Kitabın Kerameti

Dursun GÜRLEK

Yol uzun, ömür kısa olduğuna göre, az zamanda çok işler yapmanın lüzumu herhâlde kendini gösteriyor. Eskimeyen eserleri, bâkî kalan bu kubbede hoş bir sadâ bırakan kitapları okumak, bunları hayatımızın ayrılmaz parçaları hâline getirmek gerekiyor. Unutmayalım ki, aktüalitesini hiçbir zaman yitirmeyen, yüzyıllardan beri elden ele, dilden dile dolaşan, gönülden gönüle, kalpten kalbe taht kuran böyle değerli ilim ve sanat hazineleri, dün olduğu gibi bugün de dünyamızı aydınlatıyorlar, etrafa nur saçmaya devam ediyorlar.

Şirazlı Sâdî’nin «Gülistan»ında hâlâ güller açılıyor, cihanın dört bir yanına güzel kokular saçılıyor. Bu Şark ercümendinin «Bostan»ı, bostan korkulukları hâriç, bütün ziyaretçilerini âdeta sihirliyor. Doğulu-batılı herkesi tesiri altında bırakıyor. Bostan ve Gülistan’a nazire olarak kaleme alınan nice eserin Sâdî’nin kudretine yetişemediği açıkça görülüyor. Molla Câmî’nin aynı minval üzre kaleme aldığı «Baharistan»ının bile yeteri kadar ılık bahar rüzgârları estiremediği, dolayısıyla taklit olmaktan öteye gidemediği müşâhede ediliyor. Şiraz bahçelerinin gülümseyen gülleri, şeyda bülbülleri; bugün de Sâdî’yi, bu vadinin yegâne söz sahibi olarak îlan ediyor.

Büyük İslâm mutasavvıfı Muhyiddîn-i Arabî; Arabî, Fârisî, Türkî herkesi câzibe alanına çekiyor. Hazret, «Fütühât-ı Mekkiyye»siyle hüşyar gönülleri fethetmeye devam ediyor. «Fusûsu’l-Hikem»iyle, hikmet denizlerini olanca heyecanlı manzarasıyla dalgalandırmayı sürdürüyor. Bu Endülüslü âlimin kitapları sadece İslâm dünyasında değil, Hıristiyan kamuoyunda da -tahminlerin çok ötesinde- büyük bir ilgi görüyor. Adına dernekler, kütüphaneler kuruluyor. Muhyiddîn-i Arabî muhipleri, bu büyük üstadın, doğduğu, büyüdüğü, gezdiği, dolaştığı mekânları ziyaret ederek muhabbetlerini tazeliyorlar. Yazdığı eserlerin sayfalarını çevirerek, kalplerini kıbleye çevirmenin mânevî hazzını yaşıyorlar.

Süleyman Çelebi’nin tam bir aşk ve şevk adamı olarak kaleme aldığı meşhur «Mevlid»i, yüzyıllardan beri gönülleri şenlendirmeye, kulakları dinlendirmeye, Muhammedî sırları dillendirmeye devam ediyor. Nazîre olarak yazılan bunca eserin hepsinden daha fazla ve daha şaşaalı bir üslûpla «Peygamber Aşkı»nı terennüm ediyor. Çelebimiz, olanca samimiyetiyle yanıp yakılıyor:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl

sözüne uygun olarak gerçek muhabbetin Muhammedî muhabbet olduğunu îlan ediyor. Kısacası, Süleyman Çelebi de, Kâtip Çelebi, Evliyâ Çelebi, Hızır Çelebi gibi hem çelebileşiyor, hem klâsikleşiyor.

Bütün ilim dünyasının önünde saygıyla eğildiği İmâm-ı Gazalî de -hiç şüphe yok ki- aynı ilâhî kaynaktan besleniyor. O da «Kimyâ-yı Saadet»iyle, kimyası bozulan insanları, huzura erdiriyor. «İhyâ»s ıyla imha edilen gönül saraylarını, yeni baştan ihyâ ediyor. «İhyâ»nın nüfuz ettiği kalplerde, ifsat tohumları bir daha yeşermiyor.

Belirtmeye gerek yok ki, gönüller sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri de aynı çeşmeden su içiyor. «Mesnevî»sinin «Mağz-i Kur’ân» yani ilâhî kitabın özü olduğunu söyleyip böyle mübârek bir esere kurt-kuş hikâyeleri diyen kuş beyinlileri îkaz ediyor: “Bir zamanlar Kur’ân-ı Kerîm’e de eskilerin masalları gözüyle bakan nasipsizler gibi olmayın.” mesajı veriyor. Evet efendim, Hazret-i Pîr Efendimiz’in en mükemmel ve en muhteşem eseri olan Mesnevî, yüzyıllar sonra bile fevkalâde ve hârikulâde gelişmelere ışık tutuyor, müstesnâ hâllerin ortaya çıkmasına vesile oluyor.

İşte birkaç örnek:

Kerbelâ şairi diye anılan Koniçalı Kâzım Paşa, ilk zamanlar Mevlânâ’yı inkâr ediyor. Bir gün Beşiktaş Mevlevîhânesi’nin şeyhi, Nazif Dede’nin ziyaretine gidiyor. O sırada şeyh efendinin Mesnevî’den bir cüz okuduğunu görüyor:

“-Şeyhim, bu kitabı, ne diye okuyorsun?” deyip elinden çekiyor. Bunun üzerine Nazif Dede, Kâzım Paşa’ya:

“-Gözlerini kapa. Parmağını bir yere koy. Bakalım, Hazret-i Pîr sana ne söyleyecek?” diyor. Paşa, şeyhin emrini derhâl yerine getiriyor,

“-Ey mel’un köpek, ne havlayıp duruyorsun?” Söylemeye gerek yok ki, Kâzım Paşa derhâl tövbekâr oluyor, hemen Mevlevî muhiplerinin, Mevlevî dervişlerinin ve ermişlerinin arasına katılıyor. Artık Mesnevî’yi elinden ve dilinden düşürmüyor. Sadece Mesnevî mi, Hazret’in diğer eserlerine de aynı saygıyı, aynı ilgiyi gösteriyor.

Hazret-i Mevlânâ’ya duyduğu büyük muhabbetin etkisiyle Müslüman olan Yaman Dede’nin verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Mesnevî’nin en mükemmel şerhini yapan ve bundan dolayı «Hazret-i Şârih» unvanını alan İsmail Ankaravî, Şa’rânî adındaki bir şairin bu kıt’asını naklediyor: “Rüyâmda Rasûlullah Efendimiz tecelli etti. Mübârek ellerinde Mesnevî vardı. Buyurdular ki: «İlâhî sırlara dair birçok kitaplar çıktı. Fakat böyle bir eser kaleme alınmadı. Ben bu eserin hayranıyım!» “Efendim, burada ister istemez, iki soru hatıra geliyor:

1.Acaba şairin anlattığı gerçek dışı mıdır?

2. Rüyâda gördüğü acaba gerçekten Peygamber Efendimiz midir?

Hemen belirtmek gerekir ki, bunun gerçek dışı olmasına imkân yoktur. Çünkü hiç bir Müslüman, böyle bir şeye cesaret edemez. İkinci noktaya gelince, şairin bu konuda da yanılması asla düşünülemez. Çünkü Peygamberimiz, bir hadîs-i şeriflerinde: “Rüyâsında beni gören, muhakkak ki doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim sûretime giremez!” buyuruyor.

Aziz dostu, Eşref Edip Bey’den öğrendiğimize göre Mehmed Âkif, İstanbul’a geldiği zaman kitaplarını Mısır’da bıraktığını söylüyor. Özellikle Hidiv’in vâlidesi Prenses Emine Hanım’ın kütüphanesindeki Türkçe kitapların kendisine hediye edildiğini, bu kitapların son derece kıymetli eserlerden meydana geldiğini belirtiyor.

Âkif, Hindistan’ın büyük şairi Muhammed İkbâl’in eserleriyle meşgul olduktan sonra, parça parça okuduğu Mevlânâ’nın Mesnevî’sini, başından sonuna kadar okumaya karar veriyor. Fakat, Mısır’da Mesnevî’nin tam nüshasını bulamıyor. Bir gece rüyâ görüyor. Rüyâda kendisine bir nüsha Mesnevî hediye ediliyor. Ertesi sabah, Prens Abbas Halim’in hanımı ve Hidiv’in vâlidesinin kızı Prenses Hatice annesinden kendisine intikâl eden büyük bir sandık kitabı Âkif’e gönderiyor. Üstat sandığı açar açmaz, en üstte, Mesnevî’nin «Hazret-i Şârih» unvanıyla bilinen Şeyh İsmail Rusûhî’nin (Ankaravî) şerhini bularak son derece seviniyor. O günden başlayarak, tam bir buçuk senede Mesnevî’yi hatmediyor.

Görüldüğü gibi Mesnevî kerâmet sahibi bir kitap olduğunu, böyle çeşitli vesilelerle gösteriyor.