16. YÜZYILDA OSMANLI-SAFEVÎ REKABETİ SAFEVÎLER VE ŞAH İSMAİL

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

Köklü bir tarihî geçmişe sahip olan İran topraklarında 1501 yılında Safevîlerin iktidara gelmesi, Osmanlı ve civar müslüman hanlıkları etkileyen çok önemli bir sürecin başlangıcını teşkil etmiştir. Kuruculuğunu Şah İsmail’in yaptığı İran ve Azerbaycan merkezli Safevî Devleti, On İki İmam Şiîliğini resmî mezheb olarak kabul etmiş, Anadolu’da yaşayan Alevî kitlelerini harekete geçirerek yayılma arzusu taşımıştı. Bu durum Osmanlı Devleti’ni son derece rahatsız etmişti. Öte yandan Safevîlerin Mâverâünnehir bölgesine sarkma çabaları, doğu komşuları Özbekleri de olumsuz etkilemişti. Ayrıca güneybatı komşuları Memlûklular da bu yeni devletin yayılmacı emellerinden kaygılanmıştı.

Şah İsmail; devletini doğu yönünde büyütme amacıyla ilk olarak, Özbeklerle çetin bir mücadeleye girişti. İran siyasetinin günümüze de damgasını vuran özelliğiyle, aynı anda birden fazla güçle mücadele etmemeye özen gösteren Safevîler; bu dönemde Osmanlılar ve Memlûklularla iyi geçinme yolları aradı. Şah İsmail, Özbekler üzerinde emellerine ulaşınca, öteden beri göz diktiği Anadolu’da; bozguncu dervişler yoluyla Alevî-Kızılbaş kitleleri yanına çekme adına her türlü sinsi girişimin içinde oldu.

Safevîler sülâlesi Türk ve Azerbaycan menşeli olup1 Erdebil’de Şeyh Safiyyüddîn’in kurduğu bir tarîkatın gücünden yararlanarak devlet olmayı başardı. Devletin başındaki şahlar aynı zamanda şeyh sülâlesinden gelen Erdebil tarîkatının da lideriydi. Safevîler; tarîkat temeline dayalı nüfuzlarını kullanarak, önce Azerbaycan ve İran’da kökleşti. Safevîlerin Anadolu’daki Kızılbaş2 adını alan taraftarlarını kışkırtmasıyla çıkardığı huzursuzluk ve ayaklanmalar, Osmanlı Devleti’ni zor durumda bıraktı. Erdebil tarîkatı, başlangıçta Sünnî esaslarla oluşmuşken Şeyh Cüneyd zamanında Şiîliği kabul etmiş ve günümüz İran’ının Şiîliğinden farklı bir anlayışı benimsemiştir. Bu anlayış, Orta Asya inançları dâhil çeşitli mistik inançların da kültürel etkisindeydi ve bölgede yeni bir heyecan dalgası oluşturmuştu. Erdebil tarîkatının Anadolu’daki tutkulu müridleri Erdebil’e varmayı, şâha gitmeyi, o merkezden beslenmeyi şiar edinmişlerdi.

Gönül çıkmak ister şâhın köşküne,
Can boyanmak ister Ali müşkine,
Pîrim Ali, on iki imam aşkına,
Açılın kapılar Şâh’a gidelim…

Hak’tan inâyet olursa,
Şâh’ım Rum’a gele bir gün.
Gazâda bu zülfikārı,
Kâfirlere çala bir gün.

Çeke sancağı götüre,
Şah İstanbul’a otura,
Frenkten esir getire,
Horasan’a sala bir gün.3

Şah İsmail, Şiî inançlarını resmî devlet politikasının merkezine oturtmuştu. Buna dayalı olarak, on iki imam adına hutbe okuttu ve para kestirdi. Bazı sahâbîlere karşı saygısız bir tutum takınarak Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’a karşı sövgüye varan bir üslûbu ve Muâviye’ye lânetler yağdıran bir anlayışı benimsedi.

Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki yıkıcı faaliyetlerinin artması, Kızılbaş ayaklanmalarının tehlikeli bir boyuta ulaşarak merkezî yönetimi ortadan kaldırmaya yönelmesi, dirlik ve düzenin ortadan kalkması, Osmanlı Devleti’ni yeni bir arayışa yöneltti. Böylece Yavuz Sultan Selim’in hükümdar olmasına giden yollar açıldı.

Yavuz; iktidara gelmesinden sonra, Kızılbaş-Safevî tehdidini ortadan kaldırmak amacıyla, hızla Çaldıran’a (1514) yöneldi. Kazanılan zaferin ardından Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Safevîlerin tehdit ve tehlikesinden emin hâle getirildi. Osmanlılar, özellikle Diyarbakır’ı alarak, doğudaki güçlü rakipleri Safevîleri ve güneydeki Memlûkluları daha rahat izleme fırsatı yakaladı. Osmanlılarla Safevîler, Memlûkluların ortadan kaldırılmasının ardından çok daha geniş bir cephede karşı karşıya geldi.

1524 yılında Şah İsmail’in ölümünün ardından, on yaşındaki oğlu Tahmasb’ın tahta çıkışıyla beraber, yönetici Kızılbaş beylerinin rekabetlerinden dolayı İran’da büyük karışıklıklar meydana geldi. Bu durumdan yararlanmak isteyen Özbekler, öteden beri hâkimiyet altına almak istedikleri Horasan’a hücum etti.

İran’daki gelişmeleri dikkatle izleyen Kanunî de Avusturya İmparatorluğu’nu yöneten Habsburglar’la yaptığı barıştan hemen sonra Sadrazam İbrahim Paşa’yı geniş yetkilerle Doğu Seferi’ne görevlendirdi. İbrahim Paşa da güçlü bir ordu ve süratli bir ilerleyişle Tebriz’e girmeyi başardı. Bu gelişme üzerine Şah Tahmasb’ın, büyük bir orduyla Tebriz’e doğru yöneldiği haberi yayıldı. Kanunî ordusuyla sefere bizzat iştirak ederek Tebriz’e geldi. Böylece, bölgedeki dengeleri kendi lehine değiştirme konusunda büyük bir kararlılık gösterdi. Bu durum Şâh’ı endişelendirdi ve Sultâniye kentine çekilmek zorunda bıraktı. Zaten İran şahları, bölgeye yapılan bütün seferlerde, doğrudan doğruya Osmanlı ordusunun karşısına çıkmak yerine «vîran edilmiş arazi taktiğiyle», yıpratma ve zaman içinde kaybettikleri toprakları ele geçirme yolunu tercih etmişlerdir. Tebriz’den sonra Osmanlı ordusu Bağdat’a yöneldi ve hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat’a girdi.

Kanunî, Bağdat’ta öncelikle Osmanlı idaresini tesis etti. Ardından Şah İsmail’in yıktırdığı Ebû Hanife’nin mezarını tamir ettirdi ve yanına bir medrese ve cami yaptırdı. Abdülkādir Geylânî Hazretleri’nin türbesini de büyüttü. Öte yandan Şah İsmail’in Bağdat’ta yapımını başlattığı camiyi de bitirerek ibâdete açtı. Ayrıca Şiîlerce çok önem verilen İmam Musa Kazım Türbesi ve Kerbelâ’da bulunan ehl-i beyt makamlarını ziyaret etti ve bakımlarını yaptırdı. Kerbelâ’da su kanalları yaptırdı. Böylece Şiî müslümanlarının da gönlünü alarak, İslâm birliği siyasetini izledi.

Bağdat’ın Osmanlı hâkimiyetine girişinden sonra civardaki şehirler ve güneydeki Cezîre, Katif, Hüveyze ve Bahreyn de Osmanlı Devleti’ne tâbî oldu. 1546 yılında Basra alındıktan sonra beylerbeyilik hâline getirildi. Böylece «Irâk-ı Arap» bütünüyle Osmanlıların kontrolüne geçti ve 1555 Amasya antlaşmasıyla da bu durum Safevîlere kabul ettirildi.

OSMANLILARIN SAFEVÎLERE KARŞI TEDBİRLERİ

Osmanlı Devleti, doğudaki rakipleri Safevîlerin Şiîliği arkasına alarak İslâm dünyasında etkili olma ve siyasî nüfuz elde etme mücadelesine karşı önlemler almıştı. Devlet; zaman içinde Sünnî öğretiye sıkı sıkıya bağlanmış, şeyhülislâmlık ve medreseler eliyle Kızılbaş-Şiî etkisine karşı sert bir tavır belirlenmişti. Özellikle İran’la yapılan savaşlar sırasında siyasî sebeplerle sertleşme, maksadını aşarak tekfir boyutuna taşındı. Fetvâlarla yapılan açıklama ve lâyihalarda Şiîlik İslâm dışı ilân edildi. Râfızîler de ehl-i küfrün kapsamına girdi, cihad ve gazâ kavramı, Şiî İran’a karşı yapılacak mücadeleyi de içine alacak bir biçimde, genişletildi. Böylece İran’a yapılacak seferlerin meşrû zeminleri hazırlandı.4

Safevîlerden itibaren İranlıların Osmanlılarca güvenilmez kabul edilmesinin esaslarını bir Türk aydını olan Bekir KÜTÜKOĞLU, «Osmanlı-İran Münasebetleri» adlı kitabında şöyle özetlemektedir.

“Rafızîlik ve Kızılbaşlığın Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumun birliği ve emniyetini sarsan bir îtikad ve îman mübâlâtsızlığı (özensizliği), ehl-i sünnet halk kütlelerinin ibâdet ve sükûnunu ihlâl eden kötüleyip dil uzatma dâhil, eşkiyâlık ve kātillik gibi tezâhürleri yanında; doğrudan doğruya İran’dan gönderilen veya memur edilen «halîfe» nâmındaki Kızılbaş misyonerlerin halk kütlelerini dalâlete sevk etmeleri, kütle hâlinde İran’a hicretleri temin etmeleri; «nezir» ve «sadaka» adı altında toplanan paraların gayet gizli ve muntazam bir teşkilât vasıtasıyla İran’a götürülmesi gibi devri için bir nevî beşinci kol ve vatan hıyâneti vak’alarının merkeze intikal edip takipleri için çıkarılan hükümlerin çokluğu bizi; Osmanlı-Safevî husûmetinin asırlarca devam eden mühim bir âmili, Osmanlı İmparatorluğu’nun dâhilî emniyet ve sükûnu temin yolunda sarf ettiği mesainin çokluğu üzerinde durmaya sevk ediyor.”

1578-1590 OSMANLI-SAFEVÎ SAVAŞLARI

Şah Tahmasb’ın ölümünden sonra oğulları arasında taht kavgası başlamış ve kısa aralıklarla oğulları tahta hâkim olmuşlardır. Bunlar içinde II. İsmail, katı Şiîlikten uzak bir tutum içine girmiş ve Sünnî topluma karşı mâkul bir politika izlemişti. İlk üç halîfeye karşı saygısızlığı yasaklamış, İran Sünnîlerine karşı, mâkul Şiî ulemâsının birlik ve beraberlik ihtivâ eden görüşlerini desteklemişti.

İran tahtındaki bu karışıklıklardan yararlanma yolunda, Osmanlı Devleti’nin alması gereken pozisyon, İstanbul’da tartışıldı ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın muhalefetine rağmen İran’a yeni bir sefer kararı alındı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun sefere çıkmasıyla başlayan savaş, on iki senelik uzun mücadelelerin ardından 1590 yılında iki devlet arasında Ferhat Paşa antlaşmasının imzalanmasıyla sona erdi. Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti İran’ın kontrolündeki Ermenistan, Gürcistan ve Kafkasları ele geçirdi ve doğuda en geniş sınırlarına ulaştı. Antlaşmada yer alan aşağıdaki madde, Osmanlı Devleti’nin hassâsiyetini ortaya koymaktaydı:

“Sünnî tebaanın mezheb hürriyetine saygı gösterilecek, sahâbeye ve Sünnî ulemâya sövülmeyecektir.”

_______________

1 Vasiliy Vladimir Bartold ve A. Y. Krımski.
2 Kızılbaş, Şeyh Haydar’dan itibaren taraftarlarının on iki dilimli kızıl taç (başlık) giymeleri sebebiyle kendilerine bu ad verilmiştir. A. Gölpınarlı, İ. A. Kızılbaş maddesi.
3 (Pir Sultan Abdal) Ergun, S. Nüzhet, Bektâşî Şairleri ve Nefesleri, İst., 1955., s. 1564; A. Yaşar OCAK, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yayınları, İst. 1998, s. 99.
4 Nâimâ Mustafa Efendi, Tarih-i Nâimâ, Mehmet İPŞİRLİ, TTK, Ankara, 2007, s. 249.