Toplum Nizamı ve Cömertlik

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; cömert bir kavimde, hacılara su dağıtmayı vazife bilen bir ailede, yoksulluğuna rağmen cömertliği ve merhametiyle kavminin içinde saygı kazanmış Ebû Tâlib’in himayesinde yetişmişti.

Aileleri; fakirlere tirit yedirmek için ekmek ufalayan, mânâsına gelen Hâşim lakabıyla anılırdı. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın dedesi Hâşim’in asıl adı Amr idi, yokluk zamanlarında Şam’dan getirttiği un ile ekmek yaptırıp, et suyu ile tiritler hazırlatarak halka ikram ettiği için ona Hâşim denildi. Onun evlâtları da aynı cömertlik ahlâkına sahipti. Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh-, müslüman olmadan evvel de Tâif’teki bağlarında yetiştirdiği üzümlerin kurularını zemzem suyunun içinde bekletir, halka şerbet hâlinde ikram ederdi.

Cömertlik ahlâkı Peygamber Efendimiz’de zirvesini bulmuştu. Kavminden birçokları ecdâdından aldıkları güzel örneğe uygun hareket etmeyi terk ederken; O, atası Hazret-i İbrahim’in cömertlik ahlâkını devam ettirenlerden olmuştu. Öyle ki Hazret-i Hatice Annemiz O’na ilk îmân etme şerefine koşarken, O’nda gördüğü yüksek ahlâkı şöyle sayıyordu:

“Allah Teâlâ Sana hayır ihsan eder ve hayırdan başka bir şey dilemez. Allah Teâlâ’nın hakkı için bu ümmetin Peygamberi olacağına inanıyorum. Zira Sen, misafiri seversin. Doğru söylersin ve emînsin. Âcizlere yardım eder, yetimleri korur, gariplere yardımda bulunursun. İyi huylusun, bu hasletlerin sahibinde korku olmaz.”

Allah -zülcelâl-’in insanlığa en güzel örnek olarak gönderdiği son Peygamberi; kendisi darlık çekerken bile eline geçeni dağıtır, borçlanma pahasına isteyeni boş çevirmemeye gayret eder, ikram ve sehâvetiyle gönülleri fethederdi.

Allah Rasûlü bu yüksek ahlâkı ashâbına da emrederdi. O’nun cimrilikten sakınmak, infak ve bağışta bulunmakla ilgili hadisleri çok dikkat çekicidir. Meselâ Peygamber Efendimiz; mü’min kardeşi zor durumdayken, hiçbir yardımda bulunmayıp mal toplamaya devam edecek derecede cimriliği, îman nokta-i nazarından tehlikeli bir durum olarak görmüş ve;

“Bir kulun kalbinde îman ve cimrilik, asla bir arada bulunmaz.” (Nesaî, Cihâd, 8) buyurmuşlardır.

Belki de İslâm’ın hızla yayılması ve daha önce hiçbir Peygamber’e nasip olmayan bir başarıya ulaşmasında Peygamberimiz’in engin cömertliğinin önemli bir tesiri vardı. Bugün İslâm’ın yeniden gönüllere ve dünyaya hâkim olması için de bu ahlâka ihtiyaç olduğu kesin.

Ne yazık ki bugün dünyada en büyük insânî meselelerin temelinde; insanoğlunun paraya kul olması, imkânları ihtiyacı olanlarla paylaşmaması bulunuyor.

Dünyanın en zenginlerinin yaşadığı bölgelerde ortaya çıkan, adına «Kaliforniya Sendromu» denilen bir psikolojik bozukluk var. «Maddî zevklere, eğlenceye düşkünlük, bencillik ve neticesinde yalnızlık, doyumsuzluk ve derin bir mutsuzluk hâli» diye tarif ediliyor.

Bu sendrom; gelişmiş ülkeler kadar, gelişmekte olan ülkelerin gençlerini de tesiri altına alıyor. Onların imkânlarına sahip olmasalar da ellerindeki imkânları hep zevkli, eğlenceli faaliyetlere, sadece haz veren ama mes’ûliyet yüklemeyen ilişkilere harcamaya sevk eden bu hayat görüşü, mâneviyat boşluğu içindeki nesilleri esir alıyor. Bu gençler birçok zaman fâizle borçlanıyor ve geleceğini rehin veriyor. Birçoğu reklâm edilen bir cep telefonunu bir an önce alabilmek için, yarının ekmeğini bugünden tüketiyor. Elbette bu şekilde borçlandıkça, ahlâkî hassâsiyetlerden daha da uzaklaşıyor, para kazanmak için her şeyi meşrû sayar hâle geliyor.

İnsan bir kez paraya kul olmaya görsün, artık kalbi öylesine katılaşıyor ki; bile bile kötülüğe âlet oluyor.

Batının hep tek başına sahiplendiği ve üstünlüklerinin en temel dayanağı olarak gördüğü bilim ve teknoloji bile, bu anlayışa sahip nesiller elinde felâkete dönüşüyor. Bugün dünyada o kadar imkân var ama bunların küçük bir kısmı bile daha insanca bir paylaşım için ayrılmıyor. Her şey paraya kurban verilmiş durumda.

Bir tıp fakültesi öğretim üyesi kapitalizmin ortaya çıkardığı manzarayı şöyle izah ediyor:

“Afrika’da sıtma, kolera gibi hastalıklar hâlâ can almaya devam ederken, bunların tedavisi için etkili ilâç geliştirilmiyor. Çünkü Afrikalının ve Afrika hükûmetlerinin sağlık bütçelerinin bu ilâca verecek parası yok. İlâç firmaları ise, yeme-içme alışkanlıklarını değiştirmeden sağlıklı kalmak isteyen batılı zenginlerin arzularını tatmin etmek için, yeni kolesterol ilâçları geliştirmek için kaynak ayırıyor.”

Gelişmiş ülkelerin yoksul kesimi bile kendilerince mağduriyetler yaşıyor; meselâ bir yığın Amerikalı genç, üniversite eğitimi için aldığı kredileri ödemekte zorlandığından şikâyet ediyor. Afrika ve Asya’nın büyük bir bölümünde ise insanlar, hayatta kalmak için gerekli asgarî geçim şartlarını sağlamanın derdinde.

«Ekonomik şiddet» diye bir kavram var. Bunu daha çok aile içi şiddetin türlerinden biri olarak kadın hakları savunucuları kullanıyorlar. Meselâ; kadının istemediği hâlde çalıştırılması, gelirinin elinden alınması, malına el konulması veya nafakasının karşılanmaması ve çalışmasına mâni olup kendi ihtiyaçlarını gidermesine izin verilmemesi gibi maddiyat konulu baskılar için kullanılıyor. Raporlara göre, dünyadaki yoksulların yüzde yetmişi; kadın ve kadının yoksulluğu. Bu durum, onu her çeşit sömürüye açık hâle getiriyor.

Aslında bu sırf aile içi bir mesele değil, dünya çapındaki gelir dağılımı bozukluğu, kadınları kat kat daha fazla etkiliyor. Yoksulluk ile ahlâkî çöküntü bir araya gelince; kadınların, çocukların, yaşlıların ve bütün âcizlerin hayatını felâkete çeviriyor. Meselâ Afrika’da bir kadın, kuraklık sebebiyle zor bir dönem geçirirken, bir de üstüne siyâsî karışıklık ve kabîleler arası çatışma sebebiyle ailesinin erkeklerini kaybediyor. Evinden, yurdundan edilip mültecî durumuna düşüyor. Erkeklerin bile iş bulamadığı zorlu bir coğrafyada; kadın emeğinin ne kadar değeri olur, tahmin etmek zor değil.

Bizim ülkemizde en eğitimsiz bir kadın; konu komşusunun serasında, tarlasında çalışır, temizliğe gider, çocuk veya hasta bakar. Olmadı, en azından çöpten hurda metal, kâğıt, cam, plâstik vs. toplar satar, ekmeğini kazanır. Düşünün ki, orada karıştıracak çöp bile yok.

Bir ülkenin en büyük yoksulluğu; elektrik, su, yol, okul, hastahâne olmaması değildir. Bunlar da önemlidir ama bunlardan daha önce gelen âcil ihtiyaç; ülkenin her yerinde emniyet ve âsâyişin sağlanması, meseleleri hukuk çatısı altında çözecek bir kanun ve nizamın bulunmasıdır. Emeğinizi, kazanımlarınızı koruyan bir kanun düzeni yoksa, her an birileri gelip ektiğiniz tarlayı ateşe verecekse, mahsul tam yetişmişken yağmalayacaksa, ailenize saldıracaksa asla orada bir düzen kurmazsınız.

Ecdâdımız bu sebeple devletin birliğini, dirliğini korumasına çok önem vermiş; «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!» demişler. Bugün İslâm coğrafyamızın bazı yerlerinde en büyük yoksulluk, emniyet ve âsâyiş yoksunluğudur. Böyle bir coğrafyada, kadınları bir yana bırakın; eğitimsiz, sermayesiz, güçsüz erkeklerin bile ne kadar şansı olabilir ki?

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a giren kabîlelere; imam, zekât âmili, kadı ve muallim olarak vazife yapacak sahâbîler gönderiyordu. Seriyyeler vazifelendirerek, yarımadanın emniyet ve âsâyişini temin ediyordu. Bir yandan zenginlerden zekât alıp, sermaye birikimi az olanlara vererek onlara geçimlerini sağlama şansı sunuyor, diğer yandan emeklerini koruyacak bir adâlet temin ederek çalışmaya teşvik ediyordu. Kısacası ahlâkî bir hayatın mânevî tarafını öğrettiği gibi maddî şartlarını da en güzel şekilde hazırlıyordu.

Allah -zülcelâl-; bu ümmete, Peygamberimiz’in gösterdiği yoldan giderek yeniden İslâm medeniyetini yükseltmeyi nasip eylesin.