Beni Kim Yönetiyor?

Ayla AĞABEGÜM

Televizyonun, cep telefonunun, bilgisayarın hayatımıza girmediği yıllara gidelim. O yıllarda evlerde, şehirlerde, köylerde yaşayan insanların hayatlarını bir an düşünelim. Aradan asırlar geçmedi, o yılları yaşayan insanlar bugün anne, baba, nine veya dede…

Anneannelerimizin hikâyelerini dinleyelim… “Bizler, büyüklerimizin anlattığı hikâyelerle, masallarla büyüdük. Anlatılanların ortak özelliği iyilerin ve kötülerin varolduğu dünyada hep iyiler kazanırdı. Örnekler insanları doğruya yöneltmek için verilir, kötüler cezalandırılırdı. Şarkılar, türküler, bilmeceler, şiirler hayatımızın rengiydi. Saygı, sevgi, yardımlaşma, üzüntülerin ve sevinçlerin paylaşılması yaşanarak öğrenilirdi. Ev işleri, nakışlar, dikişler, örgüler hayatımızın şiir gibi yaşanmasıydı. Alışveriş, ihtiyacımız olduğu zaman yapılırdı.

Büyüklerimizden tasavvuf erbabının yaşadığı hayatı dinlerdik. Onlar ibadet dışındaki hayatın da İslâmî ve ahlâkî olmasını telkin ederlerdi. Sonra hayatımıza radyo girdi. Bu bir yenilikti, evlerimize tanımadığımız insanların girmesi, bizimle birlikte yaşamasıydı. Yapılan sohbetlerin, anlatılan masalların, hikâyelerin azalmasıydı. Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize yenilerinin eklenmesiydi. Penceremizden ağaçları, çiçekleri, kuşları, gökyüzü nü, komşuların gidiş-gelişini, oynayan çocukları seyrederken, evimizin içine bir pencere açılmış ve dış dünya evimizin içine girmeye başlamıştı. Sonra telefonun hayatımıza girme heyecanını yaşadık. Mektuplar, tebrikler yerini kısa konuşmalara bırakıyordu. Bir müddet sonra televizyonla tanıştık. Radyonun edebî üslû bu, yerini sıradanlığa bırakıyordu. Özel televizyonlar, kanunsuzluğun içinde birdenbire yayın yapmaya başlamış, şikâyetlerin artması üzerine, devrin başbakanı: “Benim halkım işini bilir, beğenmezse seyretmez.” demişti. Bizi idare, edenler aslında Türk halkının sessizliğini bildikleri için dayatmalarla hayatımıza yön vermeye çalışırlar. Televizyon denilen sihirli kutu da ilkesizliğin içinde bir dayatmaydı, isteyenin istediğini yaptığı bir arenaydı.

Yayın yapan kanalların artmasıyla beraber ilkesizliğin de sınırları genişliyordu. Bir devir önce komşularınızı seçerken bazı değerlendirmeler yapıyor, tavırlarını, konuşmalarını beğenmediğiniz kişilerle, komşularla ilişkilerinizi kesiyor veya aranıza belli bir mesafe koyuyordunuz. Oysa bu yeni komşunuz teklifsizdi. Vakitli, vakitsiz, hoşlansanız da hoşlanmasanız da sizinle beraber oluyordu. Sizinle olmasa bile ailenizin bir kısmıyla beraber oluyordu. Beğenilerimiz, tavırlarımız, konuşmalarımız farkına varmadan değişiyordu. Araya giren reklâmlarla kullanacağımız deterjanlar, eşyalar, yiyeceklerimiz belirleniyordu. Konuşmuyor, bağırmaya, tartışmaya alışıyorduk. Gülümsemiyor, dakikalarca gülüyorduk, üzüntülü anlarımızda gözlerimiz yaşarmıyor, sadeliğin yerini gösteriş alıyordu. Acılarımızı bile yaşayamıyorduk, cenazeler alkışlarla uğurlanıyordu. Namaz vakitlerinin dışında dua etmeyi, şükretmeyi unutuyorduk.

Hayatımıza alışveriş merkezleri girmişti. İhtiyaçtan değil, vitrinleri seyretmek için dolaşıyor, gördüklerimizi almadan yapamıyorduk. Çocuklarımızı ödüllendirmek için bu merkezlere yemek yemeye götürüyorduk. Denizi, baharı, çiçeklerin güzelliğini, kuş seslerini dinlemek yerine gürültülü mekânları tercih ediyor, misafirlerimizi evde ağırlayacağımıza buralarda ağırlamayı tercih ediyorduk. Anlatacak masallarımız, hikâyelerimiz yoktu. Hayatımız şiiriyetini kaybetmiş, markaların kölesi olmuştuk. Bulunduğumuz mekânlarla, tutku hâlinde bağlandığımız takımlarla, partilerle kendimizi ifade ederken ayrıcalıklı olduğumuzu düşünüyorduk. Okuduğumuz gazetelerle ve o gazetenin yazarlarıyla bütünleşiyorduk. Öyle ya bizim gazetemizde yazılan her şey doğrudur, o gazetenin yazarı doğruyu söyler, tuttuğumuz parti ve politikacılar da tenkit edilemez. En çok satan kitap listeleri tercihimizdir. O kitapta ben var mıyım? Hayır. Değerlerim var mı? Hayır. Yaşanılan hayat, öveceğimiz bir hayat mı? Hayır. Millî duygularım, vatan sevgim, bayrağım, ailem, onlara bağlılığım da mı yükselen değerlerin içinde yer almıyor? ÖYLEYSE BEN KİMİM VE NE İÇİN YAŞIYORUM? DİRENMEK VE «BEN DE VARIM!» DİYEBİLMEK, «DAYATMALARA HAYIR!» DEMEK ÇOK MU ZOR?

“Çağdaş batılı benlik boştur, zira aile, cemaat ve gelenekle irtibatını kaybetmiştir. Bu benlik; çağının yabancılaşma ve parçalanmasına karşı durabilmek için, tüketim malzemeleri, kalori cetvelleri, yeni yaşantılar, politikacılar, romantik sevgililer ve empatik terapistler tarafından doldurulmayı arzulamaktadır. Bu iç boşluk, kendini farklı biçimde gösterebilir. Azalmış öz saygı, değer karmaşası, yeme bozuklukları, maddenin kötüye kullanımı ve kronik tüketicilik gibi … “

«Özgürlüğün Baş Dönmesi» kitabından yaptığımız bu iktibas bizi düşündürmeli, yaşadığımız hayatın içinden anlatacağımız hikayeler olmalı ve bu hikayeler bize doğru yolu göstermelidir. Batılı eğitimle yetişen terapistler, bizim hikayemizi biraz zor anlarlar. Onlar bile işin vahametinin farkındalar. Dayatılan düzene hayır demek, çok zor değil. Ayrıca çok zevkli, sıradan olmaktan çıkıp, yaşanması gereken güzel değerlerin savunucusu olmak… Bir hadisle düşünce ufkumuzu genişletebiliriz. “Sizin en hayırlınız, günaha girmemek şartıyla milletini, müdafaa edeninizdir.”

Bize yapılan dayatmalarla ilgili bir hâtıramı paylaşmak isterim. Bir televizyonda kültür programı yapmam istenmişti. Programın muhtevası, kültür sohbetleriydi. İlk sorulan soru, program başına ne kadar ücret istediğimdi. Soru, bana garip gelmişti, pazarlıkla program yapmak, pazarlıkla yazı yazmak… Medya dünyasında bunun karşılığı belirli olmalı, diye düşünürüm. Verdiğim cevap şöyleydi:

“-Benim konumumda ve benim yaşımda bir kişiye verilen neyse odur. Bunun miktarını sormuyorum, bir gün farklı ücretler verildiğini duyarsam üzülürüm, vebâli sizindir.” Birinci bölümü atlatmıştım, sonuç onları ilgilendiriyordu. Birkaç gün sonra:

“-Size bir firmadan kıyafetler gelecek, televizyona geldiğinizde onları giyeceksiniz.” dediler. Ben magazin programı sunucusu değildim. Bir firmanın kıyafetini giyip, sonunda o firmanın reklâmını yapmak benim görevim olmamalıydı. İtiraz ettim.

“-Programa değişik kıyafetlerle çıkmanız, televizyonculuğun gereğidir.” dediler. Ben de:

“-Kıyafetleri giysem bile, programımın sonunda reklâmı yaptırmam.” dedim. Televizyoncular:

“-O zaman firma neden kıyafet versin?” dediler. Ben:

“-Siz, bir saniyelik reklâmı başka zaman yapın. ” dediğimde, onlar:

“-Televizyonculukta böyledir.” dediler. Sonunda ben annemin bana ördüğü hırkalarla, kazaklarla programa devam etme hürriyetimi kazandım. Bir gün gazete îlanında programımın reklâmında resmimi gördüm. Reklâm bölümüne:

“-Kardeşim, ben kültür insanıyım, gazete îlanında resmimin işi ne, programı yazmanız yetmiyor mu?” diyecek oldum.

“-Olmaz!” dediler; “-Televizyonculuk görselliktir, resimsiz reklâm olmaz.” Biraz fazla diretmiş olmalıyım ki:

“-Peki, program reklâmınızı gazeteye koymayalım. ” dediler ve anlaştık. Buna benzer hikâyelerim çoktur. İki yıl içinde onlar bana televizyon sektörünü anlatmaya çalıştılar, ben de onlara:

“-Kurduğumuz televizyonda şartlarımızı biz belirlemeliyiz. Başkalarına benzemektense kendimiz olmalıyız. ” düşüncesini anlatmaya çalıştım.

Sonuç: Televizyon sahiplerinin ve sponsor olan zenginlerimizin; bizim kültürümüz üzerinde düşünmeden, bu konuda yazılanları okumadan doğruları bulması mümkün değil.

Hepinizin anlatacağı hikâyeler var, her hikâye üzerinde düşünürsek yeni bir bakış açısı getirebiliriz. Yeni bakış açısı getirmek için ilim adamı olmaya gerek yok. Düşünmesini bilmek ve sonuca varırken, kendi açımızdan projeler üretmek yeterli.

İnsanlar yoruluyorsa, işini sevmiyorsa, mutlu değilse, çocuklar iyi yetişmiyorsa, hayatımızın içine, şiddet, küfür, kandırma, çalıp çırpma, marka hastalığı, alışveriş merakı, para harcayarak en iyiye ulaşılır düşüncesi girmişse, güzel hasletlerimiz azalıyorsa sebepler üzerinde düşünmeliyiz. «Dinimizin güzelliklerini neden yaşamıyoruz?» sorusu, cevabını aramamız gereken, bir soru. «Kıyafetimiz konusundaki ısrarımız, titizliğimiz, mücadelemiz, hayatın diğer safhalarında neden yaşanmıyor?» Cevap verebilir miyiz?

Bizler mutasavvıfların hayatlarıyla ilgili hikâyelerle büyüdük. Çocuk ruhumuzda onların etkileri büyüktür. Belki yeniden bir eğitim projesi üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Annelerin, babaların, öğretmenlerin, müdürlerin, kamu çalışanlarının, belediye çalışanlarının, siyasîlerin, zenginlerin, çocukların vakıf yöneticilerinin… aklımıza gelen her kesimin eğitilmesi. Çıkış noktamız, örnek parçaları okuyup üzerinde düşünmek ve değerlendirme sonucunda hayata uygulamak. Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmak. Peygamber Efendimizin hayatındaki incelikler üzerinde düşünmek. Yunus Emre, Mevlânâ gibi, bütün tasavvuf erbabının hayatlarıyla Erol GÜNGÖR, Mümtaz TURHAN, Nurettin TOPÇU, Necip Fazıl KISAKÜREK… gibi yazar ve şairlerden seçilen parçalarla ruhumuzu zenginleştirmek.

Kalem Koleji’nde Zarafet Kulübü var. Çocuklarla eski İstanbul hayatıyla ilgili birkaç derslik sohbet etme fırsatım oldu. Bu arada her sabah saat 08:00’de okuma saatinin olduğunu, o saatte yemekhanede, sınıflarda, idarede her yerde herkesin kitap okuduğunu öğrendim ve paylaşmak istedim. Evlerimizde de okuma ve düşünme saatleri düzenleyebiliriz. Mecliste, belediyelerde, her yerde düzenlenecek saatlerde örnek parçalar okunması dileğiyle.