ONLAR BÖYLE SEVİYORLARDI

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi


İmanın kapısı kelime-i şahâdettir. Kelime-i şahâdetin kapısı da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Bize kelime-i şahâdeti îman ve İslâm için şart kılan Cenâb-ı Hak, bir bakıma o mübârek kelimede Hazret-i Peygamber’e karşı insanlığın sahip olması gereken bakış açısını ve muhabbet ölçüsünü en öz şekilde sergilemektedir.

O, her şeyden önce Allâh’a «kul»dur. Ancak kullar arasında makâm-ı Mahmud ile yüceltilmiş ve bütün âlemlerin yaratılmasına sebep ve hikmet olmuş bir kuldur. Nûr-i Muhammedîsi ile güneşler güneşi bir kuldur. Maddesiyle ve mânâsıyla her iki âlemde de seçilmiş, övülmüş, tebcîl edilmiş bir kuldur. Yüce ahlâkı ve hâli ile ezelden ebede Halîlullah ve Habîbullah olan bir kuldur. Böylesi bir kulluk şerefiyle bizler için iki cihanda şefaatçimiz olan bir «rasûl»dür. Peygamberler sultanıdır. Hidâyet menbaıdır. Saadet ve selâmet kaynağıdır. Bütün cennetlerin muhabbet anahtarıdır.

Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet ve îman umdesi olması, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın emridir. Yani bütün insanlığa O’nu hidâyet rehberi olarak tayin eden, O’nu bize vasıta ve vesile kılan, lutfeden, armağan eden bizzat Allah’tır. Hâl böyle olunca O’na olan muhabbeti nefsânî ve boş aklî temâyüllerle zayıflatmak, îmandan uzaklaşmaktır. Çünkü O, îmanın kabûlünün ikinci şartıdır. Yani îman sadece Allâh’a inanmakla değil, Hazret-i Peygamber’e de inanmak neticesinde tamam olur. Bu îmanın temeli de O’na muhabbetle başlar. Muhabbet devre dışı kalırsa, îman da kalmaz. Nitekim Mekke’nin azgın müşrikleri, O’nun peygamber olduğu gerçeğini biliyorlardı, fakat muhabbetleri olmadığından kabul ettikleri gerçeği îmana dönüştüremediler. Ancak muhabbet çağlayanı hâline gelip de îman pınarından içenler sahâbi oldular. Bu bakımdan sahâbe-i kirâmın hayatı, baştan sona Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet tecellîleri ile doludur.

O hâlde diyebiliriz ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmede yegane ölçümüz ashâb-ı kiramdır. Çünkü onların Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetleri ve bu muhabbete dair yaptıkları, hem Cenâb-ı Hak tarafından hem de Hazret-i Peygamber tarafından tasdik ve tasvip görmüş, meth u senâ edilmiştir. Dolayısıyla O’nu nasıl seveceğimiz hususunda o mübârek âbide insanlarda en güzel düsturlar ve örnekler mevcuttur. Bilhassa sahâbe-i kirâmın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile alâkalı gıdadan eşyaya ne varsa onlarla teberrük hâlinde olmaları, muhabbet-i Muhammedî’de bizlere ince bir muhabbet terbiyesidir.

MUHABBETTE TEBERRÜK COŞKUSU

Ashâb-ı kiram, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âlemlere rahmet olarak gönderilmesi hakikatini çok iyi idrak etmişlerdi. Bu sebeple O’na ait ne varsa, O’ndan olan ne varsa büyük bir ihtiram içinde onlarla teberrük hâlinde olurlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de buna müsaade buyururlardı.

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz (süt teyzesi olan annem) Ümmü Süleym’in evine giderdi. Orada kaylûle uykusuna yatardı. Yine bir gün gitmiş ve orada yatmıştı. Ümmü Süleym’e:

«Peygamberimiz evinde yatıyor!» diye haber verildi.

Ümmü Süleym geldiğinde Peygamberimiz’in terlediğini gördü. Hemen bir bez getirip terini silmeye ve bardağa sıkmaya başladı. Peygamberimiz uyanınca:

«–Ey Ümmü Süleym, ne yapıyorsun?» buyurdu.

O da:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunun çocuklarımıza bereket olmasını diliyoruz!» dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz:

«–Doğru yaptın.» buyurdu.” (Müslim, Fezâil 84)

Enes -radıyallâhu anh- der ki:

“(Annem) Ümmü Süleym, Hazret-i Peygamber’in mübârek terini bir şişede toplar, sonra onu güzel koku olarak sürdüğü maddeye katardı.”

(Bu hadîs-i şerîfi nakleden râvî, şu bilgiyi de ilave eder:)

“Enes -radıyallâhu anh-, muhtazar (can çekişme hâlinde) olunca, kefenine bundan katılmasını vasiyet etti.” (Buhârî, İsti’zan 41; Müslim, Fezâil 84, [2331]; Nesaî, Zinet 119, [8, 218])

MÜBÂREK ELLERİNDEKİ TEBERRÜK

Yine Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -aleyhissalâtu vesselâm- sabah namazını kılınca, Medine’nin hizmetkârları ellerinde su bulunan kaplar olduğu hâlde kendisine gelirlerdi. Aleyhissalâtu vesselâm da hiçbirini ihmal etmeden kaplara elini batırırdı. Bazen sabahları hava soğuk olurdu, Aleyhissalâtu vesselâm yine de elini suya batırırdı.”  (Müslim, Fezâil 74, [2324])

Ashâb-ı kiram, bu su ile teberrükte bulunurlardı. İçerlerdi, abdest alırlardı, yıkanırlardı.

Ebû Cu­hay­fe -ra­dı­yal­lâ­hu anh- an­la­tı­yor:

“Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- öğ­le sı­ca­ğın­da Bat­hâ’ya çık­tı. Ab­dest al­dı, öğ­le ve ikin­di na­ma­zı­nı iki­şer rekat ola­rak kıl­dı. Önün­de kı­sa bir mız­rak var­dı… O ara­da bak­tım in­san­lar kalk­mış­lar, Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in mü­bâ­rek el­le­ri­ni tu­tu­yor­lar ve yüz­le­ri­ne sü­rü­yor­lar­dı. Ben de bir eli­ni tut­tum ve o mü­bâ­rek eli­ni yü­zü­me sür­düm. Bir de ne gö­re­yim, mü­bâ­rek eli kar­dan da­ha so­ğuk ve misk­ten da­ha gü­zel ko­ku­lu idi.” (Bu­hâ­rî, Me­nâ­kıb, 23)

Ebû Mahzûra -radıyallâhu anh-, alnındaki saçları ne kestirir ne de ayırırdı. Çünkü oraya Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elleri değmiş idi. (Ebû Dâvud, Salât, 28/501)

Ebû’n-Nadr şöyle anlatır:

“Vâsile bin Eska‘ -radıyallâhu anh- ile birlikte bir hasta ziyaretine gittik. Selâm verip yanına oturduk. Hasta, ashâb-ı kiramdan olan Hazret-i Vâsile’nin sağ elini tuttu ve onunla yüzünü gözünü meshetti. Böylece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at eden bir el ile teberrükte bulunmak istiyordu…” (Ahmed, III, 491; Heysemî, II, 318)

Katâde bin Nûman -radıyallâhu anh-, Uhud’da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i korumak için önüne durarak yayının başı yamuluncaya kadar müşriklere ok attı. Nihayetinde kendisi de bir okla gözünden vuruldu. Göz bebeği yanaklarının üzerine aktı.

Katâde’yi böyle görünce Allah Rasûlü’nün gözleri yaşardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Katâde’nin göz bebeğini (mübârek) eliyle aldı ve yerine koydu. Bundan sonra o göz diğerine göre daha güzel oldu ve daha keskin görmeye başladı. (Hâkim, III, 334/5281; Heysemî, VI, 113; İbn-i Sa’d, III, 453)

Bütün bu tecellîler karşısında Hazret-i Peygamber’e âşık olan her ümmet-i Muhammed’in o günden bugüne feryâdı hep şu olmuştur:

MEDET YÂ RASÛLÂLLAH!

Ashâb-ı kiramda tezahür eden nice maddî ve mânevî şifa, Hazret-i Peygamber’e olan coşkun muhabbet, bağlılık ve teberrükleri ile tecellî etmiştir.

Bu bakımdan sahâbe, dâima O’nun her şeyiyle teberrük hâlinde yaşamıştır. O’nun içtiği sudan içmek, O’nun elinin değdiği şeyi başa tâc etmek, O’nun mübârek terini, saç ve sakal-ı şeriflerini toplamak, hep özü itibarıyla «Medet yâ Rasûlâllah!» coşkusudur.

Bu ve benzeri ifadeler, elbette ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âhiretteki şefaatini umma ve bunun için O’na müracaat etme mânâsı taşımaktadır. Dolayısıyla bazı nâdanların zannettiği gibi asla şirk değildir. Aksine tevhîdi sağlamlaştırmaktır. Çünkü tevhid, ancak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tamam olacağından sağlamlığı da yine O’nunla mümkündür.

Diğer taraftan teberrük etmeye vesile olan her şey bir ayna gibidir. Yani sahâbe-i kiram teberrük ettikleri her şeyde aslında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hatırlama, O’na bey’at tazeleme, O’nu sürekli muhabbet ve îman gündemlerinde tutma gayesi güdüyorlardı. Yani teberrük aynasına akseden, dâima Hazret-i Peygamber’in mübârek ahlâkı, sünneti ve örnek şahsiyeti idi. Yoksa aynanın kendisi değildi. Zaten hiç kimse ben aynayı seyredeyim diye ona bakmaz, çünkü gözlerin bir aynaya bakışı, ona akseden sûreti görmekten ibarettir.

Bu itibarla Mu­ham­med Ebû Zeh­râ, Hazret-i Peygamber’e olan muhabbet coşkusunu yanlış tevil ederek O’nun kabr-i şerîfini ziyaret etmek isteyenleri bile engellemeye çalışanlara şu güzel cevabı vermektedir:

“Ra­sûl-i Ek­rem’in kab­ri­ni zi­ya­ret­ten en­gel­le­mek de­ğil, insanları bu hususta ir­şâd et­mek daha gü­zel olur. On­la­rı tek­fir ve­ya şir­ke nispet et­mek de­ğil, an­lat­mak ve öğ­ret­mek uy­gun olur. Şüp­he­siz Al­lah Te­âlâ tev­hi­di kı­yâ­me­te ka­dar mu­ha­fa­za ede­cek­tir. Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- âhir öm­rün­de, şey­ta­nın bu bel­de­de ken­di­si­ne iba­det edil­me­sin­den ümi­di­ni kes­ti­ği­ni bil­di­re­rek mü­’min­le­ri müj­de­le­miş­tir. O hâl­de, ar­tık bu hususta tev­hid­den en­di­şe et­me­me­li­dir.” (Ebû Zeh­râ, İbn-i Tey­miy­ye, s. 326).

Gönüllerde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varken tevhidden endişe değil, emin olmak gerekir. Asıl tevhid endişesi, Hazret-i Peygamber’e coşkun muhabbet kalmadığı gönüller hakkında gereklidir. Bunun içindir ki sahâbî, Hazret-i Peygamber’in etrafında bir ömür, muhabbet pervanesi hâlinde yaşadı. Bunun içindir ki O Peygamberler Sultanı, mübârek saç ve sakallarını tıraş ederken bir tel bile yere düşmesin diye âdeta etrafında tavaf ediyorlardı:

“BUNLARI TAKSİM ET!”

Enes bin Mâ­lik -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Fahr-i Kâ­inat -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in hac­cı­nı an­la­tır­ken as­hâb-ı ki­râ­mın Ra­sû­lul­lah Efen­di­miz’in saç­la­rı ile te­ber­rük için na­sıl bir­bir­le­riy­le ya­rış­tık­la­rı­nı şöy­le bildiriyor:

“Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- şey­tan taş­la­ma­yı ta­mam­la­dık­tan son­ra kur­ba­nı­nı kes­ti ve tı­raş ol­du. Ber­ber, sağ ta­raf­ta­ki saç­la­rı tut­tu ve tı­raş et­ti. Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, Ebû Tal­hâ’yı ça­ğır­dı ve bu saç­la­rı ona ver­di. Son­ra ber­ber sol ta­raf­ta­ki saç­la­rı tut­tu. Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-: «Kes!» de­di, o da kes­ti. Bun­la­rı da Ebû Tal­hâ’ya ver­di ve:

«–Bun­la­rı in­san­lar ara­sın­da tak­sim et!» bu­yur­du­lar.” (Müs­lim, Hacc, 326)

Yine Enes -ra­dı­yal­lâ­hu anh- an­la­tı­yor:

“Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’i gör­düm, ber­be­ri onu tı­raş edi­yor­du. As­hâ­bı da âde­ta onun et­ra­fın­da per­va­ne ol­muş­lar­dı. Bir tek saç te­li­nin da­hî ye­re düş­me­me­si­ni, mu­hak­kak bi­ri­si­nin kendi elleri­ne düş­me­si­ni is­ti­yor­lar­dı.” (Müs­lim, Fe­zâ­il, 75)

ZAFERLERİN SIRRI:
BİR TEL SAÇ

Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana feda olsun!” diyerek yalvardı.

Bu esnada Hazret-i Ebû Bekir, Hâlid b. Velid’in Uhud, Hendek ve Hudeybiye’de yaptıklarını düşünüyor, bir de o anki hâline bakıyor ve hayretler içinde kalıyordu. (İbn-i Sa’d, II, 174)

Hazret-i Hâlid, Allah Rasûlü’nün saçları kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve külâhının içinden ön kısmına yerleştirdi. Bu sayede onun savaşta karşılaşıp da mağlup etmediği hiçbir topluluk yoktu. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-:

“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)

Ri­vâ­yet ol­undu­ğu­na gö­re Hâ­lid -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, Yer­mük Sa­va­şı’n­da sa­rı­ğını kay­bet­miş­ti. As­ker­le­ri­ne sa­rı­ğın bu­lun­ma­sı­nı em­ret­ti. Fa­kat ara­ma­la­rı­na rağ­men bu­la­ma­dı­lar. Haz­ret-i Hâ­lid, tek­rar ara­ma­la­rı­nı em­ret­ti. So­nun­da sa­rı­ğı bul­du­lar. Bak­tı­lar ki gayet es­ki bir sa­rık imiş. Sa­hâ­bî, bu es­ki sa­rık için Hâ­lid -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın bu ka­dar ıs­ra­rı­na hay­ret et­ti. Bu­nun üze­ri­ne Hâ­lid -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, şun­la­rı söy­le­di:

“–Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, saç­la­rı­nı kes­tir­miş­ti. As­hab, o saç­la­rı ka­pış­tı­lar. Ben de sa­çın­dan bir­kaç tel al­dım ve bu sa­rı­ğın içi­ne koy­dum. Bu be­nim için öy­le bir be­re­ket ol­du ki, onun­la gir­di­ğim bü­tün sa­vaş­lar, za­fer­le ne­ti­ce­len­di. Za­fer­le­ri­min sır­rı, be­nim Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e olan mu­hab­be­tim­dir.” (Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, IX, 349)

İbn-i Sîrîn anlatıyor:

“(Tâbiîn’in büyüklerinden) Abîde es-Selmânî’ye;

«–Bizde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçından var. Onu Enes’in annesinden veya ehlinden temin etmiştik.» dedim.

Büyük bir heyecanla:

«–Vallâhi bende O’nun bir tek saçının bulunması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimli ve kıymetlidir.» dedi.” (Buhârî, Vudû, 33)

EFENDİMİZİN SU İÇTİĞİ BARDAK

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, Be­nî Sâ­ide ma­hal­le­sin­de as­hâ­bı ile bir­lik­te bu­lu­nur­lar­ken Sehl bin Sa’d -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’a:

“– Ey Sehl, bi­ze su ve­rir mi­sin?” bu­yur­du.

Bu­nun üze­ri­ne o, bir bar­dak su ik­ram et­ti.

Sehl, bu bar­da­ğı öm­rü bo­yun­ca sak­la­mış ol­ma­lı ki Ebû Hâ­zim -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le an­lat­mak­ta­dır:

“–Sehl bu bar­da­ğı çı­ka­rıp bi­ze gös­ter­di, biz de on­dan su iç­tik. Da­ha son­ra Ömer bin Ab­dü­la­ziz, Sehl’den bu mü­bâ­rek bar­da­ğı ken­di­si­ne ba­ğış­la­ma­sı­nı ri­câ et­ti. O da he­di­ye et­ti.” (Bu­hâ­rî, Eş­ri­be, 30)

ŞU MÜBÂREK TABAĞI GETİR!

Fi­râs ad­lı bir sa­hâ­bî var­dı. O da Pey­gam­ber Efen­di­miz’e ait bir eş­ya­ya sa­hip ol­mak is­ti­yor­du. Bir­ gün Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ya­nı­na gel­di­ğin­de, önün­de­ki bir ta­bak­tan ye­mek ye­di­ği­ni gör­dü ve ta­ba­ğı ken­di­si­ne he­di­ye et­me­si­ni ri­câ et­ti. Kim­se­nin is­te­ği­ni ge­ri çe­vir­me­yen Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de ta­ba­ğı ona he­di­ye et­ti.

Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, za­man za­man Fi­râs’ın evi­ne gi­der:

“–He­le şu mü­bâ­rek ta­ba­ğı bir ge­ti­r.” der­di. Ha­bî­bul­lah Efen­di­miz’in mü­bâ­rek el­le­ri­nin değ­di­ği bu ta­ba­ğı zem­zem­le dol­du­rup ka­na ka­na içer; ar­tan su­la­rı yü­zü­ne gö­zü­ne ser­per­di. (İbn-i Ha­cer, el-İsâ­be, III, 202)

PARMAĞINDAN AKAN SU

Te­bük’te su­suz­luk had safhaya ulaşmıştı. Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz, par­mak­la­rın­dan az bir şey su akıt­tır­dı; son­ra baş par­ma­ğın­dan pı­nar mi­sâ­li su­lar ak­tı. Kır­ba­lar suy­la dol­du, te­ber­rü­ken on­dan içil­di ve or­du­nun su ik­mâ­li onun­la ya­pıl­dı.

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in par­ma­ğın­dan akan bu su, şüp­he­siz zem­zem­den de şi­fa­lı ve ef­dal­dir. Çün­kü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’in nur­lu el­le­rin­den ve mü­bâ­rek cism-i şe­rî­fin­den ak­mış­tır.  Fuzûlî bu mûcizeyi şöyle dile getirir:

Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ

Parmağından verdiğin şiddet günü ensâre su

“Yâ Rasûlâllah! Şiddet gününde senin ensâr-ı kirâma parmağından nasıl (pınar misâli) su verdiğini kim duysa, hayretle kendi parmağını dişler!”

BENİM NASİBİM!

Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz bir sü­tü iç­ti­ği za­man iç­ti­ği kap­ta­ki ba­kıy­ye­sin­den di­ğer sa­hâ­bî­le­re de ik­ram eder­ler, hem içe­ne feyz ak­tar­ma­sı olur, hem de süt­te bir be­re­ket­len­me mey­da­na ge­lir ve hiç ek­sil­mez­di.

Sehl bin Sa’d -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le ri­vâ­yet et­mek­te­dir:

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’e bir içe­cek ge­ti­ril­miş­ti. On­dan bir mik­tar iç­ti­ler. Bu es­na­da sağ ta­ra­fın­da bir ço­cuk, sol ta­ra­fın­da ise as­hâ­bın bü­yük­le­rin­den yaş­lı kim­se­ler otu­ru­yor­lar­dı. Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- sa­ğın­da­ki ço­cu­ğa kâ­bı­na eril­mez bir in­ce­lik ve ne­zâ­ket­le:

“–Mü­sa­ade eder mi­sin, bu içe­ce­ği ev­ve­lâ şu bü­yük­le­ri­ne ve­re­yim?” bu­yur­du­lar.

O akıl­lı ço­cuk da her­ke­si şa­şır­tan ve âle­me ib­ret ol­ma­ya se­zâ şu bü­yük ce­vabı ver­di:

“–Yâ Ra­sû­lâl­lah! Sen’­den ba­na ik­ram olu­nan na­sibi­mi hiç kim­se­ye ver­mem!”

Bu­nun üze­ri­ne Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- mü­bâ­rek el­le­rin­de­ki içe­ce­ği o ço­cu­ğa ver­di­ler. (Bu­hâ­rî, Eş­ri­be, 19)

GÖZLER O’NU GÖRMEK İÇİN

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ebedî âleme hicret ettiğinde ashâb-ı kirâma dünya zindan gibi görünmeye başladı. Zira o peygamber âşıkları, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bir gün bile görmeden duramıyorlardı. Şimdi ise O’nu bu fânî gurbet ikliminde zâhiren hiç göremeyeceklerdi. Bu hâl, onları hasret içinde yakıp kavuruyordu. Öyle ki, bazı sahâbîler için artık bu dünyada görmek ile kör olmak arasında hiçbir fark kalmamıştı.

Kâsım bin Muhammed’in anlattığına göre; babası Muhammed’in arkadaşlarından biri gözlerini kaybetmişti. Dostları onu ziyaret ettiler. Hâlbuki onun gözlerini yitirmekten dolayı bir derdi, tasası yoktu. Kendisini tesellîye gelenlere şöyle mukabele etti:

“–Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefatından sonra (Yemen’deki) Tübâle Beldesi’nin âhûlarındaki en güzel gözlere sahip olsam yine de sevinmem!” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 533; İbn-i Sa’d, II, 313)

Hazret-i Peygamber’in bu âlemden ayrılışının hicranı ve yanışına dayanamayanlardan biri de Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’dı. O’nun hicran ve ıstırabı o dereceye vardı ki, nihayet ellerini yüce dergâha mahzun bir gönülle açtı:

“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.

Bu tecellî ve hâtıralarla yoğrulan ümmet-i Muhammed, bir muhabbet çağlayanı hâlinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyada olsun görebilme iştiyakı içerisinde olmuştur.

Bu iştiyakı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyururlar:

“Ümmetim içinde Beni en çok sevenlerden bir kısmı Benden sonra gelenler arasından olacak: Mallarını ve ailelerini feda pahasına, Beni görmeyi arzu edecekler.” (Müslim, Cennet 12)

MUHABBETİN ÖZÜ: TÂBÎ OLMAK

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:

“Şirk, karanlık gecede Safâ Tepesi’nde yürüyen kara karıncanın hareketinden daha gizlidir. En küçüğü, zulüm olan bir şeyi sevmek ve adâlet üzere olan bir şeye buğzetmektir. Din de zaten muhabbet ve nefretten başka bir şey mi ki? Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

«De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız Bana tâbî olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr ve Rahim’dir.» (Hâkim, II, 319)

Buna göre îmanın ölçüsü; lâyığına muhabbet, müstehakkına da nefretten geçer demektir.

Hâsılı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bütün istifademiz, muhabbetimiz nispetinde, muhabbetimiz de O’na tâbî oluşumuz nispetindedir. Yoksa sadece gıptada kalan ve hayata aksetmeyen sevgi iddiaları, hiçbir netice hâsıl etmez. Bu gerçeği ifade bakımından Bâ­ye­zîd-i Bis­tâ­mî -kud­di­se sir­ruh-’tan nak­le­di­len şu kıs­sa pek ib­ret­li­dir:

Mü­rid­le­rin­den bi­ri Bâ­ye­zid’e:

“Efen­dim, kür­kü­nüz­den bir par­ça ver­se­niz de te­ber­rü­ken üze­rim­de ta­şı­sam!..” dedi.

Bâ­ye­zid ise ce­va­ben şöyle buyurdu:

“– Oğ­lum, sen is­ti­kâ­met üze­re ol­ma­dık­tan son­ra Bâ­ye­zîd’in kür­kü­ne de­ğil, de­ri­si­ni yü­züp içi­ne gir­sen bi­le fay­da ver­mez!..”

Unutmamalı ki sevgisinde samimî olan kimse, sevdiğine ait ne varsa onları da sever. Bunun mânâsı, sevilene her bakımdan muhabbetle bağlılık ve teslimiyet demektir. Tıpkı damlanın deryada ifnâ olduğu gibi, sevenler de sevdiklerinde ifnâ olmalıdır. Hele sevilen Hazret-i Peygamber ise. Çünkü O, bütün sevgilerin özüdür. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ı sevmenin de biricik şartıdır. Buna göre O’nu sevmeyen Allâh’ı sevmemiş, O’nu seven de Allâh’ı sevmiştir. Dolayısıyla Kur’ân ve sünnet yolunda O’nun sevgisi olmaksızın kulluk ve muhabbet iddialarının hepsi de hükümsüzdür.

GEL EY GÖNÜL!

Hayatı güzelleştiren ibadetlerdeki haz, feyz ve berekete, davranışlardaki edep ve vakara, ahlâken yüceliğe, kalbi ve sîmayı güneş hâline getiren muhabbet nûruna, tatlı dile, gönül inceliğine, duygu derinliğine, öteleri görebilecek bakışlara ve bizi yüceltecek daha nice güzel hasletlere, ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emsalsiz şahsiyet ve muhabbetinden akseden nasipler ile kavuşabiliriz. Zira Allâh’a muhabbette mîrac ettirecek en zirve basamak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve vuslatımızdır.

Bu bakımdan gerçek bir âşığın ömrü, Hazret-i Peygamber’e hicret içinde geçmelidir. Çünkü böyle bir hicretin vuslatı, idrak edeceğimizden daha ihtişa mlı, mübârek ve muazzezdir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

“(O’na vuslat yolunda bilesin ki) ömür tükendi ise, Allah -celle celâlühû- başka bir ömür verdi. Geçici ömür bitti ise, işte tükenmeyen ölümsüz bir ömür! Aşk, hayat suyudur. Bu suya dal; bu aşk denizinin her damlasında bir başka hayat, başka bir ömür var!..”

Bu itibarla Hak âşıkları, bir ömür rûhâniyet-i Muhammediyye’den kendilerine akseden ilâhî feyizlerle gıdalanır. Onlar böylece ayrı bir tecellî ile ikramlanır ve her nefeste o ikram âlemine kanat açarlar!..

Yâ Rabbî, bizleri Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet olma şerefiyle lütuflandırdığın gibi bize, O’na muhabbet ve bağlılıkta ashâb-ı kiram misâli bir gönül coşkusu ihsan eyle! Şu kısa dünya hayatını, O’na hicret ve nihayet vuslat sırrı içerisinde yaşamaya muvaffak eyle!

Âmîn!..