Tarihin Akışını Değiştiren Hâdise: HİCRET

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Mâzîde, tarihin akışına tesir etmiş, ona yön vermiş nirengi noktaları vardır ki; bunlar nazar-ı itibara alınmadan, insanlığın geçmişi ve bugünü anlaşılamaz; hattâ istikbâli bile değerlendirilemez. İçtimâî hâdiselere geniş ölçüde tesirleri ve tarihin akışını yönlendirmeleri sebebiyle; bunların bir kısmı tarihî devirlerin tasnifinde başlangıç ve bitiş noktaları olarak belirlenmiştir. Yazının îcâdı, kavimler göçü, Batı ve Doğu Roma imparatorluklarının yıkılmaları, Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketleri, coğrâfî keşifler, Fransız İhtilâli… gibi tarihî hâdiseler bu cümledendir.

Tarihe yön veren ve akıp giden zamanın işaretlenmesinde kullanılan bu belirleyici vâkıaların içinde şüphesiz en mühim olan da, fıtratındaki şeref ve haysiyetle mütenâsip olarak insanlığı rahmet iklimine kavuşturulmuş asırlarla buluşturan İslâm’ın nüzûlüdür. Bu mukaddes inzâlin safhaları içinde de, her adımı bir nümûne-i imtisâl olan «hicret» hâdisesi, hâiz olduğu stratejik buudu ve yol açtığı neticeleri ile ayrı bir öneme sahiptir. Nitekim bu vasfı sebebiyle, İslâm dünyası için takvim sistemine esas olarak kabul edilmiştir.

Müşriklerin Mekke’de müslümanlara revâ gördükleri eziyet ve işkenceler iyice artıp, onların dinlerini yaşama imkânları fevkalâde zorlaşınca, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den izin alarak, O’nun işaretiyle Medine’ye hicret etmeye başladılar. Çünkü ilâhî emir; küfre boyun eğmektense, hür olarak dînini yaşamak yönündedir. Bu hususta, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara; «Ne işte idiniz?» derler. Onlar da; «Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.» derler. Melekler; «Allâh’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya!» derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten âciz ve zayıf olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ.” (en-Nisâ, 97-98)

Ancak bu vâkıa, memleketini müşriklere terk edip uzaklaşmak değil; kuvvetlenip, çıkılan vatanı fethetmek gibi ulvî bir hedefe yöneliktir. Nitekim, hicretten sonra; Medine Sözleşmesi ile bir İslâm devleti kurulmuş ve vakti gelince, terk edilmek mecburiyetinde kalınan Mekke fethedilerek, bu devlete katılmıştır. Medine’de; her şeylerini memleketlerinde bırakıp gelen «muhâcirler» ile, sahip oldukları her şeyi, gönül rızâsı ile onlarla paylaşan «ensar» arasında teşkil edilen kardeşlik hukuku da tarihte emsâli olmayan bir vâkıadır. Bu eşsiz fedâkârlık, ilâhî beyanla şöyle övülüyor:

“(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsân ile tâbî olanlar var ya; işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah; onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Müslümanların fırsat buldukça Mekke’den ayrılıp, Medine’de toplanmalarının, kendileri için meydana getireceği tehlikeyi sezen müşrikler; meselenin hal yolunu, kör idrakleri ile Âlemlere Rahmet olan Allah Rasûlü’nü katletmekte bulmuşlardı. Ebû Cehil’in; «müşrikleri Abd-i Menâfoğulları’nın karşısında birleştirmek için, her kabîleden birer kişi tespit edilerek Rasûlullah Efendimiz’in evinin kuşatılması» teklifi kabul edilerek, sû-i kast tertibi kararlaştırılır. Bu esnada da;

“(Rasûlüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80) ilâhî beyânıyla hicret emri gelir.

Bunun üzerine, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz en yakın dostu Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ı haberdâr eder; Hazret-i Ali- kerramallâhu vechehû-’yu çağırarak, vaziyeti bildirir. «Emîn» sıfatı muktezâsınca, kendilerine bırakılan emânetleri sahiplerine verilmesi kaydıyla O’na teslim ederek, kendi yatağına yatmasını ister. Bu husûmet çemberindeki fevkalâde ağır şartlar altında bile; «Emîn» olma hassâsiyetini takip etmek, ancak Allah Rasûlü’ne mahsus, nebevî bir keyfiyettir. Hazret-i Ali -kerramallâhu vechehû-’nun sarsılmaz vefâsıyla emre riâyetinden sonra; «Yâ Sîn» Sûresi’ni okuyarak, aldığı bir avuç toprağı, mübârek hânelerini saran müşriklerin üzerine serperek, Allah Teâlâ’nın muhafazasında, aralarından çıkıp gider. Böylece, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; sevinç gözyaşlarıyla, gerekli hazırlıkları yapmış olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile buluşmasıyla; mîlâdî 622 yılında, 26 Safer’de, tarihin akışını değiştiren «hicret» hâdisesi başlamış olur.

Herkes için, her bakımdan en güzel örnek olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hicrette de, Allah Teâlâ’nın koruma teminatına rağmen, ümmetine en güzel tevekkül örneği teşkili sadedinde, bütün gerekli tedbirleri almaktan imtinâ etmemiştir. Bu cümleden olarak; yol arkadaşı Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile, yolculuk için temin edilen develeri almadan, Medine’nin tam aksi istikametine hareket ederek, Sevr Mağarası’na gizlenirler. Müşriklerin bazıları iz sürerek, mağaranın önüne kadar gelirler. Ancak Allah Teâlâ’nın takdîri ile; mağaranın ağzı kalın bir örümcek ağı ile kapanmış, bir güvercin de girişe yuva yapmıştı. Mağara girişinde de, bir bitki yeşerip içeriyi kapatmıştı. Bu esnada endişelenen Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Ben kendim için korkmuyorum, Sen’in için korkuyorum.” deyince, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu;

“–Korkma yâ Ebûbekir; hiç şüphesiz Allah bizimledir.” diye teskin eder. Nitekim; «Bu örümcek ağları, O’nun doğmasından önceye ait.» diyen şahıslar; eğilip mağaranın içine bile bakmadan dönüp giderler. Bu durumla alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkâr edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına;

«–Üzülme, Allah bizimle beraberdir!» diyordu; Allah da O’na sekînetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı.

Allâh’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur.

Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)

“Sevr Mağarası’ndaki misafirlik üç gün sürdü. Varlık Nûru bu aziz arkadaşına;

«…Mahzun olma; Allah bizimle beraberdir!..» (et-Tevbe, 40) buyurmakla, aynı zamanda Allah ile beraber olma (maiyyet) sırrını telkin ediyordu. Bu, gizli zikir tâlîminin ilk baş­langıcı ve gönüllerin Allâh’a açılarak itmi’nâna ermesiydi. Hazret-i Peygamber’in nur menbaı olan kalp âlemindeki esrârı ümmetine fâş etmesi, ilk defa Hazret-i Ebûbekir ile bu mağarada başlamış, kıyâmete kadar devam edecek Altın Silsile’nin ilk halkası oluşmuştur.”1

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve «yâr-i gâr»ı; müşriklerin kendilerini bulmaktan ümitlerinin kesildiğini öğrenince; kılavuzun getirdiği develerle mağaradan ayrıldılar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek gönlü, vatanından ayrılma sebebiyle fevkalâde hüzünlendi ve;

“Vallâhi sen, Allah katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305) buyurdu.

Bunun üzerine;

“Sana Kur’ân’ı (okumayı, teblîğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allah) Sen’i döneceğin yere döndürecektir.” (el-Kasas, 85) ilâhî müjdesi beyan buyuruldu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ve âzadlısı Âmir bin Füheyre ile, müşrik ama mert bir insan olan Abdullah bin Uraykıt rehberliğinde, gerekli temkin ve tedbirlere riâyetle, deve ile sekiz günlük mesafedeki Medine’ye doğru yola çıktılar. Yolda yolcuların ihtiyaçlarını karşılayan Ümmü Mâbed’in çadırına uğradılar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; çadırdan çıkamayan, fevkalâde cılız bir koyundan, ilâhî lütufla bol miktarda süt sağdı. Misafirlerin ayrılmasından sonra; Ümmü Mâbed ve ailesi gördükleri ve hissettikleri fevkalâdeliklerle, O’nun daha önce duydukları Peygamber olduğunu anlayarak müslüman oldular. Ödül almak için mukaddes kâfilenin peşine düşenlerden Süraka bin Mâlik onlara rastlayınca, üzerlerine yürüdü; ancak atı kumlara saplanıp kaldı. Bu vaziyetle aklı başına gelen Süraka, af dileyerek îmân etti ve geri dönerek, arkadan gelen takipçileri başka yönlere sevk etti.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliği ile yolda müslüman olup katılanlarla birlikte, mübarek hicret kâfilesi, 12 Rebîülevvel günü Medine’ye ulaştı. Halk; mübârek misafirlerini, önemine uygun emsalsiz bir heyecan ve sevgi ile karşıladı; bağrına bastı. Yer-gök, kalplerden kaynayıp taşan, hissiyat yüklü; «Talea’l-bedru aleynâ» nağmeleri ile dalgalandı. «Yesrib» şehri yeni adıyla Medîne-i Münevvere; Bugünden sonra, İslâmiyet’in inkişaf ve terakkî mekânı ve aynası oldu. Küfrün karanlık yüzü, bu hicretle soldu.2 Böylece Medîne-i Münevvere, burada neşv ü nemâ bulan İslâm devleti ile; sonraki nesillerce, bir ulu çınar gibi kıtalara yayılan ve asırlarca rahmet iklimi ile insanlığı saran İslâm medeniyetinin başlangıç merkezini teşkil etti.

Sömürgecilerin hâkim olduğu bugünün dünyasında; insanlık, hususiyle de İslâm âlemi kan ve ateşler içinde kıvranıyor. Vatanını terk etmek mecburiyetinde kalan mazlumlar, canlarını atacak ülke derdindeler. Ecdâdımız zamanında olduğu gibi, şimdi de bunlara kucak açan en önemli ülke Türkiye. Yanı başımızdaki Suriye’den gelen dört milyon civarında muhâcir, on yıldır ülkemizde misafir. Diğer pek çok devletin hiç umursamadığı bu mazlumları; çok şükür ki, ülkemiz kıt imkânlarına rağmen bir ensar hassâsiyetiyle bağrına basıyor. Bu; «hicret» vâkıasının ilhamıyla kazanılmış, kardeşlik hukukuna riâyet fazîletinin bir tezâhürü olup; yüce «nizâm-ı âlem» dâvâsını yürütecek olanlara yaraşan, onların hâiz olmaları gereken bir vasıftır. Yeni hicrî yılın, bütün İslâm âlemine ve mazlumlar dünyasının saâdet ve selâmetine vesile olması duâsıyla…

_____________

1 İslâm ve İhsan: islam ve ihsan.com/peygamber-efendimizin-mekkeden-medineye-hicreti.html

2 İslâm ve İhsan: islam ve ihsan.com/peygamber-efendimizin-mekkeden-medineye-hicreti.html