ALLAH, KULU İLE YAKIN OLMAK İSTİYOR!

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

Asırlar boyu davranışında ve muamelâtında İslâm’ı yaşayan bizler, İslâm’ın
insanı ihyâ ve inşâ eden yönünü unuttuğumuzdan beri bir fazîlet medeniyeti meydana getiremedik. Ne zaman ki; itibarımızı ve şerefimizi bize veren Kur’ân-ı Kerîm’i duvarımızın en yüksek yerine asıp kapalı tuttuk, ilâhî yardım ve rahmetten mahrum kaldık. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu üzere;

“Rab olarak Allâh’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak da Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kabul edip râzı olan, îmânın tadını alabilir.” (Müslim, Îmân, 56; Tirmizî, Îmân, 10/2623; Ahmed, I, 208)

Îmânın bir tadı vardır. Rızâ hâlinde olamadığımızdan beri Allâh’ın nûru kalbimize yerleşmiyor. Kalbimizin tadı kalmadı. Dünyaya muhabbet, îmânımızı sarsıntıya uğrattı, amellerimiz de birer birer bu muhabbet uğruna fedâ oldu. Kendi öz benliğimizden kopup; batının medeniyet, Uzak Doğu’nun mistik anlayışına gönül dünyamızı açtık, zilleti yaşar olduk. el-Muhyî esmâ-i celîlinin bize hayat bahşetmesi için, gönüllerimizin Allah ile hayat bulması gerekiyor. Ölmüş gönüllerimizi;

“… ölü iken dirilttiğimiz…” (el-En‘âm, 122) âyet-i kerîmesinin hürmetine dirilt Allâh’ım!

İslâm’ın insanın hayatına yön veren can bahşeden rûhî dokusu amelimizden îtikādımızdan uzaklaştıkça; kaba, ruhsuz, şekilden ibaret bir din anlayışımız oluştu. Hiçbir farz, domuz eti yemenin haramlığı kadar itibar görmez oldu. Mevlânâ Hazretleri’nin sözleri sanki bizleri tasvir ediyor:

Bizler kazâ ve kader hâkiminin şu dehlizinde, yani şu dünyada;

«–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» sorusunun cevabına;

«–Evet Rabbimiz’sin!» cevabını verdiren bir ahitte bulunduğumuz, bu ezel dâvâsının görülmesi, gerçekleştirilmesi için bulunuyoruz. (Mesnevî-i Şerif)

Bizler Allâh’ın yarattığı dehliz misâli doğum ve ölüm kapısı bulunan bu dünyada misafirleriz. Rabbü’l-Âlemîn’in ezel âleminde bizim ile ahitleştiğini A‘râf Sûresi 172. âyet bildirmektedir:

“Hani Rabbin Âdemoğulları’nın bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine şâhit tutarak;

«–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» diye sormuştu. Onlar da;

«–Evet, şâhitlik ederiz ki Sen bizim Rabbimiz’sin.» demişlerdi. Böyle yaptık ki kıyâmet günü;

«–Doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu!» demeyesiniz.”

Neden ezel hâkiminin mahkeme koridorunda susup duruyoruz. Biz buraya şâhitlik etmeye gelmedik mi? Neden Muhammedî emirlere uyarak, insan gibi yaşayarak, şâhitliğimizi yerine getirmiyoruz? (Mesnevî-i Şerif)

Neden şâhitliğimizi yapamıyoruz? Kalbimize inmiyor Kur’ân, rûhumuza dokunmuyor secdeler, Hakk’a vâsıl olamıyoruz. Ahlâkî yozlaşmaya tek vücut karşı koyamıyoruz. Ezeldeki ikrârımızın gereğini fiilî olarak yerine getiremiyoruz. En bayağı davranışlar normalleşti. Kavimlerin helâk sebebi, günahların nümûnesi işleniyor dünyada. Yer suskun, gök suskun, toplumumuz suskun. Bekliyoruz. Günahlar işlenirken biz kendi amelimize güveniyorsak; kurtuluşun Allâh’ın fazl ve ihsânından olduğunu unutmuşa benzeriz. Efendimiz;

“–İyi biliniz ki, hiçbiriniz ameli sayesinde cennete giremeyecektir.” buyurmuştur.

Ashâb-ı kiram;

“–Sen de mi yâ Rasûlâllah?” diye sorunca;

“–Allah beni rahmetine gark etmedikçe ben de (amelimle cenneti hak edemem)!” buyurmuştur. (Buhârî, Rikāk, 18; Müslim, Münâfikîn, 71)

Rahmetine güveniyoruz Allâh’ım!

➢Ey şâhit, ne zamana kadar mahkeme koridorunda bekleyip duracaksın? Vakti gelmişken şâhitlik vazifeni yap! (Mesnevî-i Şerif)

Bugün en çok ihtiyacımız olan şey; fert fert yeniden İslâmiyet’in rûhu ile terbiye olmuş, istikamet ehli nesiller yetiştirebilmektir. Toplumumuzdaki yürek sızlatan dejenerasyonu fitne ve fesâdı durdurabileceğimiz tek yol Kur’ân ve Sünnet istikametinde yüreklerin yeniden inşâsı ve ihyâsı olacaktır. Yaşanan bu kimlik erozyonunu durdurmak zorundayız. Müslümanlar arasındaki kardeşlik tesisine de bugün her zamankinden daha çok muhtacız. Dürüst, ahlâklı, mütevâzı birbirinin ve toplumun derdi ile hemhâl olan ruhlara ihtiyacımız var. Âkif’in mısralarında vücut bulan ifadelere hasretiz:

“Kur’ân’dan ilham alarak İslâm’ı asrın idrâkine anlatma çağındayız.”

➢Seni buraya şâhitlikte bulunman, inat etmemen, inkâra düşmemen için çağırdılar. (Mesnevî-i Şerif)

Allâh’ın üzerimizdeki en büyük nimeti İslâm ve îmandır. Kişinin îmânı en büyük dâvâsıdır. Her dâvâ ispatlanmaya muhtaçtır. İspat için; delil ve şâhit sorulur. Cenâb-ı Hak da bizden îmânımızın ispatını ister. Sadâkatimiz ve samimiyetimiz; imtihanlar ve belâlar ile ölçülür. Allah ile yakın olmaya çalışmanın mutlaka bir bedeli olacaktır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullâh’ın muhabbeti gönlümüzde yer etmeden her dâvâ da ispatsız kalacaktır.

Yol, zor ve çetin!

Bu yolda atacağımız her adım, Rabbimiz ile yakın bir ilişki kurabilme çabasıdır. Bunun için tekrar tekrar Efendimiz’in hayatını ve hadîs-i şerîfeleri Kur’ân- ı Kerim ile beraber okumak zorundayız. O zaman anlayacağız ki;

Allah, kulu ile yakın olmak istiyor!

İlâhî kelâmda buyurulduğu üzere;

“Yaratılışını tamamlayıp onu insan olarak düzenlediğim ve içine kendi rûhumdan üflediğim zaman…” (el-Hicr, 29)

Âyet-i kerîmesi ile insanın esas şeref ve üstünlüğü ifade edilmektedir. Allâh’ın; «Rûhumdan üfledim.» diyerek kendi Zât’ına izâfe etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bazı hususiyetleri kuluna lutfetmesi demektir. İnsan aldığı bu ilâhî emânetin nûru ile Rabbini tanır. İnsanın kalp âleminde bu inanç duygusu fıtrî olarak selîm bir hâlde bulunmaktadır. Her insanın iç âleminde hayra da şerre de meyil vardır. Lâkin Allah, yaratılış olarak insanı hayra daha istîdatlı tezyin etmiştir. İnsanın ilâhî vahiy ve Allâh’ın elçileri ile bu istîdatları inkişâf ettirebilmesi, Allâh’ın kuluna en büyük lutfu ve ikrâmıdır. Allah, kulu ile buluşmak istiyor. İşte İslâm ve îman kalbe tam yerleştiği zaman bu ilâhî heyecan ile kalpler inkişaf edecektir. Îman nûrunun parıltıları ile kalp Allâh’a vuslatın hazzını dünya muhabbetlerinin fânîliğini idrâk eder. Cefâlar lezzete, zahmetler rahmete inkılâp eder. Dünya hayatının elem, keder ve imtihanları bu ilâhî rahmet karşısında yok olur gider.

Bütün elem ve kederlerin Allâh’ın lutfu ile yok olup gitmesi, Rabbimiz ile yakın olabilmek niyâzı ile sözlerimize Ahmed er-Rifâî Hazretleri’nin münâcâtı ile son verelim:

“Ey göklerin ve yerin emrine boyun eğdiği, semâyı yeryüzüne düşmekten koruyan, bir şey murâd ettiğinde sadece; «Ol!» deyip o şeyin hemen olmasını gerçekleştiren Allâh’ım!..

Duâlarımızı kabule lâyık olan Sen’sin. Her şeyin melekûtunu elinde tutan ve dönüşün kendisine olacağı yüce Allâh’ım, Sen’i bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Ey latîf, işlerinde incelikleri çok olan Allâh’ım, bana gizli lütufla ikrâm et. Çünkü ben ihtiyaç sahibi bir fakirim, Sen’se çok yüce bir zenginsin.”