Îmâna Dair Alınacak Dersler Bakımından; HAŞHÂŞÎLER

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-agustos2016

Hicrî V. asırda İsmaîlî-Şiîler içerisinden çıkan Hasan Sabbah’ın takipçilerine «Haşşâşîn» veya «Haşîşiyye» adı verilir. «Kuru ot» anlamındaki haşîş kelimesi, özellikle uyuşturucu özelliğe sahip hint keneviri için kullanılmıştır. Haşşâş ise o bitkiyi kesmeye yarayan âlet demektir. Bu durumda haşşâşîn ot kesiciler, haşîşiyye ise otçular olarak terceme edilebilir. Türkçede bu kelime, daha çok «haşhâşî» şeklinde kullanılmaktadır.

Haşhâşîler; Sünnî toplumu çökertmek amacıyla başta sultan, vezir gibi yöneticiler ve ilim adamları olmak üzere önde gelen kişilere sûikastler düzenleyen bir cinayet şebekesidir. Selçuklu Sultanı Melikşah ve veziri Nizâmülmülk en meşhur kurbanlarındandır. Haşhâşîler, gerektiğinde kendilerini kamufle etmekte son derece mahirdiler. Kurbanlarının en yakınına kadar sokulmayı, onun güvenini kazanmayı başarırlar; vakti gelince de toplumdaki herkese ve her yere ulaşabilecekleri kanaatini yayan vazifelerini yerine getirirlerdi. Bu vazife, yerine göre verilecek bir mesaj veya herkesin gözü önünde yere serilecek bir kurban olabilirdi. Meselâ; kendilerini yok etmeye azmetmiş Sultan Sencer’in yatağına hançer saplamışlar, böylece onun haremine kadar sızabilecekleri mesajını vermiş ve onun kararlılığını tavsatmışlardır. Kezâ derslerinde kendilerini tenkit eden büyük âlim Fahreddîn er-Râzî’yi (ö. 606), talebeleri arasına sızdırdıkları bir taraftarları vasıtasıyla ölümle tehdit etmişler; bunun üzerine Râzi, onlar aleyhinde konuşmaktan kaçınmaya başlamış ve haklarında soru soruldukça kinâî bir şekilde; “Onların burhân-ı katı‘ları (kesin/keskin delilleri) vardır.” cevabını vermeye mecbur olmuştur.

Haşhâşîler amaçlarını gerçekleştirmek uğruna öldürülmeyi göze almış fedâî ruhlu kimselerdir. Zaten dehşet salmak için Cuma namazı vb. vesilelerle oluşan büyük kalabalıklar içinde işledikleri cinayetler sonrasında genellikle linç edilmişlerdir. Bu sebeple onların, linç esnasında acı duymamak için uyuşturucu kullandıklarına inanılmış ve «haşîşiyye» ve «haşşâşîn» olarak adlandırılmaları da buna bağlanmıştır. Batı dillerine «sûikastçi» anlamında kullanılan «assassin» kelimesinin de buradan geldiği ileri sürülür. Bu kelimelerden hareketle bazı fantastik iddialar da ortaya atılmıştır. Güya Hasan Sabbah; uyuşturucuyla şuursuz hâle getirdiği sempatizanlarını şarap sunan sâkîler ve güzel kadınların bulunduğu bahçelere taşıtır, kendilerine geldiklerinde onlara cennette oldukları intibâını verirmiş. Sonra onları uyuşturucuyla tekrar şuursuz hâle getirerek bahçelerden çıkarır, böylece etrafında pervâne gibi dönen sâkî ve dilberlerin bulunduğu cenneti özleyen ve oraya tekrar kavuşmak için ölmeye can atan bu kimseleri kendisine sadık fedâîler hâline getirirmiş…

Hemen belirtelim ki; bu iddiada gerçeklik payının olması şöyle dursun, fedâîlerin cinayetleri öncesinde uyuşturucu kullandıkları bile şüphe götürür. Bu, gerçek olmaktan ziyade; sabah işine gidip akşam evine dönen sıradan halk tabakalarının, öleceğini bile bile cinayet işleyen bu insanların tutumuna kendilerince getirdikleri bir açıklama gibi görünmektedir. Nitekim günümüzde de insanlar, IŞİD ve PKK gibi örgütlerin yaptıkları intihar eylemlerini benzer şekilde yorumlamaya çok yatkındırlar. Doğrusu böylesi bir yorum; bu tür cânîlerin toplum gözünde çirkinleştirilip mahkûm edilmesine son derece elverişli bir propaganda malzemesi de oluşturmaktadır. Bu itibarla Hasan Sabbah takipçilerinin isim babasının, o devrin devleti olması kuvvetle muhtemeldir. Bunları yazmakla maksadım, onların veya günümüzdekilerin hiç uyuşturucu kullanmadıklarını söylemek değildir. Elbette bu tür şebekeler içinde herkesten yararlanılır, bu arada bağımlı kişiler de istihdam edilebilir. Ancak yapılan eylemleri bütünüyle böyle izah etmeye çalışmak yanlış olur. Bir veya birkaç bağımlının yapılacak bazı eylemlerde kullanılması mümkündür, ancak uzun yıllara bağlı amaçların ve büyük stratejik hedeflerin şuursuz birkaç bağımlı insanla gerçekleştirilmesi imkânsızdır. Çünkü belli bir hedefe ulaşmak için gerekli olan ilk nesne şuurdur. Şuurunu kaybetmiş olan biri, pusulasız bir gemiden farksız olacağından hedefe kilitlenemez. Dolayısıyla o tür kişilerle hiçbir hedef de gerçekleştirilemez. Evet, Hasan Sabbah’ın elemanları bir uyuşturucu kullanıyordu. Ancak bu uyuşturucu bir bitkiden elde edilmiyordu. Aksine onların inançlarından ibaretti. Hasan Sabbah’ın, Alamut Kalesi’nde dînî kuralları son derece sıkı işlettiğine dair nakledilenler de bunu teyit eder.

Bütün bunlar inancın gücünü gösterir. İnanç, bir amacı gerçekleştirmek için gerekli olan en büyük sebat ve kararlılık kaynağıdır. Savunma esnasında da en büyük silâhtır. İnanç sarsılmadan direnç kırılamaz.

Bir silâha benzettiğimizden de anlaşılacağı üzere, inanç iyiye de kötüye de kullanılabilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;

“Eğer mü’minseniz îmânınız size ne kötü şeyler emrediyor.” (el-Bakara 2/93) buyurulur. Bu sebeple kişinin neye ve nasıl inandığının şuurunda olması, taklitle yetinmeyip tahkîkî (araştırmaya dayalı) îmâna geçmesi lâzımdır.

İnancın kötüye kullanılmasının IŞİD vb. değişik örnekleri vardır. Ancak inanma keyfiyeti açısından en dikkat çekici örneği şüphesiz «Haşhâşîler»dir. Haşhâşîler, İsmaîlî mezhebine bağlıdır. İsmaîlî mezhebine göre hakikat ancak imamdan öğrenilir. Dolayısıyla haşhâşîler tek bir kişiye bağlıdırlar. O ne derse, doğru odur. Böylesi bir bağlanma ise İslâmî açıdan katiyen kabul edilemez. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, Hazret-i Peygamber’e itaati bile mârûf (iyilik) şartına bağlamıştır. Aslında vahyin kontrolü altında bulunduğu, «zelle» denilen küçük hataları vahiy tarafından düzeltildiği için, Hazret-i Peygamber ancak mârûfu emreder. Ancak İslâm açısından son derece önemli olan; «Allâh’a isyanda mahlûka itaat edilmemesi» ilkesine işaret etmek için Kur’ân’da Hazret-i Peygamber’e;

“Mârûf konusunda Sana isyan etmesinler.” (el-Mümtehine 60/12) buyurulmuştur. Dolayısıyla İslâm’a göre Allah ve Rasûlü dışındaki herkesin sözü doğru da olabilir yanlış da; doğru veya yanlış oluşuna göre kabul de edilebilir, red de. İslâmî nokta-i nazardan doğrunun ölçüsü şahıslar değil, Kur’ân ve Sünnet’tir. Cemaat lideri, tarîkat şeyhi, parti başkanı vb. hiçbir şahıs; doğrunun ölçüsü olamaz. Herhangi bir şahsın görüş ve düşüncelerini Kur’ân ve Sünnet’in önüne geçirmek Kur’ân’a göre onları ilâhlaştırmak olur. (Bkz. en-Nisâ, 4/60, 65; et-Tevbe, 9/31; el-Ahzâb, 33/36; el-Hucurât, 49/1) Müslümanlar olarak bu konuda kendimizi sürekli denetim altında bulundurmamız gerekir.