KARDEŞLİK ŞUURU TARİHTE Mİ KALDI?

YAZAR : Sami BÜYÜKKAYNAK skaynak48@hotmail.com

Globalleşen bir dünyada yaşıyoruz. Dünya o hâle geldi ki; en uzak köşesinde yaşanan bir hâdise, saniyesinde en ücra yerlere ulaşıyor. Adını hiç duymadığımız yerleşim yerindeki bir vak’adan, sanki yanı başımızda olmuş gibi ânında haberdar olabiliyoruz. Tabiî ki haberdar olmak, insanın üzerine muazzam bir sorumluluk yüklüyor. İster istemez, duyduğunuz bir haber karşısında tepki vermek zorunda kalıyorsunuz. Bu duyulan hâdise; eğer müslüman kardeş toplumlarda meydana gelmiş ise, o zaman müslümana farklı bir sorumluluk yüklüyor. Zira müslüman; eğer kardeşinin hâlinden haberdarsa, ister istemez ona maddî-mânevî destek olma gereğini kendi iç dünyasında hissediyor. Bu his, ona sahip olduğu değerlerin yüklediği bir mes‘ûliyettir. Haberdarsanız; sorumlusunuz, tepkisiz kalamazsınız, «Bana ne?!.» diyemezsiniz, «Kim elini uzatırsa uzatsın…» diyemezsiniz. Sizin sahip olduğunuz değerler, size bu hassasiyeti yüklüyor.

Mesela on birinci asırda yaşamış Ebu’l-Hasan Harakānî, bu mes‘ûliyet duygusunu öyle iç dünyasında hissetmiş ki;

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa, o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.’’ diyerek, haberdar olmanın bir müslümana yüklediği mes‘ûliyeti bu şekilde dile dökerek izhar etmiş, bunu bir hayat tarzı hâline getirmiştir.

Aynı şekilde on üçüncü asırda yaşamış hak dostu Mevlânâ da aynı hassasiyetle;

“Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin! Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..” diyerek müslüman kardeşinin derdini işitmenin müslümana ne büyük sorumluluk yüklediğini dile getirmiştir.

Allah dostlarına, bu hassasiyeti kazandıran, İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet’ten başkası değildir.

“Mü’minler ancak kardeştir.’’ (el-Hucurât, 10)

“Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği; yoksula, yetime, esire yedirirler. «Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belâlı günde Rabbimizden korkarız.» derler.” (el-İnsan, 8-10)

“Allah; kendi yolunda sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak mücadele edenleri sever.’’ (es-Saf, 4)

“Birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minlerin tek bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücudun bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımları da uykusuz kalıp ateşler içinde onun ıstırabını duyarlar.’’ (Müslim, Birr, 66)

“Ben’im rızâm için birbirlerini sevenlere, Ben’im için birbirlerine ikramda bulunanlara, Ben’im için birbirlerine samimiyetle itimat edip dost olanlara, akraba ve dostlarıyla irtibatını kesmeyenlere, Ben’im için birbirlerini ziyaret edenlere; Ben’im de muhabbetim tahakkuk etmiştir.’’ (Ahmed, Müsned, V, 225)

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşmana teslim etmez. Kim; bir müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim bir müslüman kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun sıkıntısını giderir. ’’ (Buhârî, Mezâlim, 3)

Bu âyet ve hadisler çerçevesinde, âyet ve hadislerin ilk muhatabı olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbesi; müslüman kardeşinin derdine ortak olma, onunla hemhâl olma hâlini bizzat yaşayarak îfâ etmişlerdir. Öyle ki tarih, onların gösterdiği kardeşlik sahnelerinin bir benzerini henüz kaydetmemiştir. Birbirine kenetlenmenin, birbirinin derdini çözmenin, birbiriyle sımsıkı bağlı olmanın en güzel örnekleri, tarihin bu güzel döneminden bizim için süzülüp gelmiştir. Kaynakların bildirdiğine göre; din için, dîni rahatça yaşamak için büyük bir fedâkârlık göstererek, kurulu düzenlerini, evlerini, işlerini, dükkânlarını… arkalarına bile dönüp bakmadan terk edip hicret ederek samimiyetlerini ortaya koyan muhâcirleri; eşi-benzeri olmayan kardeşlik örneği sergileyerek, evinden bineğine, dükkânından tezgâhına, bağına, bahçesine varıncaya kadar her şeyini paylaşma tavrı sergileyerek himaye eden ensar, bu ümmet için muazzam ve kıyâmete kadar hiç eskimeyecek bir kardeşlik örneği sergilemiştir.

Bu âlicenaplık karşısında muhâcirûn hiçbir zaman hazıra konmuş olma rahatlığı içinde olmayıp çalışıp çabalamanın gayreti içerisinde olmuş, bunun sayesinde Cenâb-ı Hak, onlara Mekke’deki varlıklarından daha fazlasını lutfetmiştir. Enfâl Sûresi 74. âyet buna işaret etmektedir:

“Îmân edip, hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhâcirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onların hepsi gerçek mü’minlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve bol rızık vardır.”

Bu ifadeler tarihin bir zamanında yaşanıp gitmiş; kuru, yavan bir kardeşliği anlatmıyor. Asırların ötesinde, bu kardeşliğin nasıl önemi varsa ve bu kardeşlik Ebu’l-Hasan Harakānî’ye, Mevlânâ’ya kardeşlik şuurunu aşılamış, ona göre tavır belirlemelerine vesile olmuşsa; bugün de, o kardeşlik manzaraları yaşanmalıdır. Çünkü, din kardeşliği Müslümanlığın bir gereğidir. Muhâcir ve ensar arasındaki kardeşliği anlatan, bu kardeşliği öven âyet ve hadisler asla; «Tarihî bir vak‘a olarak kalsın.» diye vârid olmamıştır. Bilâkis, insanlığın hayat serüveni sürdüğü müddetçe; bu kardeşlik nümûnesinin sürdürülmesi, yaşatılması için aktarılmıştır.

Bugün bu kardeşliğin gündeme gelmesi gerekiyor. Zira ülkemizin konumu, komşu devletlerdeki iç savaşların varlığı ve geçmişten gelen hâmîlik özelliği neticesi; ırkı, rengi çeşit çeşit insanlar, müslüman kardeşlerimiz akın akın bize geliyorlar. Yarım milyona yakın Suriyeli, ülkemizin her ilinde hayatlarını îdâme ettirmeye çalışıyor. Onları gördükçe, insan için vatanının olmasının ne büyük nimet olduğunu hissetmemek mümkün değil. Onların ülkeleri iç savaş hâlinde değilken, hepsinin içtimâî bir vazifesi vardı. Kimisi imamdı kimisi müezzin. Kimisi mühendisti kimisi doktor. Kimisi teknik elemandı… Sahip oldukları diplomalar, ülkelerinde bir anlam ifade ediyordu. Fakat, vatan elden gidince; gittiğiniz ülkede, sahip olduğunuz içtimâî konumunuz, diplomanız bir anlam ifade etmiyor. Çoğu mühendis, çoğu tekniker, çoğu müezzin; hicret ettikleri ülkelerde bundan üç sene önce akıllarına bile getirmedikleri işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Kalacak yer bulamıyorlar, lisanını bilmedikleri bir ülkede hayat mücadelesi veriyorlar. Eğer çalışmazlarsa; ellerinde avuçlarında hiçbir şey olmadığı için aç kalma ihtimali yaşayacaklar, sıkıntı içerisinde bırakıp geldikleri ailelerine bir şeyler gönderemeyecekler. Gelen çoğu Suriyeli, hazıra konma sevdasında değil, çalışıp iâşelerini kazanma ve ülkelerinde bırakıp geldikleri ailelerine para gönderme çabası içerisinde. Bu da onların gözü, gönlü tok insanlar olduğunu akla getiriyor. Bu çalışma sevdalısı Suriyeliler yanında; kocasını, çocuğunu kaybetmiş, çalışma imkânı olmayan yaşlılar, dullar, çocuklar da var. Bunlara birilerinin el uzatması lâzım. Kardeşlik vaazları dinleyerek hüzünlendiğimiz, sevindiğimiz, tarihî kardeşlik manzaralarının benzerini bu ülke insanının yapmaması düşünülemez. Çünkü yardımlaşma ve kardeşlik şuuru bu ülke insanının fıtratında var. Bundan 30-40 yıl öncesinde kara yoluyla hacca giden dedelerimizden, babalarımızdan komşu Suriye’den geçerken konakladıklarında, Suriye halkının kendilerine nasıl misafirperver davrandıklarını, evlerini açtıklarını, kendilerini yedirip, içirip uğurladıklarını duymuşuzdur. Bugün vatansız kalmış Suriyelilere; bizim evlerimizi açmamız, onların ellerinden tutmamız, onlara yardımcı olmamız gerekmez mi? Ensar gibi davranmamız gerekmez mi?

Müslümanlar, zaman itibarıyla büyük bir imtihandan geçiyorlar. Bu imtihan, kardeşlik imtihanıdır. İslâm ülkelerinin bu imtihandan çok iyi geçtiği söylenemez.

Çölün ortasında terk edilmiş bir yerde, Suriyeliler için kurulmuş Ürdün mülteci kampını duymuşsunuzdur. Buradaki genç kızların, para karşılığında yaşlı Arap zenginlere eş yapıldığını da işitmişsinizdir. Gökdeleni bol Arap ülkelerindeki gökdelenlerde; Orta Doğulu, Uzak Doğulu fakir, çalışmaya mecbur müslümanların -gülünç rakamlara- köle gibi çalıştırıldığını; Mekke’de Harem’in yanı başında, zengin Suudlu tacirlerin baskısı altında ezilen, Mekke’nin varoşlarında hayat mücadelesi veren Uzak Doğulu gariban müslümanların perişanlığını da görmüşsünüz, duymuşsunuzdur. Bu görüntülerin, müslüman ülkelerde görülmesi içler acısı bir durumdur. Muhâcir-ensar kardeşliğinden ne kadar uzaklaşıldığının, Harakānî-Mevlânâ Hazretleri’nin ortaya koyduğu kardeşlik çizgisinden ne nisbetle sapıldığının tezâhürü değil midir, bu görüntüler?

Bu görüntülerin, ileride içtimaî problemleri beraberinde getireceğinden de şüphe edilmemelidir. Avrupa’daki suç oranlarına bakıldığı zaman görülecektir ki, en fazla suç işleyenler, en fazla sâbıkası olanlar; müslüman ülkelerden Avrupa’ya göç eden göçmenlerdir. İlgilenilmediği için İslâmî çizgiden uzaklaşan müslüman güruh; kendisini suçun içerisinde bulmuş, kendisinden beklenmeyen suçlara doğru savrulmuştur. Bu durumun, sosyal adâletin yok edildiği zengin müslüman ülkelerde yaşanması da an meselesidir. Zira onları frenleyen, içlerinde pörsümemiş İslâmî duygulardır. Eğer bu duygular ilgisizlikten dolayı yok olmaya başlarsa, içtimâî infiallerin önünü almak mümkün olmayacaktır.

Onun için müslümanların kendilerini muhasebeye çekerek, bir an önce özlerine dönmeleri ve muhâcir-ensar kardeşliğini yeniden gündeme getirmeleri elzemdir. Aksi takdirde, parçalanmış, bölünmüş, birbirini ezmeye devam eden İslâm dünyası, batının tahakkümü altında çırpınmaya devam edecektir.