Milletleri Batıran veya Yükselten Kuvvet: EDEBİYAT VE EDEP EĞİTİMİ

Prof. Dr. Mustafa UZUN ile Değişen Toplum ve Edebiyat Üzerine…

Mustafa UZUN Kimdir?

1950 yılında Trabzon’da doğdu. İstanbul Beyazıt Deneme İlkokulu’nu bitirdi. 1968’de İstanbul İmam-Hatip Okulu’ndan, aynı yılın güz döneminde Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu. 1968-1977 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın muhtelif kademelerinde vazife yaptı. 1974’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü, 1977’de ise İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl doktoraya başladı. Bu arada İstanbul Y. İ. E. İslâmî Türk Edebiyatı asistanı oldu. Tez danışmanı Faruk Kadri TİMURTAŞ’ın vefatı üzerine “Dede Ömer Ruşenî Hayatı, Eserleri ve Miskinliknâme Mesnevîsi’nin Edisyon Kritiği” isimli çalışmasını [Doç.] Dr. Necla PEKOLCAY’ın nezaretinde tamamladı ve doktor unvanını aldı.

İ. Y. İ. E.’nde İslâmî Türk Edebiyatı Öğretim Üyeliği, Müdür Yardımcılığı yaptı. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayın İşletmesini kurdu ve yöneticiliğini yürüttü. 1986-1987 ders yılında Kahire’de Ayn şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu.

1990 yılında Eski Türk Edebiyatı doçenti 1995’te ise profesör oldu. İki dönem İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümünün başkanlığını yaptı. Kurucularından olduğu Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi’nin müdürlüğü görevini sürdürmektedir.

Hâlen Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Türk-İslâm Edebiyatı ana bilim dalında profesör olarak görev yapmakta olan Mustafa UZUN, tesisinden bu yana T. D. V. İslâm Ansiklopedisi merkez ilim heyeti üyesi olup, bu kuruluşta Türk Edebiyatı Bilim Dalı Başkanlığı’nı yürütmekte ve İslâm Sanatları (hat-mûsıkî-mimarî) dallarında redaktör olarak çalışmaktadır.

Evli ve dört çocuk babasıdır.

Yüzakı: Hocam, bu ay Yüzakı Dergisi olarak edebiyat ve toplumda dinî, millî, ahlâkî ve edebî çerçevede yaşanan değişim ve yozlaşma konusunu ele almak istiyoruz. Bu minvâlde sizinle bir mülâkat yapmak istedik.

İlk olarak edebiyatımızın kısa macerasından bahisle bugüne gelebilir miyiz?

Mustafa UZUN: Mensubu bulunduğumuz İslâm medeniyetinde devirle edebiyatın çok etkili ve canlı bir yeri var. İslâm öncesi Arap toplumunda da edebiyat mühim bir yere sahip. İslâm’ın gelişiyle de bu canlılığın Kur’ân’ın bir belâğat mûcizesi vasfıyla rehber kitap oluşu ve Efendimiz’in teşvikinden kaynaklanan etkilerle yaygınlaştığını, giderek varlığını önemle sürdürdüğünü görmekteyiz.

İslâm Medeniyeti’nin ikinci büyük ayağı olan iran’a gelecek olursak, onların da zaten İslâm öncesinde kuvvetli bir edebiyatları var. Müslümanlıktan sonra da edebiyatlarını güçlendirerek devam ettiriyorlar. Meselâ aruzu işleyerek türleri zenginleştirmişlerdir.

Biz Türkler de Müslüman olduktan sonra katıldığımız bu medeniyet âleminin hazırlayıp bize sundukları yanında Kur’ân-ı Kerîm’in ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in bizâtihî etkisiyle edebiyata daha fazla önem vermeye başlamışız. Edebiyatımız, İslâm medeniyeti dairesinde gittikçe kuvvetlenerek devam etmiş. Özellikle Osmanlı asırlarında yaşanan gelişmelerle birlikte de eşsiz bir edebiyat vücuda getirmişiz.

Fakat son yüzyıllarda yaşanmış bir inkıtâ yani kültürel kopukluk hâdisesi var. Tanzimat ve cumhuriyet devirlerinde -izâhı bu konuşmanın sınırlarını aşacak- muhtelif maddî-mânevî sebeplerle, uğranılmış çeşitli badireler söz konusu… Bu badireler yüzünden toplumumuzda edebiyat eski önemini, yerini ve hayatla iç içeliğini kaybetmiş durumda. Bunu yeniden kazanmamız lâzım. Gençlere bunun eğitimini vermemiz gerekiyor.

Ben bizim ilâhiyattaki öğrencilere diyorum ki: “Hiç olmazsa Yunus’tan, Ahmed Yesevî’den, Fuzûlî’den, Nâbî’den, Âkif’ten, Yahya Kemâl’den üçer-beşer şiir ezberleyin de ilâhiyatçı olarak bir farklılığa sahip olduğunuzu gösterin. Çünkü: «Şiirde hikmet vardır.» buyruluyor. Hiç olmazsa hikmetli şiirlerden zihninize bazı beyitler aktarın. Bu hazineden faydalanın, diğer vasıflarınıza bunu da ilâve edin.”

Biz bugün edebiyat ve şiir konusunda epey geriye düşmüş bir vaziyetteyiz. Ama inşallah: «Yiğit düştüğü yerden kalkar.» Kalkacağız, ilerleyeceğiz. Zaten Yüzakı Dergisi ‘ nin de yapmış olduğu hamleler, ümitlerimizin- kuvveden fiile çıktığının bir ifadesi…

Yüzakı: Toplumumuzun yaşamış olduğu değişim macerası onun hayatında ve edebiyatında ne gibi tesirler doğurmuştur?

Mustafa UZUN: Bizim toplumumuz son yüzyıllarda tâlihsiz bir macera yaşamış. Münevveri bu noktada topluma yeterince önderlik edememiş. Ayrıca, biz bir medeniyet dairesinden diğer medeniyet dairesine, çok keskin bir şekilde geçmişiz, O keskinlik büyük ve uzun süreli bir kırılma meydana getirmiş, dolayısıyla sanat ve edebiyatımız, devamlılığını kaybetmiş, geleneğini yitirmiş. Ben, gezdiğim İslâm ülkelerinde hattâ Balkanlar’da böyle bir medeniyet değişikliğinin sanata, edebiyata ve gelenekle irtibata bizdeki kadar menfî tesirde bulunmadığını hayretle gördüm. Fakat Türk toplumundaki kopuş ve kırılma nedense çok daha keskin ve belirgin olmuş.

Bizde eskiyle ilgili birçok değer, redde kadar değişen bir yelpazede karşı tavır bulmuş. Bu tavrın dinî hassasiyet sahibi kesimde bile yansımaları mevcut. Meselâ Âşık Veysel, 1970′ li yıllarda yeniden ortaya çıktığı zaman, Âşık Veysel’e daha çok sol kesim sahip çıktı. Oysa Aşık Veysel’in türkülerinde bizim tasavvuf kültürünün unsurları yoğun bir şekilde yer alıyordu. Söyledikleri bizim kültürümüzden ve dinî hayatımızdan besleniyordu. Bu sebepten ben ona bizim sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyordum. Bunu söylediğimde birçok kişi garipsedi. Biz o sıralar ona sahip çıkamadık.

Dinî çevrelerde belli yaşın üzerindeki kişiler, tasavvufî edebiyattan; Yunus Emre’den, Eşrefoğlu Rûmî’den, Seyid Seyfullah’tan hatırı sayılır derecede bir şeyler bilirdi. Muhammediyye’den bazı bölümleri ezbere okurdu. Nitekim köyünde hoca olarak anılan dedem rahmetli, Mevlid’ den,
Yunus’tan, Muhammediyye’den çeşitli bölümleri kız-erkek ayırmadan çocuklarına ezberletmişti. Ama rahmetli babam bu konuda aynı başarıyı bizim üzerimizde gösteremedi.

Münevverlerimize gelince, bunların bir kısmı doğrudan doğruya modern şiirle irtibat kurmuştur. Diğer bir kısmı hattâ çoğunluğu ise, ne modern ne klâsik, hiçbir şiirle, edebiyatın hiçbir alanıyla irtibat kurmamıştır. Onun için bugün münevver kesimin, sanatın diğer dallarıyla olan alâkası gibi şiirle olan münasebeti de bir hayli zayıftır.

Yüzakı: Toplumdaki bozulmayı da, bu noktadaki bozulmanın bir yansıması olarak görebilir miyiz?

Mustafa UZUN: Toplumumuz önceden bu şiirlerdeki hikmetlerden ve güzel sözlerden besleniyordu. Mesela bakın: Her insanın âyet veya hadis ezberlemesi kolay değildir. Ama Yunus’un birçok şiiri toplum hâfızasında yaşamaktadır. O şiirler de zaten ya bir âyetin meâlidir veya bir hadîs-i şerîfin izâhıdır. Yunus’tan, Ahmed Yesevî’den şiir ezberleyen kişi doğrudan veya dolaylı olarak bir âyet ya da hadis meâli ezberlemiş oluyordu. Böylece edebî zevkle birlikte dinin umdeleri de halka kolaylıkla öğretilmiş oluyordu.

Bununla ilgili bir hâtıramdan bahsedeyim:

Edebiyat fakültesinden mezun olduğum yıllarda Yunus’a bir rağbet oluşmuştu. Rahmetli Faruk Kadri TİMURTAŞ Hoca da Yunus’un bir dîvânını neşretmişti. O zamana kadar yapılmış en iyi çalışmalardan biri buydu. Hoca bunu neşrettikten sonra milletin Yunus’a karşı alâkası yeniden arttı. Beyaz Saray kitapçılarından bir arkadaş: “Yahu, bir Yunus Dîvânı da biz neşretsek. ” demiş. Ertuğrul DÜZDAG Bey’e danışmış, o da beni tavsiye etmiş. Yayıncı bana: “Hocanın neşrettiği kitabın içinde bizim Yunus ilahîsi diye bildiğimiz şeyler yok. Bu kitabın içine bunları da koyarak bir kitap hazırlayabilir misin?” dedi. Yunus’a nispeti şöhret bulmuş birçok şiirin, hocanın çalışmasında yer almayışı hocanın şiirleri seçme kıstasından kaynaklanıyordu. Biz bu kıstası biraz daha geniş tuttuğumuz ve Yunus’u belirli bir devrin şair i olmaktan ziyade, yüzyıllara mâlolmuş tasavvufî bir şahsiyet olarak ele aldığımız takdirde nispeten daha geniş bir dîvân hazırlamak mümkündü. Nitekim kabul edip hazırlıklara da başladım.

Rahmetli Fethi GEMUHLUOĞLU benim bu çalışmamı tâkip ediyor, her seferinde

“-Ne oldu, nasıl gidiyor?” diye soruyordu. Ben bu çalışmada hem şiirleri nesre çeviriyor, hem de bazı kelime veya ifadelere dipnotlar koyuyordum. Hocaya:

“-Efendim, bazı beyitler var. Onları · anlamakta ve anlatmakta zorlanıyorum.” diyerek bazı örnekler verdim:

“-Sen hâfız mısın?” diye sordu.

“-Hayır. ” dedim.

“-Oğlum, bunlar evliyâullah sözüdür. Hepsi mağz-i Kur’ ân, lübb-i ehâdîstir. Bu zâtlar öyle lâalettâyin,senin benim konuştuğum gibi sözler söylemezler. Bin düşünürler bir söylerler, o da yerindedir. Sen bir hâfız bul, çözmekte zorlandığın beyitleri ona oku. Bunlar hangi âyetleri çağrıştırıyor diye bir bak.” dedi. O zamanlar «Mu’cemu’ l-Müfehres» gibi fihristler daha yaygınlaşmamıştı. Kuvvetli bir hâfız lâzım. Babam hâfız, ona sorarım, diye düşündüm. Rahmetlinin bir saat tezgâhı vardı. Onun üzerinde saat tamir eder, ben de bir şey soracaksam, gerisinde durur, sorardım. O da hem işini yapar, hem de bana cevap verirdi. Şiirleri okudum. “Şu okuduğun, şu âyeti hatırlatıyor, Şu da şu âyeti, öbürü ise «Râmûz» da gördüğüm şu hadîsi hatırlatıyor… ” şeklinde cevaplar verdi. Hakikaten bir kısmını âyetlerle bazılarını da hadîslerle irtibatlandırarak çözdüm.

Bizim eski şiirimizde yüksek oranda hikmet yer almıştır. Şairlerin hepsi yeterli dinî bilgi ve kültüre sahipti. Zaten hikmeti olmayan şiirler hayatiyetini sürdürememiş, sadırlardan ziyade satırlarda kalmıştır. Bugüne intikâl eden ve yaşayan şiirler genelde içinde mağz-i Kur’ân, lübb-i ehâdîs olan yani Kur’ân ve hadîsin özü bulunan sözlerdir.

Fakat eski şiirlerimiz ve edebiyatımız bugün genelde anlaşılamazlığa mahkûm edilmiş görünüyor. Oysa onlarda bir sıkıntı yok. Sıkıntı bizde. Bizim dilimiz bozuldu. Anlayışımız ve kültürümüz farklılaştı. Dolayısıyla biz onları anlayamıyoruz. Gayret edip anlamak yerine de bir köşeye, kûşe-i nisyâna itiveriyoruz.

Bugün kullandığımız Türkçe, edebî mirasımızla irtibatımızı kolaylaştırmıyor, zorlaştırıyor. Dolayısıyla öz kültürümüzün çok uzağına düşüyoruz. O zaman da bu eserlerin yaşattığı dil, kültür ve ahlâkî değerler, yıkılma tehlikesine maruz kalıyor. O kültür devam etmediği için biz bu kaynaktan yeterince beslenemiyoruz. Biz beslenemediğimiz gibi kaynak da gittikçe kuruyor, bulanıyor. Zihinler onunla neşv ü nemâ bulamıyor, coşamıyor, yenilenemiyor, tazelenemiyor.

Kendi öz kültürümüz ve kimliğimizle irtibatımızı devam ettirebilmek için kısa ve uzun vâdeli çok esaslı çalışmalar yapmak durumundayız. Bir taraftan halk şiiri devam edecek, bir taraftan tasavvuf şiiri devam edecek, bir taraftan dinî manzûm ve mensur eserler devam edecek. Herkes bu sofraya oturacak, tadacak, nasibince bir miktar alacak, lezzetini beğendiğinden tenâvül etmeye devam edecek.

Yüzakı: Şiirimiz ve edebiyattmız, toplumda manevi bir coşku ve milli bir heyecan oluşturmakta nasıl bir yere sahip olmuş ve nasıl bir yankı bulmuştur?

Mustafa UZUN: Bizim edebiyatımızda bütün edebî türlerin yarısına yakını sadece Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ilgili türlerdir. Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu heyecanın ana kaynağı olmuştur. Bu durum mûsıkîmize ve diğer sanatlarımıza da intikâl etmiştir. Araplar bütün dinî şiirlere, ilâhîlere tevşîhât-ı dîniyye deyip hepsini tek bir tür sayar. Ama bizde, mevlidi, mirâciyyesi, regâibiyyesi, tevşîhi, na’ti ilh. var…

İkinci bir şey olarak şunu söyleyeyim: Sözgelimi, şiirleri vasatın altında kalmış üçüncü, beşinci dereceden bir şair… Böyle şairler bile, Hazret-i Peygamber’den bahsedecekleri zaman apayrı bir muvaffakıyete sahip oluveriyorlar. Söz konusu Hazret-i Peygamber olunca, bizim şuâramızın ilhamı kanatlanıyor, kalemi inciler, mücevherler saçıyor… Kaleminden öyle güzel beyitler, öyle güzel sözler, öyle güzel hayaller dökülüyor ki, diğer şiirleriyle mukayese ederek okuyunca: “Bunları bu adam mı söyledi?” diye şaşırıyorsunuz. Bu durum, Hazret-i Peygamber sevgisinin, onunla ilgili söz söyleme heyecanının şaire kazandırdıklarıdır, diye düşünüyorum.

Bu biraz da duymakla, dinlemekle alâkalı bir durum… «Mevlid-i Şerif»i, «Muhammediyye»yi halk dinleye dinleye rûhuna nakşediyor ve o halkın içinden çıkan herhangi bir şair de Peygamber Efendimiz’den bahsedeceği zaman sözün en yüksek seviyesine çıkıyor. Çünkü en yüksek dil ve edebiyat mahsûllerini, O’nun şânının vasfında ve methinde duymuş…

Toplumumuzda okunagelen edebî eserlerin dinlene dinlene nasıl ruha sindirildiğini ve halk tarafından ne kadar kuvvetle idrak edildiğini şu hâdise anlatır sanırım:

Eskiden köy odalarında, «Muhammediyye, Envâru’l Âşıkîn,
Hazret-i Ali cenknâmeleri ve siyreler ilh…» okunurdu. Köyde okuma-yazma bilen birisi okur, köylü de dinlerdi. Bu bazen imam olurdu, bazen de köyden herhangi birisi… Yaşar KANDEMİR Hoca’dan dinledim. Çocukken, babası onu cenknâme dinlemeye köy odasına götüreceği bir gün, yemeğe oturmuşlar. Babası: “Oğlum Yaşar, iyi ye. Bu akşam çok hayın cenk olacak kâfirle… ” demiş. Bir düşünün: Cenk hikayesini dinlemeye «Düşmanla şiddetli cenk olacak ve onlara karşı muzaffer olmak için kuvvetli olmamız lâzım.» diye düşünerek giden bir çocuk… O çocuğun o metni can kulağı ile ezberlercesine dinlemesi ve ileride bir eser ortaya koyacaksa erken yaşlarda aldığı bu heyecanın, qu eğitimin tesiri ile en güzel şekilde bir eser koyması tabiî değil midir? Milletimizin, Çanakkale’ de, İstiklâl Harbi’nde de görüldüğü gibi ne pahasına olursa olsun düşmanın karşısında yıkılmaz ve geçilmez bir kale gibi durması, elbette ki gayet tabiîdir ve bu yaygın edebiyat eğitiminin fiilî bir neticesi sayılmalıdır.

Yüzakı: Peki, günümüzde ortaya konan edebî eserler hakkında neler söylemek istersiniz?

Mustafa UZUN: Edebiyatçılarımız ve şairlerimiz büyük ölçüde işin geleneğinden habersiz bir sûrette eser ortaya koyma çabası içindeler. Eğitimini almadıklarından bu zengin kaynaktan faydalanamıyorlar. Bununla ilgili de bir hâtıra anlatmak istiyorum:

80’li yıllarda Kutlu Doğum Haftası’nın ilk başladığı senelerde bir na’t yarışması açıldı. Rahmetli Selçuk ERAYDIN Hocamız o yarışmaya jüri üyesi olarak gitti. Dönüşünde:

“-Nasıldı hocam şiirler?” diye sordum. Cevaben:

“-Yahu hiç beklediğimiz gibi çıkmadı. Çok şiir geldi ama içinde mevzua lâyık hakikaten güzel şiir yok.” dedi.

“-Hangisini seçtiniz?” dediğimde cevaben:

“-Hiç seçmeyelim, dedik. Fakat Peygamber sevgisiyle yoğrulmuş, senelerce onun sevgisiyle yaşamış, O’nun için mevlidler, hilyeler, kasîdeler yazmış bir milletin çocukları Peygamber’i O’na lâyık bir şekilde övemiyor, demeyelim diye, birinci, ikinci ve üçüncü seçtik.” dedi.

Hâsılı bugün edebiyatçılarımız ve şairlerimiz bile Hazret-i Peygamber’e duydukları sevgiyi nasıl ifade edeceklerini bilmiyorlar.

O’nu lâyıkıyla vasfedebilmek için önce sağlam bir bilgi lâzım. İlk olarak: “Hazret-i Peygamber kimdir?” sonra da:”Peygamber nasıl sevilir?” sorularının cevabı verilmeli. Sahâbe-i kirâm: «Anam-babam Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!» dediği zaman ne söylemek istiyordu? İnsanın önce bunu hissetmesi ve bu hisle hücrelerinin titremesi lâzım… Ve son olarak da O’nun vasfında ve methinde ortaya konmuş büyük edebî eserleri iyi okuyup anlamak ve hazmetmek gerekiyor. Arı gibi her çiçekten bal alınacak, sonra bu sanatkârın beyninde, gönlünde, ruhunda hall ü hamur edilerek imbikten geçirilerek anzer balı gibi ruha gıda, câna şifâ bir lezzet ortaya konacak.

Yüzakı: Yani edebiyat kelimesinde yer alan «edep» eğitiminden iyice geçmek gerekiyor herhâlde…

Mustafa UZUN: Kesinlikle. Fakat maalesef bugün neredeyse edep diye bir kavram yok. Yani yok denecek kadar ciddî bir zaafa uğramış. Toplumun edep ve ahlâk anlayışında da dehşet verici bir yozlaşma ve bozulma görülüyor.

Mesela güzellik ve evlilik yarışmalarına katılan genç kızların aileleri ile ilgili günümüz insanını en çok ve derinden etkileyen iletişim organlarındaki yayınlara bir bakınız ve bunların memleketin en ücra köşelerinde bile adeta hayranlık duyularak seyredildiğini düşününüz. Bazı bilgilere dikkat ediniz. Bakıyorsun ki, aile yapısı ve görüntüsü itibariyle mazbut, giyim-kuşam açısından da kapalı değilse bile mutedil. Ama çocukları edep açısından perişan bir vaziyette ve onlar da bu perişanlığı tasvip ediyor. Hatta bunu bir başarı olarak değerlendirebiliyorlar. Tarih boyunca edebe ve edebiyata numune olmuş bir milletin çocuklarına bunu yakıştırabilir misiniz? Ama anne-babası yakıştırıyor!.. Bu ne demek? Burada kavram ortadan kalktı, demek. Yani evvela zihinlerde bir kayma gerçekleşmiş. Bu kayma da bir sonraki neslin yaşayışında kendisini göstermiş.

Peki, zihinlerdeki bu kayma nasıl gerçekleşiyor? İşte bu, zihinlerin nereden beslendiğine bağlı… Beyinler, dinî ve lâdinî edebiyatımızın seçme eserleri yerine utanç verici televizyon programlarında sarf edilen seviyesiz esprilerle ve dedikodularla beslendiğinde kayma da kaçınılmaz oluyor.

Eğer sen edebine, kültürüne, edebiyatına sahip çıkarsan, edebiyatın da edebine sahip çıkacaktır. Bugün bizim ahlâkî durumumuz çok yara aldığı için ve bu yarayı tamire yönelik akıllıca çalışmalar yapılmadığı, insanların anlayacağı şekilde edebî eserlerimiz olmadığı için kültür âfetleri yaşıyoruz.

Oysa bir millet «edep» çerçevesinde edebiyatına sahip çıkmakla diğer bütün değerlerini muhafaza edebilme gücünü de korumuş olur.

Şimdi bizim büyük bir kısmımızın edebiyat tarafından -tâbiri câizse- rehabilite edilmemiz lâzım ve kabalıklarımızın da törpülenmesi lâzım. Ama bunun için de böyle bir edebiyata ihtiyaç var. Nitekim edebiyat insana zarâfet kazandırır. Bir bakıma Nedim’in şu beytindeki inceliğe ermemiz lâzım:

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsar-ı âl olmuş sana

Yüzakı: Edebiyatın bu koruyucu vasfı, dil üzerinde oynanan oyunların da bir izahı olabilir mi?

Mustafa UZUN: Elbette. Meselâ «ahlâk» kelimesinin anlam dünyası başkadır «etik» kelimesininki bambaşka… Ahlâktaki anlam genişliği ve kuvvetini etik kelimesinde bulamazsınız. Birisine etiksiz deseniz pek bir şey ifade etmez, ama ahlâksız dediğinizde tesiri bambaşka olur. Bugün kötülüklerin, kötü olanların çoğu isim değişikliği ile iyi ve güzelmiş gibi algılatılıyor. Çünkü yalan, yalan olarak damgalansa onu söyleyecek kimseler azalır. Ya da zina, zina olarak dillendirilse, insanlar ondan daha fazla kaçar. Ama cazip ve çekici, sıcak kelimelerle bu kötü fiiller ambalajlanıp ahlâk ve kültür perişan ediliyor. Zaten bir millet altüst edilmek istenildiğinde evvelâ dili ve kültürü altüst edilir.

Meselâ Mao’nun Çin’ deki ihtilâlinin adı, Kültür İhtilâli’dir. Çünkü o, Çinliler’i eski güçlü geleneklerinden koparıp, onlara tamamen yabancı bir kültür empoze etmek istemiştir.

Biz de benzer sıkıntıları yaşamış ve hâlâ da yaşayan bir toplumuz. Hattâ şu sırada bütün İslâm dünyası üzerinde böyle bir hesap var ve bu hesap, müsait zeminlerde yavaş yavaş uygulanıyor. Memleketimiz de maalesef bu uygulama zeminlerinden birisi.

Ama ben bu hususta fazla bedbin değilim. Çünkü bu oyunun farkına varan, bu işin böyle gitmeyeceğini anlayan, sayıları ve güçleri mahdut da olsa insanlar, cemaatler, cemiyetler, ilim erbabı, sanatkârlar ve rehber insanlar var. Allah bu yoldaki gayretlerin semeresini inşallah verecek. Ama bu arada olan milletin evladına oluyor… Buna da tâlim zâyiatı mı demeliyiz, bilmem! Arada kaybedilmiş birkaç nesil var ve gerekeni yapmazsak galiba birkaç nesil daha olacak!

Yüzakı: Bu kötü gidişatın önüne geçebilmek için yapılması gereken şeyler nelerdir?

Mustafa UZUN: İlk önce doğru ve sağlam bir bilgiye sahip olmamız gerekiyor. Çünkü cehâletle bir şey olmaz. Bu işin esası da eğitime dayanıyor.

Bana göre en kestirmesi de büyük ölçüde özel eğitimi ihyâ etmekten geçiyor. Önceden yetişen büyük şahsiyetler daha ziyade birebir eğitimle bir veya birkaç hocadan faydalanarak yetişmiş insanlar. Resmi eğitim; sıbyan mektebi, medrese gibi müstakil bir çizgi üzerinde devam etmiş ama, cemiyeti yönlendiren münevver insanlar yetiştirmek için herkes kendi ölçüsünde özel eğitimden faydalanmıştır. Tanzimat’tan sonra bu özel eğitim, batının değerlerini almak için özel eğitim şekline dönüştü. Pek çok romana intikal eden batılı mürebbiyeleri hatırlayınız. Ama az da olsa bir kısım insanlar da millî ve manevî değerlerini yaşatmak ve çocuklarına aktarmak için özel eğitime yöneldi. Bilhassa din, sanat ve edebiyat için ağırlıklı olarak özel hocalardan eğitim almak önem kazandı. Âkif, Muallim Cevdet, bu konuda ilk hatıra gelen isimler. Hepimizin hayatında ve tahsilinde önemli yeri olan bu gibi kişilerden ikisi de, benim için de ayrı birer ehemmiyetleri olan, Mahir İZ ve Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR hocalarımdır. Binaenaleyh günümüzde bu yolun kullanılması daha da önem kazanmış ve kolaylaşmıştır.

Önceden hocalarımızın birebir eğitimdeki vazife anlayışını ifade eden bir hâtıra anlatayım. Metin YURDAGÜR Hoca’ dan dinlemiştim:

Talebeliğimiz sırasında Çinili Camii’nde Mehmet Efendi isminde bir imam vardı. Bir fenalık geçirerek rahatsızlanmıştı. Olüm döşeğinde, koma hâlinden uyanır uyanmaz ilk sorduğu soru şu: “Ben bu ikindide çocuklara «Edebü’d-dünyâ» okutacaktım; çocuklar geldiler mi? Haber verin de okuyalım!”

Hâsıl-ı kelâm, önümüzde yapılacak çok iş, katedilecek çok mesafe var. Önce hayatı İslâmî çerçevede disipline eden bir edep… Ve elbette ki o edebi destekleyecek bir zevk anlayışı… Bu zevk anlayışının birinci maddesi de edebiyat ve bilhassa şiir… Bütün bunların tekrar ihyâ edilmesi gerekiyor. Ve görüyorum ki Yüzakı’nın bu yoldaki çalışmaları oldukça ümit verici.

Yüzakı: Efendim, vermiş olduğunuz değerli bilgiler ve önemli yorumlar için teşekkür ederiz.

Mustafa UZUN: Bilmukabele teşekkür ve tebrik ile Yüzakı Dergisi’ne yürümüş olduğu yolda muvaffakıyetler dilerim…