Muhabbet ve Mârifet

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

YARATILIŞIN İKİ SIRRI

Baştanbaşa kainatın ve bütün varlıkların yaratılışı iki ilahi sır ile donanmıştır:

1.Muhabbetullah,
2 .Marifetullah.

Canlı-cansız her şey bu iki sırrın tecellisiyle zahir olmuştur. Hadis-i kudside buyrulur:

“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmemi arzu ettim (mârifetime muhabbet ettim) de (bu) kâinatı yarattım.” (İ. Hakkı Bursevi, Kenz-i Mahfi)

Yani Cenab-ı Allah, varlıkların her birini, kendisinin san’at ve kemaline delil olarak yaratmıştır. Varlıkların icinde ilahi bir san’at harikası olan insanı da, muhabbet ve marifetin kamil bir tezahuru eylemiştir.

Bu itibarla;

İnsanın yaratılış gayesi, kulluk ve Rabb’in bilinmesidir. Bu gaye çerçevesinde eşyanın ve hakikatin derinliğine inebilmenin sırrı da, aşk ve marifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar.

Dolayısıyla kullukta ideal seviye, aşık ve arif bir kul olabilmektir.

Çünkü aşk ve irfan, yani muhabbet ve marifet, kalbi olgunlaştıran ve insan idrakini zahiri ilmin üstünde bir uf-ka taşıyan iki manevi kanat gibidir. Öyle ki bu iki kanatla insan yedi kat göklerin, yani miracın yolcusu olur.

Bu gercekten hareketle Hazret-i Mevlana, insan icin muhabbetullah ve marifetullah ilminin ne kadar mühim olduğuna işaret ederek der ki:

“Sırf zâhir âlimi olanlar, sahalarına gö­re geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fâni dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat gö­ğün üstünü, yani mîrâca erdirecek vuslat yolunu göstermezler.”

“Sırf zâhir âlimi olanlar, sahalarına gö­re geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fâni dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat gö­ğün üstünü, yani mîrâca erdirecek vuslat yolunu göstermezler.”

“Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gâfiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gö­nül ehli olan ârif­ler, akılları ile değil, gö­nülleri ile bilirler!”

Buna göre kulu Allah’a götüren yegane yol, aşk ve marifetullah ehli olmaktan gecer. O yoldan Mevla’ya koşanlar, maksatlarına daha cabuk ulaşırlar. Zira Cenab-ı Hak:

“Allah’a koşun!” (ez-Zariyat, 50) buyuyor.

AŞK ve MÂRİFETULLAH YOLU

Hakk’ın rıza ve vuslatının tahsil edildiği aşk ve marifetullah yolu, bembeyaz bir sayfaya benzer. Öyle ki, oraya yazılan bütün yazılar da net ve şeffaftır, bunları da yalnız Hak Teala okur. Bu bakımdan ehlullah, bir ömür boyu o sayfaya kara bir leke damlamamasının endişesi içinde yaşarlar, bir karıncayı dahi incitmezler.

Böyle bir kıvam, Cenab-ı Hakk’ı layıkıyla bilmek ve ona takva ölçüleri içerisinde kul olabilmek ile mümkündür. Çünkü bir kimsenin Allah hakkındaki bilgi, marifet ve muhabbeti ziyadeleştikçe, Allah korkusu ve takvası da o nispette artar. Nitekim Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“Ben Allah’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım.” buyurmuştur. (Buhari, Edeb, 72; Muslim, Fedail, 127)

Bu takva, zihnen bilinen ve yaşanan değil, kalben bilinerek yaşanan ve hissedilen bir takvadır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de buna istinaden buyurur:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabb’inin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Rasulum!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zumer, 9)

Demek ki Hak katında gerçek ilim, kulu Allah karşısında takva ve haşyet duygularına sevk eden bir ilimdir, yani irfandır, marifetullahtır. Marifetullaha nail olabilmek için de ayet-i kerimede buyurulan şu hususlara riayet gereklidir:

1. Geceleri secde ve kıyam halinde olarak Cenab-ı Hak’la kalbi beraberliği temin edebilmek.

2. Her an, her hal ve her davranışımızda ahiretteki hesabın endişesi içinde olarak faniliği unutmamak.

3. Rabb’imizin merhametini ümit ederek daima O’na dua ve iltica halinde bulunmak. Zira büyük ruhlar, daima dua halinde yaşarlar.

İslam alimleri şöyle demişlerdir:

≪Kur’an-ı Kerim üç mühim kısımdan müteşekkildir:

1.Muhabbet ve marifetullah,
2.Ahireti hakkıyla idrak,
3. Sırat-ı müstakimi yaşayabilme.

Bu üç husus, Kur’an’ın en mühim ve esas hedefleri, ana mevzularıdır. Diğerleri ise bunlara tabi olan konulardır.”

AŞK ve MÂRİFET YOLCULUĞU

Marifet yolculuğuna ancak kalbi hayat ve ilahi aşkla çıkılabilir. Bu yolun büyükleri der ki:

“Ey mârifet yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyânı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; ısrarı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe mesafe alamazsın!..”

Butun bunların tam tecellisi icin ise en çok dikkat edeceğimiz hususların başında helal gıda gelir. Çünkü helal lokma, vücutta hikmet, ilim ve marifeti besler, gönülde Allah aşkı, Allah şevki ve sevgisini uyandırır. Bu da, marifetullahı artırır. Harama bulaşan gönül ise, hiçbir zaman marifet zevkini tadamaz. İmam Gazali -rahmetullahi aleyh- buyurur ki:

“Dünyada mârifet zevkine varamayan, âhirette müşâhede tadını alamayacaktır. Kişi dünyada kazanıp bedelini ödemediği bir şeye âhirette nasıl sahip olabilir ki?!. Burada herkes neyi ekmişse âhirette onu biçecektir. Herkes yaşadığı gibi ölecek ve öldüğü gibi dirilecektir. İşte dünyada mârifete, yani Hakk’ı tanıyıp mûcibince amel edebilmeye ne kadar muvaffak olmuş ise, âhirette onun nimetine o derecede nâil olacaktır.”

AŞK-I İLÂHÎ ve MÂRİFETULLAH LEZZETİ

Rivayete gore İsa -aleyhisselam-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da cokmuş bir şahsa rastladı. O şahıs, uzerindeki hastalıklara aldırmayarak:

“–Ya Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senalar olsun ki, mahlukatın pek çoğunu müptela kıldığın dertten beni halas eyledin!..” diyordu.

İsa -aleyhisselam-, muhatabının idrak ve fikriyatının kemalini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allah’ın senden giderdiği hangi dert var ki ?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Ruhullah! En feci hastalık ve bela, kalbin Hak’tan gafil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki Allah Teala, beni bundan muhafaza buyurmuştur. Zira ben Cenab-ı Hakk’ın kalbime verdiği aşk-ı ilâhî ve mârifetullah lezzetinin neş’esi içindeyim. Onun dışındaki dünya nimetlerini görmüyor ve hissetmiyorum bile.”

Böyle aşık ve arif gönüller, Cenab-ı Hakk’a muhabbet ve aşkın mekanı, marifetullah hazinesinin en ihtişamlı sarayıdır. Bu sebeple kâmil insanın kalbine, bir manada beytullah denilmiştir.

Hasılı muhabbet ve marifet nuru, bütün aşıklar ve arifler için iki dünyayı da cennete dönüştüren birer ilahi nasip, feyiz ve sır olarak telakki edilmiştir.

AŞK TOHUMDUR, MÂRİFET GÜNEŞ

Şah-ı Nakşibend Hazretleri, Tasavvufi terbiyede muhabbeti tohuma, marifetullahı da güneşe benzeterek buyurur ki:

“Bizim vazifemiz, içlerdeki fâni alâkaları temizlemek ve gönle muhabbet tohumu ekmek, ekilmiş olanları da hakikat zemzemiyle sulayıp yeşerterek mârifetullah güneşiyle bir ihlâs fidanı hâline getirmektir.”

Çünkü kul, muhabbetullahı, Allah’tan başkasına gösterdiği muhabbet ve bağlılığın üstüne çıkarmadıkça sırat-ı müstakime layıkıyla ulaşamaz. Bunun için de hiç şüphesiz ki yüce Allah’ı, sonsuz ve müteal sıfatları itibariyle bilmek, yani marifetullah şarttır. Bir bakıma sırat-ı müstakim, marifetullahtan ibarettir. Zira Cenab-ı Hak buyurur:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hud, 112)

Bu ayet, Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in saç ve sakallarına ak düşmesine sebep olmuştur. Halbuki kendisinin tam bir istikamet üzere olduğu Yasin Suresi’nde bildirilmektedir. Dolayısıyla burada Allah Rasulü’nün bütün endişesi, ümmetinin de sırat-ı müstakim üzere yaşaması arzusundan kaynaklanmıştır.

Çünkü istikamet üzere yaşayıp da Cenab-ı Hak ile dost olarak huzur-i ilahiye varanlara bu dostluğun ilk nişanesi ve ilk mükafatı ayet-i kerimede şöyle bildirilir:

“Şüphesiz «Rabbimiz Allah’tır!» deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30) Hayatını böyle bir istikamet içerisinde muhabbetullah ve marifetullah ile tanzim edenler, nefislerinin şerrinden ve şeytanın desiselerinden uzaklaşırlar. Yalnız Hakk’ın rızasını talep halinde yaşarlar. Gönül ikliminde ilahi lütuf tecellilerine mazhar olurlar. Nihayet gözün gördüğü, kulağın işittiği zahiri iklimin ötesine manevi bir panjur açarlar ve bütün bir kâinat da onlara hikmetli ve azametli bir kitap haline gelmiş olur. Onların marifet güneşi, artık iki dünyada da sönmez.

Ehl-i marifetten Ebu Said el- Harraz -kuddise sirruh-, rüyasında iblisi görmüş ve ona asasıyla vurmak istemişti. İblis dedi ki:

“Ey Ebû Saîd! Ben o asâdan korkmuyorum. Çünkü o asâ, zâhirdir. Benim korktuğum şey, âriflerin kalp semâlarından doğan mârifet güneşinin nûrânî şuâlarıdır ki, gönüller, o şuâlarla mâsivâyı yakar, kül eder.”

Gerçekten de marifetullaha eren kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin öyle tecellileri altındadır ki, mercek altında bir kağıdın yanması gibi, onda bütün nefsani temayüller birer birer ömrünü tüketir. Böylece kâmil insanın samimi, aşık ve arif gönlü, nurani bir cazibe merkezi haline gelir, diğer insanlar da gayr-i ihtiyari olarak onu sever ve sayarlar. Allah da, onun ömrüne bereket ihsan eder ve fani ömürden sonra da mü’minlerin gönüllerinde hayatiyetini devam ettirir.

Böyle bir kıvama ulaşmış olan bahtiyar mü’min, diğer kulların fani iltifat ve alakalarının kıskacına da düşmemenin gayreti içinde olur. Gurur, kibir ve ucub gibi mezmum sıfatlardan kendisini muhafaza eder. Halk içinde Hak ile beraber ömür sürer. Ta‘zîm li-emrillah/ Allah’ın emirlerine hürmetle riayet ve şef­kat li-halkillah/ Allah’ın mahlukatına şef-kat ve merhamet duygularıyla yaşar. fakat Allah’a muhabbeti gereğince asla zalim ve nankörlere muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız, merhameti icabı, onlara da acır, hidayetlerine dua eder. Mal-mülk ve dünyaya ait bütün servetler, ona yalnız infak için lazımdır. Çünkü o, kendini marifetullaha ve vasıl-ı ilallah olmaya adamıştır. Artık o, bu cihanın kendine ait ıstırap ve dertlerini bertaraf etmiş has bir kuldur. Bir ömür varlık aynasında daima perdelerin ötesini seyreder, hikmete aşina olur.

HİKMET AYNASI

İnsan, maddesi ile değil, manası ile mükerrem olduğu için, kulluğun kemaline ancak ruhunun derinliği kadar erişebilir. Dikkatli veya dikkatsiz her gün sayısız defa baktığımız şu yerler ve gökler, İlahi muhabbetlerle duygulanan insan için idrak ve şuura sunulan bir hikmet aynasıdır. O aynada neler seyredilmez ki! O aynada bütün hakikatlere daha yakinen şahit oluruz. Mesela o ayna bize şu gerçeği defaatle gösterir:

Dünyaya ait günler; ilahi muhabbet, marifet ve uhrevi lezzetlerden uzak bir şekilde ve yalnızca türlü eğlence ve çılgınlıklarla, yani hayvani bir yaşayış ile geçerse, insan için hayırlı bir olum akşamı olmaz. İçine düşülen son gece öyle karanlık bir gece olur ki, onun mes’ud bir şafağının sökmeyeceği de tabiidir. İnsanlardan ebed yolculuğunda böyle hazin akıbetlere duçar olanlar pek çoktur. Nefsani dünya hayatının pembelikleri, akıbet solgunluğu; kahkahaları ise, cehennem çatırtıları ile doludur.

Dolayısıyla cennet yolcusu olabilmek için muhabbetullah tohumlarını marifetullah güneşi ile yeşertmek şarttır. Bunun için de dünyanın fani yaldız, şa’şaa ve gel-geç sevdalarından kalben uzakta kalmak bir zarurettir. Nitekim İbrahim bin Ethem Hazretleri’nin hayatı, hikmet aynasında seyredildiğinde onun gerçek muhabbet ve marifete nasıl yönlendirildiği gayet aşikardır:

Bir gece yarısıydı. İbrahim bin Ethem, tahtının üzerinde uyuyakalmış olarak yatmaktaydı. Birden sarayının damında müthiş bir gurultu ve patırtı çıktı. Yüksek sesle bağırışıp-çağrışmalar, gittikçe çoğaldı ve en nihayet sultanı uyandırdı.

Sultan İbrahim bin Ethem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:

“– Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?”

Derinden bir cevap geldi:

“– Kaybolan devemizi arıyoruz sultanım!”

İbrahim bin Ethem hiddetle seslendi:

“– Damda deve aranır mı bre ahmaklar?!.”

Bu seferki cevap çok manidar ve irşad niteliğindeydi:

“– Ey İbrahim bin Ethem! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki taç, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!.”

Bu ve benzeri hadiselerden sonra İbrahim bin Ethem’in ruhunda uzun zamandır başlamış bulunan manevi med-cezirler sıklaştı. Nihayet o samimi kul, tacını da tahtını da bırakarak yüce muhabbet ve marifete öylesine sarıldı ki, içindeki bütün çalkantılar, fırtınalar ve depremler tamamen sükun buldu. Böylece İbrahim-i Ethem Hazretleri oldu. Evliyaullahın büyüklerinden sayıldı.

ANDAN İÇERU

İbrahim-i Ethem gibi muhabbet ve marifet deryasına dalarak imandan ihsana yücelebilenler, kainatın gözbebeği ve özü olurlar. Bunlar, Gerçek insan-ı kamildirler. Daima kulluğun zirvesinde yaşarlar. Nitekim Yunus Emre, insanların Hakk’a doğru yolculuklarında vuslat basamaklarını ince bir uslüpla tasnif eder ve en üste marifeti koyarak şöyle der:

Şeriat, tarikat yoldur varana,
Hakikat marifet andan içeru.

Yani dini, hem zahiri hem de batını itibarıyla yaşayanlar, onun özündeki yüce hakikate nail olurlar, ondan sonra daha derunda bulunan ilahi marifete ulaşırlar. Bu noktada gönül gözleri iki aleme birden açılır. Kul, her yerde Rabb’in İlahi tecellilerini müşahede eder. Bu hal, bir keramet değil, muhabbet ve aşk ile irfan ve marifete ermiş bir gönlün en tabii özelliğidir. Öyle ki tasavvuf erbabı, ömürleri boyunca hep bu özellikle vasıflanmak için gayret sarf ederler.

TASAVVUFUN GAYESİ

Tasavvufun özü, gönül alemini selim bir hale getirmektir. Bundan maksat, muhabbetullah ve marifetullahtan hisse alacak bir kıvama ulaşabilmektir. Çünkü kul, ancak bu sayede ilahi vuslata medar olabilecek bir seviyeye gelebilir.

Bunun için önce gönüllerde muhabbetullahın yeşermesi şarttır. Zira muhabbetullah yeşerdiğinde Cenab-ı Hakk’ın kalp yoluyla Bilinmesi demek olan marifetullah da hasıl olmaya başlar. Bu bir bakıma, ilmin İrfan haline gelmesi demektir.

Böyle bir kalbi kıvamın mektebi olan tasavvuf, muhabbetullah ve marifetullah bahsinde kullara, gönüllerinden miraca doğru açılmış manevi bir pencere mahiyetindedir. Çünkü her şey aslına aşıktır. Beden turabi olduğu için toprağa meyillidir; ruh ise Cenab-ı Hak’tan bir tecelli olduğu için manevi hayata temayullüdür. Bu hususta Hazret-i Mevlana şöyle buyurur:

“Bedenin meyli bağlara, bahçelere ve üzümleredir. Rûhun meyli ise, hikmete ve mânevî olan bilgi ve mârifetedir. Yani ruh dâima mânevî hayatı ister. O, dâima diri ve ebedî olan, kâinatı yaratan Allah’ı özler. Çünkü mekânsızlık rûhu, onun aslıdır.”

Ruhların bu ihtiyacını gidermek üzere Cenab-ı Hak peygamberleri şu uc vazife ile memur kılmıştır:

a. Allah’ın dinini tebliğ etme,

b. İnsanların ic alemlerini terbiye etme,

c. Bu terbiye neticesinde Kitap’ın derinliklerini ve kainattaki hikmetleri talim etme.

MÂRİFETİN HAKÎKATİ: ACZİYYETİ İDRAK

İslam Büyükleri ilim hakkında demişlerdir ki:

“İlim, idrak etmektir. İdrak Gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrakin Müntehâsı ise mârifetullahtır. Bu yö­nüyle mârifetullah bütün ilimlerin özüdür. İlimler bu ilme yakınlığı derecesinde değer kazanırlar…”

Kur’an-ı Kerim’de alim tabiri, bu marifet bilgisine sahip olanlar icin kullanılır ve en belirgin özellik olarak da ittikāları ifade edilir. Ayet-i kerimede buyrulur:

“… Kulları içinde ancak (gerçek) Âlimler Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fatır, 28)

Buradaki korku, ürküntü taşıyan bir korku değildir. Daha çok muhabbet korkusudur. Yani sevdiğini üzmeme, onu memnun edememe ve onun rızasından uzak düşme ihtimali dolayısıyla çekilen endişedir. Bu da zihinden ziyade kalpte tecelli eder. Dolayısıyla her şeyden önce ilmin irfana dönmesi zaruridir. Zira ilmi irfana dönüştürmeyerek onun yalnız zihni hamallığını yapan ve kendini nefsani arzularının kasırgaları içinde perişan eden bilgi sahiplerini Cenab-ı Hak Cuma Suresi’nde tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkeplere benzetmektedir.

Bu sebeple Yunus Emre Hazretleri, marifetin hakikatini şöyle ifade eder:

İlim, ilim bilmektir,
İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır?!.

Okumaktan mana ne?
Kişi Hakk’ı bilmektir.
Cun okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!

Yirmi dokuz hece,
Okusan uçdan uca,
Sen elif dersin hoca,
Manası ne demektir?

Bu mısralarda sehl-i mumteni şeklinde anlatılan marifet, insandaki, kelamdaki ve bütün kainattaki sır ve hikmetleri kapsayan, sınırsız ve sonsuz bir ilm-i ilahidir. Dille çok kolay ifade ediliyor görünen bu ilmi, aslında tamanlamıyla tarif etmek, beşer idrakinin üzerindedir. Ancak herkes, iktidar, istidat ve gayreti nispetinde bu ilimden haz duyar ve nasiplenir. Bu sebeple Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“(Allah’ım!) Sen’i lâyık Olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini Nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Muslim, Salat, 222) buyurmuşlardır.

İşte marifet! Bütün mesele böyle bir irfan ile Hakk’a aşık ve arif olabilmektir.

ÂŞIKLARIN ve ÂRİFLERİN HASLETLERİ

Aşk ve marifet, aşıklara ve ariflere öyle hasletler kazandırır ki, onlaramelekler de imrenir, yedi kat gökler de. Dolayısıyla insana haslet olarak sadece aşk ve marifet yeter de artar bile. Çünkü Hakk’ın huzuruna aşk ve marifetle varan bahtiyarlara: ≪Ne getirdin?≫ değil: ≪Ne istersin?≫ suali sorulur.

Rivayet edilir ki Bayezid-i Bistami Hazretleri vefat ettiğinde dostlarından biri onu rüyasında gördü ve sordu:

“–Ya Bayezid! Halin nicedir?”

Bayezid Hazretleri cevaben şöyle dedi:

“–Melekler bana önce: ≪Ey pir! Buraya ne getirdin? Ne ile geldin ?≫ demişlerdi, ben de dedim ki: ≪Bir padişahın kapısına gelince ona ne getirdin demezler, ne istersin, derler.≫ Bunun üzerine: ≪O halde ne istersin?≫ dediler.”

Hazret-i Mevlana, Bayezid-i Bistami gibi gönlü yüce ariflerin kadr u kıymetini şöyle anlatır:

“Âriflerin bir vahdet ve mârifet sürmesi vardır; sen, o sürmeyi ara da, ırmağa benzeyen şu gözün deniz kesilsin.”

“Ârif, her an padişahın tahtına kadar ulaşır; zâhid ise, yürür yürür, bir ayda sadece bir günlük yol alır!”

Çünkü arifler aşıklardır. Aşk ile yol alırlar. Onlar, kendi mertebelerinden Hak tarafına, muhabbetin sonsuz kuvveti ile hızla koşarlar ve her an kulluk ile seyrederler, nihayet Hakk’a vasıl olurlar. Fakat dini kuru bir şekilde yaşayanlar ise, Allah’tan sadece korktukları için O’na yönelirler. Yani onlarda muhabbetten ziyade korku hakimdir. Korku ise, yolu uzatır; bir günlük yol bir ayda biter. Bu bakımdan Hazret-i Mevlana, arifleri şöyle tarif eder:

“Ârif doğru yolun da, takvânın da canıdır. Mârifet geçmiş zamanlardaki zâhidliğin mahsûlüdür. Yani zâhidlik;tohum ekmeye çalışmaktır. Mârifet ise; ekilmiş tohumun neticesidir.”

“Ârifler, bugünümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Kabuk, lezzetli ve tatlı olan içe, dâima kul ve köle olmuştur.”

“Şunu iyi bil ki, ârifin gözü, iki âlemde de insana kurtuluş vesilesi olur. Herkes, en güçlü padişahlar bile onun yardımına muhtaçtır, ondan yardım görürler! Yani; Hakk’ın tecellisine mazhar olmuş, Hak’ta kendini bulmuş olan ârifin gözü, artık onun kendi gözü değildir!”

“Gözü padişahtan hiç ayrılmayan, başkasına bakmayan, yanılmayan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sebeple her yüreği yanana, her dertliye şefaatçi oldu.”

“Hâsılı ârif bir kul, hoşça bir hâlde oturduğu yerden, gizli bir yoldan yüzlerce dünyayı gezer ve her şeyde yalnız Hakk’ı görür.”

“Âriflerin gönüllerinde daha nice sırlar vardır ki, onlara dair dudakları kilitlidir.”

Kısaca gerçek aşık ve arifler bu sıfatlarla muttasıf kimselerdir. Onlar her turlu kotu ahlaktan arınmış, fani sıfatları terk etmiş ve sadece ilahi ahlaka burunmuş bahtiyarlardır. Allah’ı öyle sevmişlerdir ki, Allah da onları sevmiştir.

BAYRAMIN ŞAFAK VAKTİ

Yukarıda bahsettiğimiz yüce hususiyetleri çerçevesinde aşıkların ve ariflerin ömrü adeta Ramazan-ı Şerif gibi rahmet, bereket ve ibadet ile cennete hazırlık olarak geçer. Onların son nefesleri de ebedi bir bayramın şafak vakti olur.

Bu itibarla;

İçinde bulunduğumuz Ramazan-ı Şerif mevsimini muhabbetullah ve marifetullah tahsili ile değerlendirmeliyiz. Bu muhabbet ve marifet için ne yapmak gerekiyorsa onları tek tek idrak edip gerçekleştirmeliyiz.

Bilmeliyiz ki;

İbadetlerimizi şevk ile yapmak, oruçlarımıza açlığın ötesinde bir yücelik kazandırmak da bu muhabbet ve marifet için şarttır.

Kanadı kırıklara merhem olmak, kimsesizlere kimse olmak, feryad u figan içinde inleyenlere kulak vermek, yere düşmüşlere el uzatmak, ağlayanlara tebessüm mendili sunmak, çaresizlere çare olmak da muhabbet ve marifet için şarttır.

Yaşayanlar kadar ölmüşlerimizi de unutmamak, onları Allah yolunda infak ve Kur’an-ı Kerim tilaveti ile sevindirmek de muhabbet ve marifet için şarttır.

Bir gönül kazanmak, bir gönlü tamir etmek, bir kalbi kabetullah haline getirmek, bir yüreğin dikenlerini temizlemek de muhabbet ve marifet için şarttır.

Kimseyi incitmemek, incinmemek de muhabbet ve marifet için şarttır.

Kendimizi, ailemizi ve evlatlarımızı cehenneme yakıt olmaktan kurtararak birer cennet goncası ve bülbülü haline getirmek yolunda gayret, dini tahsil, bilhassa Kur’an-ı Kerim eğitimi ve Hazret-i Peygamber’e bağlılık da muhabbet ve marifet için şarttır.

Bütün mukaddes değerlerimizi yaşatmak, milletimize ve bu cennet vatanımıza sahip çıkmak da yüce muhabbet ve marifet için şarttır.

Hasılı tazim li-emrillah, yani Cenab-ı Hakk’ın emir ve rızasına tazimin içerisinde hangi özellikler varsa ve şefkat li-halkillah, yani yaratılanlara şefkat ve merhamet dairesinde ne gibi hususiyetler yer alıyorsa bütün bunlara sahip olmak ve icaplarını yerine getirmek ilahi muhabbet ve marifet icin şarttır.

Bütün bu şartlar yerine geldiğinde ömrümüzün her anında vuslat nuru yollarımızı aydınlatır. Adımlarımız cennet-i alada son bulur. Korkunç kıyamet sabahı da bize, sonsuz bayramın şafak vakti olarak tecelli eder.

Yâ Rabbi! Bizleri bu tecelli ile haşret! Bu fânî âlemin bin bir ıstırap ve imtihanında üzerimize sabır ve sebât yağdır! Hastalara devâ, dertlilere şifâ, borçlulara edâ ihsan eyle! Yıllardır onca zulüm ve katliam içinde perişan olan mü’minlere yâr ve yardımcı ol Allah’ım!

İlâhî! Nefes nefes bütün bir ömrü ancak Sen’in rızâ-i şerîfin istikametinde muhabbetullah ve mârifetullah tecellileri ile yaşamayı cümlemize nasip eyle!

Âmîn!..