SABRIN SONU RAHMETTİR

İrfan ÖZTÜRK

Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Asr Sûresi’nde; îman edenlerin, amel-i sâlih işleyenlerin, birbirine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenlerin hüsrana/zarara uğramayacaklarını bildiriyor ve sûrenin sonunu da sabırla mühürlüyor. Burada sabır ile diğer unsurlar arasında kurulmuş bir irtibat vardır. Sabır olmadan îman muhafaza edilemez, sabır olmadan sâlih amelde muvaffak olunamaz, sabır olmadan gereği gibi Hak tavsiye edilemez ve sabırsız tebliğ yapılamaz. Burada bilhassa îman ile kurulan irtibat çok önemlidir. Sabır, îman etmiş olmanın îcaplarından olan pek büyük bir haslettir. Bir Müslüman, hayatının her safhasında sabra muhtaçtır.

Sabır; kaybedilmiş güzelliklerin ve hasletlerin geri kazanılmasına, hüzünlerin sevince dönüşmesine, umulmadık şeylerin ihsan-ı ilâhî olarak kazanılmasına vesile olur. Şair ne güzel ifade etmiş:

İvme kim ivmek melâmet gösterir,
Kıl teennî hem selâmet gösterir.

“Acele etme, çünkü acele etmek kınanmakla neticelenir. Temkinli ve ihtiyatlı (sabırlı) davran ki sonu selâmet olsun…”

Ayrıca bir kelâm-ı kibarda: «es Sabru miftâhu’l-ferec» yani «Sabır, sevincin anahtarıdır.» denilmiştir.

Sabırsızlık, huzursuzluğu da beraberinde getirir. Sabırsız insan işlerinde ve ibadetlerinde aceleci olacağı için işini ve vazifelerini mükemmel yapamaz. En basitinden, namazlarında tâdil-i erkâna bile riâyet edemez. Aynı zamanda, insanların hatalarına karşı da tahammülsüz olacağından iş ve aile hayatında sürekli zorluklarla ve uyuşmazlıklarla karşılaşır. Sağlıklı ve huzurlu bir aile düzeni kuramaz, evlâd u iyâliyle geçim hususunda zorlanır.

Sabırsız kişi çoğu zaman öfkesine mağlûp olur. Oysa öfkelenmemek cennete vesile olabilecek çok büyük hasletlerdendir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana öyle bir şey öğret ki, onu yapınca cennet benim olsun.” diyen bir sahâbiye, tek kelimelik bir nasihat olarak:

“–Öfkelenme.” buyurmuştur.

Öfke, sabırsızlığın ismidir. Gidin hapishanelere bakın, birçok kişi sabırsızlığı sebebiyle orada yatmaktadır. Hastanelere gidin, orada da sabırsızlık sebebiyle sıhhat bozucu şeylere bulaşmış ve böylece hastalığa dûçar olmuş birçok hasta bulacaksınız. Nitekim hastalıkların çoğu mideden gelmekte ve insanoğlu çoğu zaman sabırsız davranıp iştihasının mağlûbu olmaktadır.

Toplum hayatında kavgalar, sabırsızlık sebebi ile çıkmakta ve yuvalar sabırsızlık sebebiyle yıkılmaktadır. İnsanların birbirlerine dargın duruşları da yine bu sebepledir. Bu hâlde bütün bu menfi hâdiselerin önüne geçebilmek, sabır fazîletinin insanların iradesinde köklü bir şekilde yer etmesi sûretiyle mümkün olabilir. Toplum hayatında sabır fazileti yaygınlaştığı takdirde bütün bu menfî hâdiseler, müspete dönüşür ve huzur avdet eder.

Bu dünya hayatı, bir çile ve zahmet kumkumasıdır. İnsanoğlu yaşadığı müddetçe her dâim büyük veya küçük bir mûsibetle karşı karşıyadır. Bu, kulluk imtihanımızın bir gereğidir. İşte bütün bu imtihanlardan yüzümüzün akıyla çıkabilmek de yine bizlerin sabrına bağlıdır.

Rivâyetlerde geçen şu kıssa ne kadar mânidardır:

Ashâb-ı Rasûl’den Câbir Ensârî radýyâllâhu anh-’ın bir devesi vardı. Onu kesti ve Rasûl-i Zîşân Efendimiz’i misafir olarak evine davet etti. Bu zâtın iki oğlu vardı, birisi ilim tahsil eder, diğeri küçük olduğundan evde otururdu.

O gün bu iki yavrucak da hikmet-i ilâhî kazaen vefat ettiler.

Anneleri, hiç ses çıkarmadı. «EL HÜKMÜ LİLLÂH» dedi ve ikisini biraraya getirdi, yatırdı ve üzerlerini örttü. Odanın kapısını da kilitledi.

Bir müddet sonra, Câbir -radıyâllâhu anh- geldi, getirdiği kuru odun ile devenin etini pişirdiler. Kadın, kocasına çocuklarının âkıbetini söylemedi. Derken Rasûl -aleyhis selâm- da teşrif ettiler. Sofra kuruldu ve o büyük misafir buyur edildi, diğer ashâb-ı kirâm ile sofraya oturdular. Efendimiz, ev sahibine sordular:

“–Hani, senin iki çocuğun vardı, nerede onlar?”

“–Yâ Rasûlâllah! Kim bilir nere de oyuna dalmışlardır.”

“–Olmaz, çağırın onlar da gelsinler, hep birlikte yiyelim.”

Câbir -radıyâllâhu anh- Aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimiz’in bu emirlerini gitti, karısına söyledi. Kadıncağız:

“–Ben, onların paylarını ayırdım. Efendimiz âfiyetle yesinler.” dedi.

Rasûl-i Erham Efendimiz:

“–O iki çocuk gelip bizimle birlikte yemeyince, vallâhi ben bu eti yemem.” buyurdular. Câbir, tekrar karısının yanına giderek:

“–Yâ hatun, Rasûl -aleyhis selâm- çocuklar olmazsa yememdiye and içti. Var git, bul şu oğlanları.” dedi. Kadın, daha fazla dayanamadı ve:

“–Gel sana göstereyim çocukların nerede olduklarını.” diyerek kocasını çocukların ölülerinin bulunduğu odaya götürdü ve olan-biteni kendisine anlattı:

“–Yâ Câbir! İşte bunların hâli böyle oldu. Ben sabrettim, kimseye bir şey demediğim gibi, sana da söylemedim. İki Cihan Fahri Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kırk yılın başında bir evimize şeref verdi, acımızı görmesin, istedim.” dedi.

Câbir -radıyâllâhu anh-, olup bitenleri arzetti. Rasûl-i Zîşân Efendimiz, iki yavrunun huzurlarına getirilmelerini emretti. Câbir, her ikisinin ölüsünü aldı ve huzûr-i Rasûlullah’a bıraktı. Bunları o hâlde görünce Efendimiz çok üzüldü ve mübârek gözlerinden yaşlar aktı. O esnada, Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve:

“–Yâ Rasûlâllah! Hak Teâlâ Sana selâm etti ve: «Habibim dua etsin ve ashâbı âmin desinler, o yavrucakları dirilteyim. Onların anaları olan hatun, benim Habibim’e hürmet eyledi ve yavrularının musibetine sabretti, bağırıp, çağırmadı. Onun sabrı berekâtına ve Sen’in hürmetine çocukları diriltirim.» buyurdu.”

Efendimiz, hamd ü senâ etti. Hak Teâlâ’ya tevekkülle mübârek ellerini açarak dua eyledi ve ashâbı âmin dediler. İki çocuk uykudan uyanır gibi gözlerini ovarak doğruldular ve gittiler Aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimiz’in mübârek ellerinden öptüler. Sonra Rasûl -aleyhisselâm- ile sofraya oturarak eti âfiyetle yediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhive sellem- Efendimiz ile ashâb-ı kirâm, Câbir ve hatunu şâd oldular.

Hâsılı;

Her zahmetin sonu, sabrı miktarınca rahmettir.