mi, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini (her türlü ürünü) ve nesli helâk etmek için uğraşır. Allah ise fesadı (bozgunculuğu) sevmez.” (Bakara, 205)

“Meydana çıkan ve çıkmayan fitnelerden Sana sığınırım.” diye dua eden Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, «birlik» mefhumunun önemine izafeten; “cemaatte rahmet, ihtilâfta azap” olduğunu buyurur.

Son asırda ülkemizin kalkınma hamlelerinin önü hep, millî birliği zaafa uğratan bölünmeler, cepheleşmelerle kesilmiştir. O yıllarda, doğuda ve batıda bizimle benzer ekonomik şartları haiz olan birçok devlet siyasî istikrarı yakalayarak, ülkemizi fersah fersah geride bırakmışlar; dünyanın dev ekonomilerine sahip hâle gelmişlerdir. Asıl acı olan husus da, sular durulunca bu kör dövüşünün birtakım karanlık mihraklarca tezgâhlandığı ortaya çıktığı hâlde, tekrar tekrar aynı tuzaklara düşülmesidir. Cihan Padişahı Yavuz Sultan Selim Han, bozgunculuktan kederlenmesini şöyle terennüm ediyor:

İttihadken savlet-i a‘dâyı def‘e çâremiz,
İttihâd etmezse millet, dâğdâr eyler beni.

Her şey ortada iken; bir kısım basın ve bazı mihraklarca kışkırtılan cepheleştirme gayretleri de, milletimizi dilhûn ediyor. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «mü’minin, bir yılan deliğinden iki defa sokulmayacağı»nı beyan buyurdukları hâlde, bu defalarca sokulmanın sebebi, aynı zamanda meselenin künhüne vâkıf kılacak bir «püf noktası» mesâbesindedir.

Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-; “Adâlet mülkün esasıdır; zulüm mülkün fesadıdır.” buyuruyor. Asırlarca adalet sancağının altında insanlığa âsûde bir iklim sunmuş olan Osmanlı’nın, Arnold J. TOYNBEE’nin tabiriyle «durdurulması»ndan sonra; dünya, zulmün getirdiği fitne ve fesatla yanıyor. “Ne yazık ki, bugün kurtlara «kurt» olduklarını söyleyebilecek ve gösterebilecek bir Osmanlı numunesinden mahrumuz. Modern insanlık tarihinin en büyük kaybı, işte bu «Son İnsanlık Adası»nı kendi elleriyle batırması olmuştur.”* Eski Osmanlı coğrafyasında, yeniden bir saadet iklimi için, vefalı gözlerin Türkiye’yi işaret ettiğinin zaman zaman müşahede edilmesi de bu yüzden. Aynı tespit sâikıyla olmalı ki; ülke, böyle bir dâvâyı yüklenmekten alıkonmak üzere, başına örülen çoraplarla oyalanıp meşgul ediliyor.

Türkiye; bulunduğu coğrafyanın stratejik önemi ve tevarüs ettiği müktesebat sebebiyle, güçlü bir durumda olmak mecburiyetindedir. Bunun da esas şartı; millî birlik ve beraberliğin, içtimaî dayanışmanın teminidir. Büyük vatan şairi Mehmed Âkif, bir beytinde bu hususu şöyle tebarüz ettiriyor:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Dünyanın tatmin edilemeyen hırslar, vehimler, bencil duygular… gibi kötü hasletlerle yaşanmaz hâle getirilmesine, kısacık ömrün heder edilmesine karşı; gönül sultanlarından Yunus Emre, ruhlara bir «âb-ı hayat» iksiri sunuyor:

Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.

Anadolu’nun vatan olmasında büyük emeği olan Hacı Bektâş-ı Velî Hazretlerinin de, cemiyetin fitnelerle bölünüp parçalanması gayretlerinin devam ettiği günümüze öğüdü şöyle:

Gelin canlar! Bir olalım; iri olalım; diri olalım.

* Mustafa ARMAĞAN, Osmanlı: İnsanlığın Son Adası, Da Yay., İst.,
2002, sh.119.