Salgın Sonrası; YENİ HAYAT

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Salgın hastalıklar, öteden beri insanların korkulu rüyası olmuş; önemli derecede insan kayıplarıyla cemiyetleri derinden etkilemiştir. Savaşlar, kıtlıklar, tabiî âfetler gibi diğer felâketler de eklenince; bu, şüphesiz cemiyeti felç eden kargaşalara sebep olmuştur. 1918-1920 yıllarında ortaya çıkan 500 milyondan fazla kişiye bulaşan İspanyol gribi, 50 milyon civarında insanın ölümüne sebep olmuştur. Bu salgın, ülkeleri o kadar şiddetli etkilemiştir ki; sürmekte olan Birinci Cihan Harbi’nin sona ermesinde bile rolü olduğu belirtiliyor.

Son olarak 2019 yılında Çin’de patlak veren koronavirüs salgını; şiddetli bir kasırga gibi eserek birkaç ayda dünyayı sarmış, içtimâî yapıyı âdeta altüst ederek, zamanımızın fevkalâde gelişmiş tıbbî imkânlarına ve milletlerarası işbirliğine rağmen bu güne kadar görülmemiş bir âfete dönüşmüştür. Şimdiye kadar 500 milyon küsur kişiye bulaşan hastalık, 6 küsur milyon can kaybına sebep olmuştur. Şu anda çıkan son varyantın zayıf olması sebebiyle, dünya ölçeğinde bitti gözüyle bakılan salgının, tesirli yeni bir varyantla tekrar gündeme oturabileceğinin ihtimal dâhilinde olduğu belirtiliyor. Hattâ, şu sıralarda yine Çin’de patlayan yeni bir dalganın bastırılmaya çalışıldığı haberleri, dünyayı tedirgin etmeye yetiyor.

Fudayl bin Iyâz Hazretleri;

“–Ben Allâh’a karşı kusur işlediğimi, merkebimin ve hizmetçimin itaatsizliğinden anlarım.” buyuruyor.

Demek oluyor ki; insan, başına gelen musîbetler karşısında, kendisini sîgaya çekmeli, hatalarından arınmalıdır. Nitekim tevbe, bütün duâların başıdır. Bu cümleden olarak, Hasan-ı Basrî Hazretleri; kendisinden duâ isteyenlere, tevbe tavsiye eder. Bir gün bir adam Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin yanına girdi ve;

“–Ey İmam! Gök yağmur vermiyor!” dedi.

Hasan-ı Basrî Hazretleri ona;

“–Allah’tan istiğfâr et!” dedi.

Sonra başka bir adam geldi;

“–Eşimin çocuğu olmuyor!” dedi.

Hasan-ı Basrî Hazretleri ona da;

“–Allah’tan istiğfâr et!” dedi.

Sonra üçüncü bir adam geldi ve;

“–Fakirlikten yana şikâyetim var!” dedi.

Hasan-ı Basrî Hazretleri ona da;

“–Allah’tan istiğfâr et!” dedi. Mecliste bulunanlardan biri, dedi ki:

“–Ey İmam, hayret sana! İhtiyacı için bütün yanına gelenlere;

«Allah’tan istiğfâr et!» mi dersin?”

Bunun üzerine Hasan-ı Basrî dedi ki:

“–Sen Allâh’ın şu âyet-i kerîmesini hiç okumadın mı?

«Onlara dedim ki:

‘–Rabbinizden bağışlanma dileyin. Çünkü o Gaffâr’dır. (İstiğfârınıza karşılık)

•Üzerinize gökten bolca yağmur yağdırır.

•Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunur,

•Sizin için bahçeler ve nehirler var eder.’» (Nûh, 10-12)

Dünyamız bugün, adâletle hükmetmek için gönderilen, fakat -hâşâ- ilâhlığını ilân eden densizler elinde, korkunç zulümler altında, her gün biraz daha yaşanamaz hâle getiriliyor. Mazlumlar, hele de müslümansa; insan haklarından mahrum bir şekilde inim inim inliyor. Akdeniz; on binlerce masum mültecîye mezar oldu, bebek cesetleri kıyıya vuruyor. Suriye’de, sahipsiz kalmış çocuk yetimlerin donmuş cesetleri ağaç diplerinde kalıyor. Bombardımanların çaresiz bıraktığı çocuklar;

“–Sizi Allâh’a şikâyet edeceğim!” diye, yaşından büyük mânâlarla haykırıyorlar… Ancak, zâlimlere değil; «Dur!» diyecek, kınayacak bir güç bile yok.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün sokaktan geçerken, yanlışlıkla üzerine kül dökülmüştü. Her tarafı kirlenen Bâyezid Hazretleri, hiçbir kızgınlık emâresi göstermedi. Bilâkis Allâh’a şükredip elleriyle yüzünü sildi. Ardından da bu hâdiseyi hikmet ve ibret nazarıyla seyrederek;

“–Aslında ben ateşe müstahaktım, ama Cenâb-ı Hak lutfuyla beni affedip üzerime ateş yerine kül döktürdü de, beni mânen îkaz buyurdu. Bunda ne üzülecek ne de kızacak bir şey var!” dedi.

Kıssadan hisse; o mübârek zât mahviyetle titrerken, zamanımız insanına mes’ûliyet şuurunu hatırlatıyor. Demek oluyor ki; yeryüzü bu kadar zulmü taşıyamaz, gök rahmet indirmez, ateş yağdırır…

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hiç şüphesiz Allah zâlime mühlet verir. Onu yakalayınca da kaçmasına fırsat vermez.” (Müslim, Birr, 61) buyuruyor. Bu cümleden olarak;

“Allah Teâlâ, imhâl eder (mühlet verir); ihmâl etmez.” denilmiştir.

Salgın döneminde, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de hastalığı kontrol altında tutabilmek için içtimâî hayatta fevkalâde sıkı tedbirler alındı. Fertler; birbirleri ile münasebetlerini kesmek ve müşterek sahalarda kalabalıkları önlemeye mâtuf olarak, âdeta evlerine hapsedildi, işyerleri kapatıldı, çalışanlar mecburî izne çıkarıldı, mümkün olan yerlerde evlerden çalışma usûlü getirildi; «sanal vasatta» (online) görüşme, fevkalâde yaygınlaştı… Öyle ki; bu cümleden olarak hacca gidişler bile durduruldu, camiler mahzunlaştı. Herkes birbirinden kaçar, aile fertleri bile bir araya gelemez oldu. Dostlar görüşmeye, birbirleriyle musâfaha etmeye hasret kaldı. Evlerde kapalı kalmanın, âdeta sosyal medyaya mahkûm olmanın neticesi olarak; bazı psikolojik rahatsızlıklar, göz, obezite ve kronik hastalıklarda artışlar kaydedildi. Ancak bütün bunlara rağmen Covid hastalığının kontrolden çıkmasıyla; zaman zaman hastahânelerin imkânları zorlandı, yatak ve sağlık personeli mahrumiyeti yaşandı.

Kullanılmayan eşyalar, faaliyet olmayan hâneler yıpranır; keyfiyetleri zayıflar. Bu menfîliği belirtmek bâbında, atasözümüz;

“İşleyen demir ışıldar.” der. Bu vâkıa, işlemeyen demirin de pas tutacağına işaret eder. Bu sebeple; salgın döneminde önemli ölçüde yalnızlaşan, eve bağlanan insanlarımızın mânevî bakımdan tavsadıklarından, enerjilerinin zayıfladığından söz edilebilir. Bugünlerde şartların normalleşmesine rağmen; -cuma günü de dâhil- camilerin eski cemaat kesâfetine kavuşamaması, dînî hayatın can damarı mesâbesindeki beraberliklerin dahî eski kıvâmını bir türlü bulamaması bahis mevzuudur. Hâlbuki beklenen; bu mecburî kısıtlamalara mâruz kalan müslümanların, buna sebep olan şartlar ortadan kalkınca kurulmuş zembereğin boşalması misâli, susuz kalmış gönülleri suya kavuşturmak iştiyakıyla kaynaklara koşmalarıydı.

Bu yeni devrede olması gereken canlılıkla alâkalı olarak, İmâm-ı Gazâlî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Ey oğul; düşün ki vefât ettin ve dünyaya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün. O hâlde bugün, günah ve mâsiyete kat‘iyyen yaklaşma ve sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zira her nefes paha biçilemeyen bir nimettir. O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip, hayır işlemekte acele etmeliyiz.”

Bu cümleden olarak; kendimize, çevremize ve Allah Teâlâ’ya karşı mükellefiyet ve mes’ûliyetlerimiz hususunda, azim ve hassâsiyetlerimizi diriltmeliyiz. Hususiyle; geleceğimizin teminatı evlâtlar, bu mevzuda ayrı bir önem arz ediyor. Bu mevzu öncelikle ebeveynlerin mes’ûliyetlerinde olup, sadece okullara havâle edilemeyecek bir mâhiyete sahiptir.

«Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen» Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33) buyurur. Bu hadîs-i şerif, çocuk eğitiminin muhtevâsını îzâha kâfîdir.

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın huzûruna çıkan bir baba, kendisini azarlayan ve tartaklayan oğlundan şikâyetçi olur. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın huzûruna çağırılan oğul, karşısında babası olduğu hâlde;

“–Asıl ben babamdan şikâyetçiyim.” diyerek şikâyetlerini şöyle sıralar:

“Doğduğumda babam bana güzel bir isim vermedi. Pislik yuvarlayan siyah böcek anlamına gelen «Çual» adını verdi.

•Bana Allâh’ın kitâbından bir âyet bile öğretmedi. Dînimi, diyanetimi bilmiyorum.

•Beni evlenme çağıma gelince köle pazarından satın aldığı aslı, nesli ve ahlâkı belli olmayan bir câriye ile evlendirdi. Evlenirken; «Alır mısın almaz mısın, beğenir misin beğenmez misin?» diye bana sormadı…”

Bunları dinleyen Hazret-i Ömer hiddetlenerek evlâdından şikâyetçi olan babaya dönüp;

“–Bre zavallı adam! Ona karşı vazifelerini yapmamış, aksine kötülük yapmışsın. Bir de ondan itaat mi beklersin?” îkazında bulunur.

Dünyevî cereyanların tesirinde, gittikçe gönül âlemleri çoraklaşan, «haz ve hız» tuzağında maddîleşen fertlerle, cemiyetlerin gittikçe huzura hasret kalmaları, acı bir vâkıa. Dr. Anuşirvan Miyancı, gönlün bu hususiyetiyle ilgili olarak;

“Gönlü güzel olanın niyeti de, üslûbu da, fiili de güzeldir.” tespitini yapıyor. Bu durumda, istikbâlimizi kurtarmanın, medeniyetimizi yeniden ihyâ etmenin tek yolu; çocuklarımızın, gençlerimizin vârisi olduğumuz şanlı mâzîmizin değerleri manzûmesi çerçevesinde eğitimidir. Bu yılmaz bir azim ve kararlılık gerektiren meseledeki ölçüyü de Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-;

“Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre eğitiniz.” diye ifade buyuruyor.