Neden İslam’a Düşmanlık Besliyorlar ?

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

 

GÜNÜMÜZ ve TERÖR

İslâm; yüce Allâh’ın insanoğluna hidâyet için gönderdiği vahdet inancını aşılayan hak din silsilesinin son halkası;

«Onu Biz indirdik ve yine Biz koruyacağız.» (el-Hicr, 9) âyetinde ifade edildiği üzere ilâhî sıyânet ile korunmuş ve kıyâmete kadar da korunacak tek dindir.

Bu müslümanca ve insaflı gönül ve zihinlerin de şeksiz kabul ettikleri tespitten sonra; özellikle günümüzde zirve yapan «İslâm ve terör», «İslâmî terör» veya «müslüman terörist» ifadelerinin ortaya çıkmasındaki zihnî alt yapıya bakmak ve bu meş‘um ifadeleri tedâvüle sokan bed ruhların iz‘ansız ve mesnetsiz iddialarının asıl gayelerine yönelmek gerek.

Yönelelim ki;

Bu menfî propagandanın dünya çapında bu denli yaygınlaşmasının sebebini ve hangi gayeye hizmet ettiğini rahatlıkla görüp ona göre evvelâ fert plânında sonra da içtimâî mecrâda bu menfur saldırılara heybetli bir duruş ve kavî bir mukavemet gösterebilelim.

Ulvî değerleri olmayan-zayıf olan ve/veya kalbinde gerçek vatanının, cennetin kokusunu hissedemeyen bütün ruhlar için bu hayat; her ne kadar dilden cennet ve cehennem kelimeleri dökülse bile, vazgeçilmez ve fedâsı gayr-i kābil derecesinde bir varlık âlemidir.

İslâm’ın ilk devrinde yani Mekke devrinde, inanç dünyasının şekillenmesi yolunda ortaya koyduğu en mühim gerçek ve muhataplarının kalbini sarsan «azîm haber» (en-Nebe, 2) âhiret inancıdır. Müşrikler; «âhiret» ile ilgili âyetler nâzil olmaya başladığında sarsılmış, yüreklerinde gizlemeye çalıştıkları korkularını; «Gel seninle anlaşalım, âhiret mevzusunu gündeme getirme!» gibi basit bir karşı koyuşla dile getirerek bu misafirhanedeki hayattan sonra ikinci bir hayatı yok saymayı teklif etmişlerdir. Hâlbuki şunu net bir şekilde biliyorlardı ki O Hazret-i Nebî bu konuda inanmış bir elçiydi. Haberin asıl ve tek sahibi yüce yaratan Allah idi.

Peki, âhiret inancını inkâr etmek neden bu kadar önemliydi onlar için?

Çünkü âhiret inancı; onların, kendi arzu ve isteklerine göre yaşamasını engelliyordu. Allah var ve hesap soracak haberi, onların kendi arzu ve isteklerine göre tahrif ettikleri semâvî ve oluşturdukları beşerî dinlere uymuyor ve karabasan gibi gündüzlerini de karanlığa boğuyordu.

Gerçi bugün de aynı derdin girdabında dönüp durmakta değil miyiz? İnternet, televizyon, reklâmlar, modalar vb. dünyayı albenili gösteren her şey bizi mezkûr girdabın sarmalları içinde debelenmeye itmiyor mu? Bütün bu sorumsuzluk hissiyâtı, yüreklerde âhiret inancının gerçek mânâda temerküz etmemesinden mütevellit cerahatli bir hastalık gibi bizi de sarmış değil midir?

***

Belli başlı önde gelen dinlere ve bu dinlerin âhiret inançlarına hızlı bir göz atacak olursak, bu dinlerin beşer eliyle bozulduğunu veya kimi insanların hevâ ve heveslerine göre oluşturulduğunu açık seçik görmemiz mümkündür.

Hâl-i hazırda dünyada en çok inananı bulunduğu söylenen Hıristiyanlığı ele alacak olursak; bu dînin âhiret inancının tamamen buharlaştığını, kıyâmet, cennet, cehennem gibi mefhumların karşılıksız birer kültürel kelimeden ibaret olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü âhiret inancı zulme ve günaha mâni olmalıdır. Lâkin Hıristiyanlık, günahkârı kilisede parayla aklama şeklindeki tam anlamıyla bir çocuk oyuncağı sistemiyle, primitifçe; «Ne kadar zenginsen o kadar günah işleyebilirsin!» şeklinde, şeytan ve nefsin arzu ve isteğine göre bir din anlayışı geliştirmiştir. Bu dinde ne şerîat ne de takvâ söz konusudur.

Ve hattâ inanç esasları dahî insan eliyle kurulmuştur.

Hıristiyan din adamları, belli tarihlerde toplanan konsiller vasıtası ile Tanrı adına karar vericiliğe soyunmuş ve îtikādî noktaları -hâşâ- Tanrı’nın boş bıraktığını düşünüp, din adına kendi arzuları istikametinde kanunlaştırmışlardır.

Meselâ 325 tarihinde toplanan İznik Konsili’nde Hazret-i İsa ilâh ilân edilmiş ve inanç esasları arasına konulmuştur. Yani hıristiyan inancına göre Hazret-i İsa daha öncesinde beşerdi, bu konsilden sonra -hâşâ- Tanrı oldu.

431 yılında Efes’te toplanan konsilde ise Hazret-i Meryem; «Tanrı doğuran» anlamında «Theotokos» ismini almıştır. Tanrı kabul ettikleri Hazret-i İsa’nın annesine de beşer üstü bir mevkî vermek için 100 yıldan fazla bir zaman geçmesi gerekmiş.

451’de toplanan Kadıköy Konsili’nde ise Hazret-i İsa’nın hem insânî hem de ilâhî özellikleri barındıran bir hususiyette olduğu ilân edilmiştir. Çünkü tüm hususiyetleri ile Tanrı deseler, ölmüş olduklarına inandıkları birisini Tanrı yapmış olacaklar.

1869’da yapılan Birinci Vatikan Konsili’nde ise «papa»nın yanılmazlığı kabul edilmiştir. Yani o zamana kadar papalar yanılabiliyorlardı. Fakat konsile katılan piskoposlar tarafından alınan bu kararla, papalar yanılmaz oldu ve her söyledikleri doğru bir mertebeye ulaştı.

Görüldüğü gibi konsillerde alınan kararlar da günün ihtiyaçlarına göre farklı formlarda ortaya çıkmıştır. Bir önceki konsilde alınan karar ile tenâkuz teşkil etmesi de çok fazla umursanmaya değer bulunmamıştır.

Burada İslâm’daki içtihat anlayışı ile konsillerin kararları arasında bir bağlantı kurmak isteyenler için şunu söylemek de faydadan hâlî değildir:

İslâm’da mezheb imamları veya müçtehidler amelî mevzularda içtihatta bulunurlar. İnanç hususlarında, Allâh’ın varlığı, birliği gibi temel konularda farklı bir içtihat kesinlikle bulunmamaktadır. Böyle bir düşünce devreye girdiği anda, o düşünce ve sahibi İslâm dışındadır ve konuşmaları İslâmî değildir kesinlikle.

Hıristiyanlık tarihine baktığımızda, amelî noktalarda da bu dînin kabul edilemez içtihatlarda bulunduğunu söylemek zor değildir. Meselâ ilk devir hıristiyanlarının tesettür ve domuz eti yememe konusunda daha titiz ve dikkatli oldukları söylenebilirken, günümüzde daha serbest ve kişiye göre bir algılayışın ortaya çıktığı görülmektedir.

Mesela; «Hıristiyanım!» diyenlere baktığınızda görürsünüz ki; plâjlarda neredeyse anadan üryan bir kitle görünür. Günlük yaşantıda ise giyinmek için mi yoksa soyunmak için mi giyildiği anlaşılamayan kıyafetler giyilirken, kiliselerde bazı râhibeler ise pür tesettürdür. Nisbeten bozulmamış bir tesettür anlayışı…

«Peki, hangisi Hıristiyanlığın emrettiği tesettür şeklidir?» gibi bir soru sorulsa cevap ne olur?

Bu konu kişinin vicdanına kalmış, kişiden kişiye değişen bir durumdur! Sadece bu durum bile gösterir ki -ne kadar akıllı olursa olsun- burada bir beşer eli bulunmaktadır. Zamanın sahibi olan Allâh’ın koyduğu kanunlar değildir pratikte uygulanan bu din. Her ne kadar bazı müslümanlarda da aynı şekilde tesettürsüzlük durumu mevcut ise de İslâm’ın tesettür hususundaki hükmü nettir. Bu hükme uymayanın günaha girdiğini kabul etmektedir. Buna mukabil Hıristiyanlık; «Tesettür şudur veya şöyledir.» şeklinde tutarlı bir tavır ortaya koyamamaktadır. Onun için bu mevzu hakkında; «kişinin vicdanına kalmış bir konudur» denilmektedir.

Yahudiliğe baktığımızda ise daha ibtidâî ve kafatasçı bir anlayışla karşılaşırız. Yahudilerin tanrısı Yehova sadece yahudilerin tanrısıdır ve yahudi olmayan insanları da diğer mahlûkatı yarattığı gibi tamamen yahudilerin hizmeti için yaratmıştır. Yahudi olmayan insanlar da birer metâ gibidir.

Bunun yanında hahamların diğer bazı uydurmaları daha vardır ki insan aklının kabul etmesi mümkün değildir. Tanrı Yehova, antropomorfik yani birtakım insânî nitelikler ile zikredilir. Kızar, canı sıkılır, kin besler, üzülür… Beşer gibi birtakım hususiyetleri, âcizlikleri barındırır. Hattâ beşer sûretine bürünür Hazret-i Yâkub’la güreşir ve Yâkub onu, yani Tanrı’yı yener. (!)

Peygamberler ise değil ismet sıfatını üzerlerinde taşımak; sıradan bir insanın işlemeyeceği, işlemeyi düşünemeyeceği günahları işlerler. Kendi kızları ile birlikte olurlar, bir peygamber kendi oğlu tarafından kötü muameleye maruz kalır, başka bir peygamber ise evli bir kadını sever ve kadının kocasını öleceği bir savaşa gönderip dul kalmasını sağlayarak -tabiri câizse- kapatma yapar. Hâşâ, sümme hâşâ!..

Âhiret inancı ise çok lâalettayindir. Yani tanrı Yehova, yahudileri az bir cehennem ateşi ile cezalandırır sonra cennetine alır. Kalan bütün insanlar ise yahudi olarak doğamadıkları için cehenneme atılır. Dünyada ne günah işlerse işlesin, yahudiler cenneti garantilemişlerdir. Onların günahlarını affetmek için hahamlarına rüşvet vermelerine de gerek yoktur. Dolayısıyla istedikleri gibi yaşarlar, canları ne isterse istesin yapmakta serbesttirler. Ve hattâ son günlerde Kudüs özelinde gördüğümüz gibi başka dinlerden olan insanları -özellikle de müslümanları- öldürdüklerinde bu cinayetten dolayı ecir, sevap alırlar.

Birtakım mistik doğu dinlerine toplu olarak bakacak olursak da görürüz ki onlarda da temel ve kapsamlı bir âhiret inancı yoktur.

İyi ol, güzel yaşa, kötülük yapma; «Nirvana»ya ulaş. Peki, nedir nirvana? Bir boşluk… Ne olduğu belli olmayan bir kara delik… Öldükten sonra; yaşarken yaptığın işlere göre bir hayvan, bir bitki veya başka bir şey olarak tekrar döneceksin. Bu kısır döngü ve fâsit daire devam edip gidecek. İyi işler yaparsan sonraki hayatında da insan olabilirsin. Belki de büyük bir lider ya da zengin, şöhretli, etkili bir kişi. Sonsuza kadar böylece devam edip giden bir bilmece. Boşlukta debelenme… Kendini kaybetme…

Bu malzemelere baktığımızda, İslâm’ın dışındaki inanç sistemlerinin, müntesiplerine sunduğu tek bir ortak nokta gözümüze çarpıyor:

Ey insan, doğru yol bizim yolumuz; sen de bize tâbî ol ve istediğini yap. Bizim tanrımız seni bağışlar. Dünyada istediğin gibi yaşa, ye, iç, eğlen. Gerisini tanrıya bırak. O affeder…

***

Hazret-i Âdem’den bu yana yüce Allâh’ın vaz‘ ettiği «âhiret inancı» konusu yine o dönemden bu yana nefis ve şeytanın oyuncağı olmuş insanlar tarafından her zaman «azîm haber-dehşetli haber» olarak algılanmış ve bu haberin taşıyıcılarına karşı mücadeleye sevk etmiştir. Çünkü hesabın olduğunu bilen bir kul, günah işlemekte daha çekimser davranır, terör estiremez.

İmtihanın gayesi de bu değil mi?

Kim kazanacak, kim kaybedecek?!.

Bundan dolayıdır ki bugün, bâtıl ve muharref onlarca din bulunmasına rağmen onlara karşı bir taarruz olmamakta; insana şefkati, merhameti anlatan, hayatın her safhasını Yaratıcı’nın emrettiği istikamette yaşamayı salık veren, sağlam itikatlı İslâm dînine karşı en yüksek seviyeden psikolojik bir harp uygulanmaktadır.

Doğru, selîm ve fıtrata uygun olan İslâm’ın yine doğru, selîm ve fıtrata uygun yaşamaya çalışan bütün insanları kendine çekeceğini bilen ve gören nato kafa, nato mermer zihin ve fikirler için hangi inanış veya ırktan olduğuna bakmadan ortak bir düşman olacağı açıktır. Bunun için de günümüz insanını en etkileyecek söz ve sihirleri kullanmaktadırlar.

Terör.

İslâm ki kelime mânâsı bile «barış» olan bir dîni, terör ile bir arada zikretmek havanda su dövmekle eş değer olmalıdır. Fakat âhiret düşmanı terör seviciler; neredeyse bütün dünya insanlarının algılarında, İslâm ve terör kelimelerinin yan yana zikrede zikrede ne yazık ki büyük oranda bu konuda başarılı da olmuşlardır.

Hâlbuki bu dînin yüce Peygamberi, peygamberlik müddetinde -rakamlar bazı seriyyelerin gazveler içinde olması veya bazı gazvelerin de daha çok savaşmaktan ziyade güvenlik gayesi taşımaları sebebiyle çeşitlilik göstermekle birlikte- toplam 27 gazve ve ondan biraz daha fazla seriyye düzenlemiştir. Bütün bu küçük-büyük gazve ve seriyyelerin hicretten sonra vukû bulduğuna bakacak olursak, 12 yılda 60’ın üzerinde askerî harekât düzenlendiğini görürüz.

Her ne kadar 12 yılda bu kadar askerî harekât çok gibi görünse de Hazret-i Peygamber’in katıldığı 27 gazvenin sadece 9’unda askerî bir mücadele vukû bulmuştur. Kalanlarında ise sadece gözdağı verilmiş ve/veya antlaşma yoluna gidilmiştir.

Bir ikinci nokta ise bütün bu gazvelerdeki toplam şehid sayısı 110-130 arasında, müşrikler tarafındaki ölü sayısı ise 280-300 arasındadır.

Bununla birlikte savaşlarda elde edilen ganîmet kabîlinden olan esirler ise ya Bedir’de olduğu gibi müslümanlara okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmışlar ya da Hazret-i Peygamber’in kendi hissesine düşen esirlere yani kölelere hürriyetlerini bağışlaması sebebiyle -Huneyn Savaşı’nda olduğu gibi ki yaklaşık 6.000 kişi- sahâbe-i kiram da esirlere hürriyetlerini bahşetmiş ve bu sebeple de müşrik yürekleri İslâm’ın huzurlu iklimine kazandırmışlardır.

Bu savaşlardan Mekke’nin fethine çıkan İslâm ordusunun mevcudu 10 binin üzerinde idi. Huneyn’de de düşman ordusunun yekûnu 20 binin üzerinde idi. Tekrâren söylemek gerekirse, bu 27 gazvenin hepsinde şehid ve ölülerin sayısı 500 rakamına ulaşmıyor. Böyle yüksek katılımlı kılıç-kalkan harplerinin içinde olduğu bütün o askerî müdahalelerde toplamda şehid ve ölülerin sayısı 500’ü bile bulmuyor.

Görüldüğü gibi hâdiselerin çıplak gerçekliği; Hazret-i Peygamber’in 23 yıllık nebevî hayatının tamamen terörle, başıbozuklukla mücadele olduğunu göstermektedir.

Terörün adresini bulmak için bugünün modern dünyasında Irak ve Suriye’deki esir ve mültecîlere bakmak yeterli. Onları batıdaki ahlâk anlayışı gereğince ve geçmiş davranışlarından tevârüs ettikleri kölelerin ikinci sınıf ve hattâ sınıfsız insan olduğu algısının tesiri ile bir insana yakışmayan muamelelere tâbî tutuyorlar. Oralarda ölenler sadece bir kemiyet ifadesi olarak, o da mümkün mertebe rakamlarla oynanmış hâliyle; belki olanın onda biri kadar batı vicdanında yer ediyor.

Nerede İslâm’ın kölelere, harp esirlerine yaklaşımı; nerede bugünün; «Demokrasi götürüyoruz!», «Hürriyet götürüyoruz!» diye ülkeleri işgal edip insanlarını kölelerden daha aşağı derekelerde gören güya modern insanların medeniyet dışı davranışları…

***

Kölelik konusunu biraz daha açacak olursak, ne demek istediğimiz çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu iyice güçlenip İstanbul kapılarına dayanınca; doğu üzerindeki kârlı ticaret kapılarının gümrüğe tâbî olduğunu gören batı dünyası, yeni ticârî arayışlara yönelmiştir.

15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren batı Afrika sahillerini keşfeden Portekiz ve İspanyol denizciler; buralardaki kabîle liderlerini ve bölge krallarını değersiz sayılabilecek birtakım hediyeler ve kabîlelerin kendi aralarındaki mücadelelerinde üstünlük sağlayacak ateşli silâhlarla kandırmayı başarmışlardır. Böylece «triangular trade» denilen üç köşeli ya da üçgen ticaret ağı diyebileceğimiz köle ticaretini başlatmışlardır. Bu kârlı alışverişe de kısa zamanda Avrupalı büyük devletlerin hepsi dâhil olmuşlardır.

Peki, nedir «triangular trade»?

Birinci ayağı; Avrupa’nın ucuz manifatura ve doğudan öğrendikleri özellikle barutlu askerî araç-gereçleri Afrika sahillerine taşımaları ve karşılığında her kabîlenin başka kabîlelerden savaş esiri veya kaçırma yoluyla elde ettikleri kara derili insanlarını Amerika’ya götürmek.

Ticaretin birinci ayağı Avrupa’daki malların Afrika’ya taşınmasıydı. Az bir metâ karşılığında kafa hesabı gemiler dolusu «köle» satın alınması.

İkinci ayakta ise bu gemilerin Amerika sahillerine yanaşması ve Avrupa’dan «Yeni Dünya» Amerika’ya göçmüş olan eski Avrupalı yeni Amerikalı büyük çiftlik sahiplerine satılması geliyordu. Öyle ki bu büyük çiftliklerde sürekli ve ucuz çalışana ihtiyaç duyuluyordu. Bunun için Afrikalı kölelerden daha uygunu da bulunamazdı.

Üçüncü ayağında ise Amerika’da üretilen şeker, pamuk, patates ve tütün gibi mamûllerin Avrupa’ya taşınması geliyordu. Bu üç ayağın her üçünde de Avrupalı yarı vahşî tabiatlı tüccarların kârları artıyordu.

Bu «üçgen ticaret ağı» 400 yıl boyunca kârlı bir şekilde devam etti. Öyle zamanlar geldi ki Avrupalı devletler vahşîlikte birbirleri ile yarışır hâle geldiler.

Gemilerde karga-tulumba yolculuk yapan bu Afrikalıların neredeyse yarısı, yaklaşık 40 ilâ 60 gün süren Amerika seyahatini tamamlayamadan öldüler veya hastalandılar. Ölmek veya hastalanmak, okyanusun derin maviliğinde gözden kaybolan bir karaltı olmaktı bu köleler için. Gerçi Amerika’ya ulaştıklarında karşılaşacakları hayat da bir nevî ölüm demekti. Ve hattâ bu ticareti yapan gemilere «tumberio», yani «ölü taşıyıcıları» adı takılmıştı.

Yapılan bu gayr-i insânî ticaretin sonunda tahminen 20 milyona yakın insan, Amerika başta olmak üzere Avrupa ve az da olsa Asya’nın farklı ülkelerine taşındı. Neredeyse bir o kadarı da yolda ölerek okyanusa atıldı. Amerika’ya taşınan köleler o kadar çoktu ki, 1700’lerin sonuna gelindiğinde Amerika’daki nüfusun çoğunluğunu köleler oluşturur hâle gelmişti.

Afrika’dan getirilen bu kölelerin dışında, Amerika’ya ilk çıkan Avrupalı olan Kristof Kolomb ve sonrakilerin de eseri olan «Kızılderili katliâmı» da en büyük terör örneği olarak karşımızda durmaktadır. 30 milyondan 70 milyona kadar çeşitli rakamlarda Kızılderili’nin Avrupalılar tarafından katledildiği ve büyük bir terörle soykırıma tâbî tutulduğunu bilmek terörün asıl merciini bulmak ve görmek açısından önemlidir.

Kristof Kolomb, İspanya Kraliçesine yazdığı mektupta Kızılderililer hakkında ve kendi niyetleri konusunda şu talihsiz ifadeleri kullanır:

“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir halk bulunmadığına majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”

«Elli adamla koca bir milleti boyunduruk altına almak…» Ancak sapık bir terör düşüncesi ile beslenen bir zihnin mahsûlü olabilir ki, aynı paragrafın başında da batı dünyasının kararmış yüzüne taktığı modern medeniyet maskesi ile ulaşmak istediği insanlık seviyesine ulaşmış bir topluluktan bahsedilmekte.

Köleliğin kaldırılmasında insânî sebeplerden çok ticârî hissiyatların ön plânda olması da batı dünyasının çarpık duruşunun bir başka örneğidir.

Şöyle ki; köleliği kaldırmalarının en mühim sebeplerinden birisi şuydu: Kölenin yedirilmesi, giydirilmesi gibi masrafların yanında, kölelerden mütevellit başkaldırı hareketi neticesinde can emniyetleri sıkıntıda olduğu için güvenliğe yönelik çok fazla para harcıyorlardı. Bu durumda köleliği kaldırıp hür olduğunu düşünen bu insanları, işlerinde düşük ücretle çalıştırmak, özellikle sanayi inkılâbı ile artan işçi ihtiyacını bu şekilde karşılamak daha çok işlerine gelmeye başladı.

Ve hattâ Amerika’da ortaya çıkan «Güney ve Kuzey» arasında 600 bine yakın insanın ölmesine sebep olan savaşın da en önemli sebebi, kuzeyin kölelik karşıtı fikirleridir. Bu fikirler de insânî ve vicdânî hislerden ziyade, güneyin elindeki geniş tarım arazilerinde çalışan kölelerin hürriyetine kavuşması ve kuzeyde makineleşen çalışma ortamına «şuurlu köleler» olarak katılmaları; ikinci olarak da güneyin elindeki ekonomik gücün azaltılarak kuzeye kafa tutmasının önüne geçilmesidir. Bakıldığında da görülür ki, savaşın sonunda güney cephesi ekonomik olarak çökmüş ve bir daha sesini çıkaramaz duruma gelmiştir.

Bütün bu tarihî gerçekler ışığında karşımıza çıkan tabloda parlayan hakikat şudur ki; batı dünyasının terör konusunda müslüman âlemine hâssaten müslüman Türklere, yapacakları özeleştiri haricinde söyleyecekleri hiçbir gerçeklik yoktur.

İslâm, bırakınız insana karşı olan terör ve yıkıcılığı; nebâtâta ve hayvanâta olan zulüm ve terörün bile karşısında durmuş, akıp giden sudan alınan abdestte israf olmamasını seslendirmiştir. Kan gölüne dönen çöller bile, büyük bir sükûnete kavuşmuştur.

Buna mukabil, şeytanın elinde oyuncak olan kimseler; yukarıda da örneklerini verdiğimiz gibi zindan mahkûmu olan toplama gemicilerle ve sığır çobanı olan kovboylarla büyük terör dalgaları estirerek milyonlarca insanı katletmişlerdir. Afrikalıların kara derilerini kanları ile kızıla boyayarak, Kızılderililerin mütebessim çehrelerini soldurarak oluşturdukları sahte cennetleri ile elbette âhiret şuurunda bir hayatı yaşamaktan uzak duracaklar. Ve yine elbette doğru bir âhiret inancı salık veren en yüce hayat nizamını kuran ve kurulmasını daima teşvik eden yegâne hak din olan İslâm’a saldıracaklar.

Bunu yaparken de kātillerini kâşif, sığır çobanı kovboylarını da kahraman vatan savunucuları gibi göstererek, maskeli yüzlerini yeni çağın çocuklarından saklamışlardır. Fakat zaman; en karmaşık sahneleri bile saati geldiğinde aydınlatarak ortaya çıkarmaya gebe, hakikatli bir annedir.