Zaman Toprağına Tohum Atmak

Ali Rıza BUL

Geleceğin, önümüzdeki zamanın nasıl tecellî edeceğini bilemeyiz; ama biliriz ki, ufku büyük, gayreti coşkun, istikameti düzgün ve yaptıklarında samimî ve devamlı olanların ektiği tohumlar, zaman toprağında çınarlara dönüşecektir.

Zaman…

İçinde olduğumuz, ama genelde değerinin farkına varamadan elimizden uçup giden o kıymetli ve esrarengiz bir hüma kuşu. Fertleri de toplumları da dünya harmanında öğüten meçhul ve malûm değirmen. Ya tabut, ya taht…

Duruma göre koca koca milletleri tarihin derinliklerine gömüyor. Yerine göre tarihin derinliklerinden çınar gibi fışkırtıyor, kalıcı hâle getiriyor.

O hâlde zaman sırrını çözmek ve ona göre hayatı tanzim etmek, fânî bir ömre sahip insanoğlu için en birinci iş. Zamanın değerini bilmek, sonradan telâfî edilemeyecek bir irfan. Bu durumda ömrümüz, zaman toprağında en verimli şekilde ekim dikim yapmakla geçmeli. Hiçbir engel ve mazeret, zamanı har vurup harman savurur gibi kullanmaya sebep teşkil etmemeli.

Sürekli zamana tohum atmalıyız.

Bu da kolaya sarılarak olacak şey değildir. Mevsim şartları, karlı, yağmurlu iklimler zemininde terleye terleye yapılacak iştir. Yani baş koyduğu yolda karşısına çıkan engelleri kararlılıkla aşmasını bilip de başarıya ulaşan insan, zaman toprağına tohum atmış demektir. Diyebiliriz ki elde ettiğimiz/edeceğimiz nimet ve neticelerin kalitesi her zaman katlandığımız zorluğa göredir. Bir bakıma zorluk olmadan kolaylıklar bize lutufkâr olmaz. Yani yokuşta ter dökmeliyiz ki inişte gözyaşı dökmeyelim.

Yani mesele zamanı zorlukları göğüsleyerek değerlendirmek… Zamanın ne kadar değerli olduğunun ve ne denli çabuk geçtiğinin şuurunda olan insan, kendi dalında hedefine ulaşmak için pervane gibidir. Böyle olunca onun gayretinin üzerine değen her zaman dilimi de onu bir antika kıymetinden daha değerli hâle getirir. Böyle insanlar, topluma, özellikle de ilgili olduğu alanda kendinden sonraki nesillere örnek şahsiyet olmaya namzettir. Hayatın en güzel yanı da bu olsa gerek. Yani kendi alanında çığır açmak, gençliğe örnek olmak, asırlar sonra bile adından hep güzelliklerle söz ettirmek…

Yoksa gerisi boş! Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’de dediği gibi:

Günler gelip geçmekteler,

Kuşlar gibi uçmaktalar.

Öyle değil mi? Şu ana kadar ne kadar günler geldi geçti. Geçmeyenler ise günlerin önünde gitmesini bilenler. Seyrî, Yunus’a bu bakışla seslenir:

Geldi geçti asırlar,

Kalan sensin Yûnus’um!

Güzellikler bırakarak kalan olabilmek… Bir insan için ne güzel ufuk. Çok şükür ki tarihimiz böyle şahsiyetlerle doludur. Asırlar geçtiği hâlde, onları hayırlarla yad etmekte, zaman zaman yaşadığımız hengâmelerde bilhassa hatırlamaktayız. Kimi asker, kimi öğretmen, kimi edebiyatçı, kimi tarihçi, kimi de yönetici olarak bu devranda nice başarılara silinmez imzalar atmışlar…

Onlar bu imzaları nasıl atabildiler? Asıl önemli olan ve anlaşılması gereken nokta burası. Geleceğin, önümüzdeki zamanın nasıl tecellî edeceğini bilemeyiz; ama biliriz ki, ufku büyük, gayreti coşkun, istikameti düzgün ve yaptıklarında samimî ve devamlı olanların ektiği tohumlar, zaman toprağında çınarlara dönüşecektir. Onlar o çınarları yaşarken bilmeseler, görmeseler de…

Yine Tanpınar’ın Beş Şehir’deki ifadesiyle:

“İnsan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. Bâkî’nin Fatih Camii’nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun Türkçeyi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; Nedim’in anası Türkçenin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı? Bunun gibi, Malazgirt Ovası’nda dövüşen yiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavisler, bütün ufku dolduran nal şakırtılarının, Sinan’ın, Hayreddin’in, Itrî’nin, Dede Efendi’nin dünyalarına gebe olduğundan elbette habersizdiler.”

Ama onlar, doğru ve yerinde adım atmaktan, liyâkat ve kabiliyetli bir şekilde zamanı değerlendirmekten haberliydiler. Bu yüzden büyük neticelere köprü oldular.

İşte zamanın değerini bu şekilde kavrayamayanlar, onu ellerinden uçup giden bir kuş gibi kaçırıverirler, dâima ziyanda olurlar. İnsanlığa fayda sağlamak, gençliğe örnek olmak ve kalıcılığı elde etmek şöyle dursun; kendilerine bile faydaları olmadan bu dünyadan yitip giderler.

Hâsılı neyi amaç edinirsek edinelim, mesleğimiz-işimiz ne olursa olsun amacımız o yolda en iyiyi öğrenmek, en güzeli ortaya koymak olmalıdır. Vaktiyle Bursa’dan Uludağ’a teleferik kurma projesini üstlenen ve burada daha sonra İslâmla müşerref olan Alman Hubert Sonderman’ın, görevini en iyi şekilde yerine getirmek uğruna canla başla çalışırken, yanında işçi olarak görev yapan fakat işlerini pek ciddîye almadıklarını fark ettiği bazı Türk işçileri:

“–Sizler çok konuşuyor az çalışıyorsunuz, oysa sizi Allah görüyor.” diye îkaz etmesi pek mânidardı.

Yazık ki bir iş görüşmesinde veya bir ihtiyacın giderilmesinde, gözü kapalı:

“–Hâllederiz ağabey, yaparız, ne demek, lâfı mı olur!” şeklinde düşünüp taşınmadan vaatlerde bulunan, sonra da üzerine aldığı vazifeleri savsaklayan tipler, bugün az değildir. Bir de bu tipler kırk tezgâha bez sermişse, o zaman işler tamamen perişan hâle dönüyor. Çünkü kırk tezgâhta kırk bezi olan insanın, önemli olanı gözden kaçırmaması mümkün değil. Tabiî ki bu durumda yapılanlar da, zaman toprağına tohum ekmekten ziyade daha önce ekilen tohumlardan büyümüş fidanları zaman ateşinde yakıp duman etmek şeklinde gerçekleşiyor…