Başarının Bir Yolu da; İNSANLARA ZARAR VERMEMEK

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

İnsan ne iş yaparsa yapsın, esas maksadı insanlara faydalı olmaktır…

Üretici, insanların ihtiyaç duydukları ürünleri üretiyor.

Tüccar da onları insanlara ulaştırıyor.

İdareci, insanların menfaatlerini gözetecek kararlar alıyor ve uyguluyor.

Öğretmen, öğrencilerine bilgi ve tecrübe kazandırıyor.

Hoca, hakkı anlatıyor, aydınlatıyor.

Hadîs-i şerifte buyurulmuş:

“İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.”

Her şey insanlara faydalı olmak için. Faydalı olursak duâ alırız, teşekkür alırız, ecir ve sevap alırız…

Fakat, fayda değil de zarar verirsek, o zaman her şey tersine döner. Bedduâ alırız, küfür duyarız ve kul hakkına girmiş oluruz.

İş sahasında en çok dikkat çekmek istediğim husus; kul hakkı…

Buna çok dikkat etmemiz lâzım. Ne kadar hayır-hasenat yaparsan yap… Sen daha onu kazanırken, işçinin hakkına giriyorsan, malzemecinin, müşterinin vs. hakkına giriyorsan; o kazanç helâl olmuyor ki, sen ondan hayır yapasın? Haram kazançtan hayır-hasenat da olmaz, zekât da olmaz!

Müşterinin hakkına da çok riâyet etmek lâzım. Ürünün kalitesini gözetmek, reklâmında, satışında müşteriyi aldatmamak da çok mühim…

«Müşteri anlamaz.» diye düşündüğün an, yıkılırsın. Sadece senin bildiğin bir saha da olsa; sen yapman gereken ilgiyi, dikkati, ihtimamı göstermekle mükellefsin. Ne yaparsan yap, insanların zarar göreceği bir işi yapmaman gerekiyor. Yaptığın işten hem sen, hem de başkaları istifade etmeli, yani balarısı gibi olmalısın.

Burada bir hâtıramı paylaşayım:

Ayakkabı tabanı üretirken, araştırdık: PVC tabanın malzemesine belirli bir maddeyi katınca, ürün daha dayanıklı oluyor, hem de kış mevsiminde kaymıyor. Tabîi ki bu ek bir külfet. Bize de bunu şart koşan yok. Fakat; «Madem daha kaliteli bir ürün için gerekli, öyleyse katalım.» dedik, daha kaliteli malzeme ile üretime devam ettik.

Bir hayli vakit geçmesine rağmen kimseden bir memnuniyet dönüşü olmadı. Bizim de canımız sıkıldı. «Madem kimseden bir ses gelmiyor, o zaman bu maddeyi ilâve etmeyelim!» diye düşündük, araştıralım dedik.

Bir gün Şanlıurfa’da bir ayakkabıcı dükkânına uğradım. Baktım ayakkabıda bizim taban kullanılmış. Elime aldım, inceledim, fiyatını sordum.

Geçmiş gün bir fiyat söyledi;

“–Pahalı değil mi?” dedim.

“–Ne pahalısı kardeşim? Ziylan Taban kullanıyorum, görmedin mi? Bu kaliteli bir ayakkabı!” dedi.

“–Doğru, haklısın eline sağlık!” dedim, kendimi tanıtmadan oradan ayrıldım. O andaki mutluluğumu tarif edemem.

Araştırmalar devam ediyordu. Karaköy Yeraltı Geçidi’nden geçerken bir ayakkabıcı vitrininde küçük bir levhada;

“Ayakkabılarımızın altı gerçek Ziylan Taban, taklit değil!” yazıyordu. Bu ve benzeri şeylerle de karşılaştık.

Böylece anladım ki, aslında yaptıklarımız boşa gitmemiş. İşimizin temizliği, kalitesi, dayanıklılığı noktasında yaptıklarımız; hiç bilmediğimiz yerlerde bizim adımıza takdir toplamış. Bizim markamızı büyütmüş; illâ ki bizim duymamız, bilmemiz şart değil.

İnsanlar bilmese de Allah biliyor. İnsanlar faydalı olmak ve zarar vermemek noktasında çok dikkatli olacak.

Sadece ürettiği malın kalitesi konusunda değil, insanlarla münasebetlerinde de kul hakkına riâyet edecek. Sözün de bir hukuku var. Çekişmeyecek, incitmeyecek, kalp kırmayacak…

Bir başka hâtırayı da paylaşmak istiyorum…

1960 seneleri idi, İstanbul’da Çemberlitaş karşısında, sokağın içinde, küçük bir ayakkabı atölyesinde kalfa olarak çalışmaya girdim. Kalfa, yaptığı işe göre para alır; benden başka bir kalfa, bir de usta var. Usta, atölye sahibi. Çalışmaya başladık, işler çok iyi, ayakkabılar; «Ver bana, ver bana!» daha tam bitmeden, kalıptayken satılıyor. Usta mutlu. Bizi de;

“Hızlı çalışın!” diye sıkıştırıyor. Çok üretirsek daha çok kazanacak, tabiî biz de kazanacağız ama ben hızlı çalışmıyorum, usta beni uyarıyor:

“–Sen böyle çalışırsan İstanbul’da ekmek yiyemezsin, burası Anadolu değil…”

Ben de;

“–Usta hızlı çalışırsan, işçilik kötü olur…” diyorum.

“–Olsun, sana ne!” diyor.

Hâlbuki, ben kötü yapsam kendisinin kontrol edip engel olması lâzım, tam tersine ben iyi yapıyorum.

O;

“–Bastır, boş ver!” diyor…

Ben;

“–Usta, müşteriyi düşün, buna para verip alıyor…” diyorum.

“–Bir daha yüz yüze mi bakacağız, sen bastır…” diyor.

Bir defasında, kenar vardolesini dikmiştim, altına kösele kaplayacağım, düzgün olsun diye altını tıraşlıyorum, bana baktı;

“–Ver de sana nasıl çalışılır göstereyim…” dedi. Ben de elimdeki işi verdim. Acele acele, sursat sursat tıraşladı, geri verdi. Verirken de;

“–Burada ekmek yiyeceksen böyle çalışmalısın. Ben senin iyiliğin için söylüyorum.” dedi.

Elime aldım ki, dikişin birini kesmiş. Bir şey demeden hatayı tamire koyuldum. Üç ilâ beş dakika sürer. Yapmazsam hem işime ihanet, hem mesleğe ihanet, hem de giyecek kula ihanet etmiş olurum. İş ahlâkı öyle der, yapmasam on gün sonra giyen kişi hatayı fark eder, ne der bilemezsin.

Usta, hatayı tamir ettiğimi görünce;

“–Ne yapıyorsun ?” dedi.

Ben de;

“–Senin yaptığın hatayı tamir ediyorum.” dedim.

“–Ben sana boş ver diyorum, sen böyle yapıyorsun!” diyerek sesini yükseltti.

“–Usta ne olur, bunu alan, giyen insanı düşün!” deyince;

Giyen müşteriye kötü sözler söyledi. Ben ayağa kalktım:

“–Ben velinimetimiz olan müşteriye küfür edilen yerde çalışamam, işi bırakıyorum.” deyince, yelkenleri indirdi. Ama işe de yeniden oturup çalışmadım. Yavaş çalışıyorsun derken, beni tamamen kaybetti.

Aradan 15 yıl geçti. Bir gün Çarşıkapı’da karşımdan geliyordu, tanıdım;

“–Ooo, Cemal Usta nereden nereye?” dedim, o da beni tanıdı.

“–Nasılsın? Ne yapıyorsun?” deyince, Koca Mustafa Paşa’da bir ev kapısı girişinde eskicilik yaptığını söyledi.

“-Sen ne yapıyorsun?” diye sordu. Geçiştirdim.

Hâlbuki, Topkapı Gümüşsuyu’nda altmış-yetmiş kişi çalışan bir fabrikam vardı. Aklıma; “Sen burada ekmek yiyemezsin…” dediği geldi.

Kim ekmek yiyemezmiş?!.

Yanlış yaparsan, «Bana ne!» dersen, «Bir daha yüz yüze mi geleceğiz!» dersen; Mevlâ’m bu dünyada sana gösterir. Âhirette çekeceğin de müstesnâ… «Kimse beni görmez!» deme, Bir’i seni görüyor.

İnsan, ömrü boyunca nice hak ve hukuka giriyor. Anne-baba ile başlıyor, ailesi, akrabası, ustası, hocası, arkadaşı, komşusu, hattâ trafikte çamur sıçrattığı insanlara kadar… Binlerce insanın hakkı, hukuku…

İş dünyasında olanlarda, daha da genişliyor hak-hukuk ağı… İşçisi, işvereni, müşterisi, bayisi; meselâ, gerekli tedbirleri almayıp havasını kirlettiği milyonlara kadar müthiş bir hak-hukuk ağı…

Bir başka hâtıra:

Yedi-sekiz sene önceydi. Gaziantep’te Hoşgör Kur’ân Kursu var. İdarecileri bana;

“–Çocukların terliği yok, eskidi, 250 çift terlik temin edebilir misin?” dediler.

“–Hay hay!” dedik. “Gaziantep’te terlik imal eden arkadaşlarımız var, kolay olur.” dedik. Bir arkadaşa giderken, bir başka arkadaş selâm verdi. Selâmı aldık. O da terlikçi; «O olmazsa, bu olsun, ne fark eder?» dedim;

“–Sizde erkek çocukları için terlik var mı? 250 çift, çocuklar için lâzım da…”

“–Hay hay Ahmet Ağa, veririz.” dedi. Ben de, doğrusu para almayacak diye düşünüyorum. Nümûnesini gösterdi;

“–Fiyatı beş lira, ama senden dört lira alırız.” dedi. Ben de bir şey demedim, parasız vermeye mecbur değil, verir-vermez.

“–Pekiyi!” dedik, parasını ödedik; “Buradan gelip alsınlar.” dedik, sözü bitirdik.

İstanbul’a gittim. Yedi-sekiz ay sonra Gaziantep’e geldiğimde, kurstan bana geldiler;

“–Hacı amca terlikleri nasıl aldığını bilmiyoruz, terliklerin yüzü kâğıt gibi yırtılıyor, iade etmedik, seni bekledik…” dediler.

“–Olur mu öyle şey, bana bir çift getirin bakayım, öyle bir ârıza varsa değiştiririz.”

Getirdiler, baktım; olmaz böyle şey! Terliğin yüzü, iki parmağınızın arasında çürük kâğıt gibi yırtılıyor. “Bilmeyerek olmuştur, telâfi ederler.” dedim. Hiç tedirgin de olmadım. Böyle şeyler imalâtta bazen olur, iade gelince hemen yenisini veririz, hem de aynı maldan başkasına gitmişse toplarız, getirene de teşekkür eder hatamızı gideririz, bu da aynısını yapar kanaatindeyiz. Terlikçi arkadaşa götürdüm;

“–Bu terliklerde böyle ârıza var, bunları ne yapalım?”

Eline aldı baktı;

“–Alıp da altı ay sonra getirmek var mı Ahmet Ağa?”

Şaştım.

“–Altına bak, hiç yere basılmış mı? Giyilmiş mi ki yüzü bu hâlde?..”

“–Yüzünü ben, sizin İstanbul’dan aldım.”

Yani, yüzünü benim oturduğum İstanbul’dan almış. Kendisinin kabahati yokmuş.

“–Yani sen bunları değiştirmeyeceksin, sözünden öyle anlaşılıyor!” dedikten sonra ekledim:

“–Bana bak, ayakkabıdan iyi anlarım. Türkiye’de beş ayakkabı eksperi varsa biri benim. Seni mahkemeye versem, ne eder eder bunun parasını senden alırım, ama 1.000 lira için bununla uğraşmam. Seni öbür tarafa havale ediyorum. Fakat bir şeyi de çok merak ediyorum.” dedim.

“–Neyi?” dedi.

“–Sizin bu terliklerden günde beş bin çift ürettiğinizi duydum doğru mu?”

“–Doğru…”

“–Günde beş bin kişiye satmasanız bunu üretmezsiniz. Bu terlikleri alan günde beş bin kişi acaba ne söylüyor? İşte onu merak ediyorum, hoşça kal!” dedim, ayrıldım.

Kendisi varlıklı birisi idi. Sonucu merak etmeyin söyleyelim: Yedi ay sonra hanımı, on iki ay sonra da kendisi vefat etti.

Sonunda herkes ölecek, mal-mülk yerinde kalacak, akıllı olmak lâzım! Hesabını sen vereceksin! Hele kul hakkı olursa…

Ayakkabıcı arkadaşlara hikâyeyi anlatınca;

“–Biz o arkadaşı biliyorduk, sana bir şey söylemedik.” dediler.

Allah taksîrâtını affetsin, bize duâ etmek düşer. Fakat düşünmek lâzım, günde beş bin kişi değil de elli kişi sana; “Allah belânı versin!” dese, birinin bedduâsı kabul olsa, olmaz mı? Ne felâket ama!

Yine elli kişi; “Allah râzı olsun!” dese, birinin duâsı kabul olsa, köşeyi döndün. Ne saâdet!..

Aklıma geldi, merhum Hacı Ali LEVENTOĞLU umrede, Harem-i Şerif’te eski Beşiktaş müftüsü merhum Fuat ÇAMDİBİ Hocanın kendisine doğru geldiğini görünce ayağa kalkar;

“–Hocam hoş geldin, bir yer mi bakıyorsun?” der. Hoca da;

“–Evet…” deyince;

Hacı Ali, yanındaki tanıdık-tanımadık cemaate;

“–Arkadaşlar, hocamız çok kıymetli birisi, biraz sıkışalım, hocamıza yer verelim.” der. Sıkışırlar, hocam oturur.

Otururken de gönülden;

“Allah râzı olsun!” der. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra da Ali LEVENTOĞLU;

“–Hocam bize duâ eder misin?” deyince celâlli ve heybetli bir hocaefendi olan Fuat Hoca der ki:

“–Şu elimin tersiyle ağzının üstüne bir vururum ha! Sen bize bir yer gösterdin biz de sana; «Allah râzı olsun!» dedik. Daha bundan güzel duâ mı olur?!.”

Allâh’ı râzı edebilmek için kul hakkına riâyet şart.

Ortaklıkta da kul hakkına riâyet şart…

Bir apartmanda veya sitede kiracı veya mal sahibi olarak oturuyorsanız, yine insanlarla ortaksınız. Merdiven ışığında ortaksınız, site aidatında ortaksınız, bahçede, yolda ortaksınız, elindeki çöpü rastgele bir yere atarsan… kul hakkına girersin.

Hattâ aynı atmosferden nefes almıyor muyuz? İşte havada bile ortağız. Sigara içip o havayı kirletenler de maalesef kul hakkına girmiş olmuyorlar mı?

Kul hakkı sadece maddî hak mıdır?

Hayır! Bir de gıybet var.

Dedikodu deyip geçmeyin. Bu belâ, toplumda verdiği zarar yetmezmiş gibi iş dünyasında da yıkıcıdır. Ortaklıkları bozan, kardeşleri-komşuları birbirine düşüren bir fitnedir. Rabbim; “Ölü eti yemektir!” diyerek tiksindiriyor. Hakikaten böyle tiksinilecek bir günahtır.

Sık sık tekrar ettiğim bir şeydir:

Dînimiz neyi emrediyorsa; piyasanın da, iş hayatının da, ticaretin de doğrusu, ihtiyacı odur. Rabbim, sonsuz hikmetiyle bize hep hayırlı şeyleri emretmişse bizim için onda hayat var, nimet var, kurtuluş var.

Dînimizin söylediği hakikati, akıl da tasdik ediyor. Tecrübe de tasdik ediyor. Mü’min de tasdik ediyor, gayr-i müslim de tasdik ediyor.

İş dünyasındaki arkadaşlara, gıybet ve sû-i zandan mutlaka uzak durmalarını da şiddetle tavsiye ediyorum. Bir bilgi, ikaz, tavsiye varsa; yüz yüze söylenmeli.

Hâlimiz şükür ve rızâ olmalı. “Rabbim ona vermiş, bana vermemiş.” Râzı olacağız. Hüsn-i zan besleyeceğiz.

Biz, doğruları yapmakla mükellefiz.

Bütün doğruları yaptık, fakat muvaffak olamadık.

Biz kaliteden şaşmadık, fakat mamulümüzün kıymeti bilinmedi…

Olabilir…

O zaman da yapacağımız doğru davranış:

Râzı olmak, sabretmek…

İşte o zaman öbür âlemde muvaffak oluruz ki;

Asıl muvaffakiyet o…

Asıl başarı o…

Rabbim, o başarıya nâil olanlardan eylesin. İki cihanda yüzü ak olanlardan eylesin. Öbür tarafta sorulunca rahat ve zevkle cevap verecek amelleri burada yapmamızı nasip eylesin… Âmîn…