Henüz Tanımadan da GÖRENLERİN DİLİYLE O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Rasûl’e hicreti emretti Varlığın Rabbi,
Medîne semtine râm oldu Mekke’nin kalbi.

Kadid’de uğradılar yol tarafta bir çadıra,
Bu, Ümmü Mâbed’e âitti, handı yolculara.
Yemek verir ve su ikrâm ederdi her gelene,
Fakat bugünkü misâfir süt isteyince, o ne;
–Anam, babam Sana kurban, deyip de açtı keder:
–Şu boş koyundan eğer, süt çıkarsa, Sen sağıver!
Hudâ Rasûlü, duâ etti, çekti bismillâh,
Mübârek elleri sağdıkça sağdı süt, o sabah.
Dolup da taştı çanaklar, kerem budur, işte;
Hudâ, o sıska koyundan nasıl doyurdu süte!
Denir ki; çok sene her gün sağıldı hep bu koyun,
Yaşandı bin bereket, Mustafa’ydı sırrı bunun.
Nebî gidip de, peşinden gelen Ebû Mâbed,
Şaşırdı: –Yok idi, nerden bu denli süt ve meded?
Kadın, olanları anlattı: –Bir misâfir zât,
Bugün gelip bize rahmet taşırdı, çoktu sıfat.
Derindi hâlleri, hayrân eden bir insandı.
Sevindi kalbi Ebû Mâbed’in, meraklandı:
–O zâtı et bana târif, dedikte; –Dinle, dedi,
O Ümmü Mâbed’in îman lisânı şöyle dedi:

–Misâli yok, yüce bir zât, devamlı nur yüzlü,
Meâli, hâli, çok üstün ve muhteşem sözlü.
Beşer fakat, hiç ayıpsızdı, hiç kusursuzdu,
O her güzelliğe sâhipti, hiç gurursuzdu.
Sesinde vardı nezâket, sözünde Hak senedi,
Sıfat; gözünde siyah, kirpiğinde çokluk idi.
Beyâzı tamdı onun, tamdı gözlerinde kara,
Gözünde sürme-i Kudret, güneşti kuytulara.
O kaşların ucu tığ, saçların siyâhı koyu,
O sık sakallarının çok hafif uzundu boyu.
Vakurdu susması, bambaşka bir sekînetti,
Konuştuğunda huzur meltemiydi, rahmetti.
O çehre, öyle güler yüzlü, tatlı dilli hüner,
Dizilmiş inciye benzerdi O’nda tüm sözler.
O dil, ne söylese, en doğru inceliklerdi,
Açık ifâde eder, tâne tâne söylerdi,
O hakla bâtılı tefrîk ederdi bilhassa,
Ne az ne çok, yine söylerdi her kim anlamasa.
O, heybetinde misilsiz, cihânın en güzeli,
Uzaktan özge, yakından da halkın en özeli.
Hem orta boylu cemal, hem de en uzundan uzun,
O bir fidandı ki; her bir fidan, dalıydı O’nun.
O’nun yanında olanlar, ne derse, fırlardı,
O’nun her emrine hepsinde iştiyak vardı.
O’nun yanındakiler, bir koşuştururdu O’na,
Fedâ olurdu yürekler, O’nun bir arzusuna.
Olurdu Kendi de, «Lebbeyk!» diyen o canlara can,
Ayıplamazdı Mübârek, azarlamazdı bir an.
O’dur özelliği, eşsiz denen özellikte,
O’dur güzelliği, hiç misli yok güzellikte.

Uyandı kalbi Ebû Mâbed’in ve etti yemîn:
–Bu zat, Kureyş’in içinden Nebî Muhammed Emîn!
O’nun yanındaki ashâb oluş, çok isterdim,
Bulunca fırsatı, kurbânıyım, karar verdim.
O demde Mekke’de bir ses duyuldu gāipten,
O Ümmü Mâbed’e gelmiş şerefli zâtı öven,
Şiirler ufku kuşatmıştı, yoktu ferd-i hitap,
Bu şi’ri duydu da Hassân, şiirle verdi cevap.

Ne mutlu onlara Seyrî, ne mutlu bizlere hem,
O günkü aşk ile mümkün bugün de aynı kerem.
Lütuf bu, hilyeyi seyrân eden, o gönlü görür,
Kitap ve Sünnet’e daldıkça göz, Rasûl’ü görür.