AYIN TARİHİ

Handenur YÜKSEL

“–Her zaman Hâfız’ın aleyhinde bulunursunuz, fakat onun bir «vav»ını bile yazmaya muktedir olamadınız.”

BEŞ YÜZ BEŞ KURUŞLUK ZARAR!

Sultan II. Mahmud ve Abdülmecid dönemi kaptan-ı deryalarından olan Çengeloğlu Tahir Paşa, Karadenizli olup, küçük yaşta denizciliğe atıldı. Mısır ve Cezayir ocaklarında leventlik yaptıktan sonra İstanbul’a geldi ve tersaneye girerek topçu oldu. 1827’de, Osmanlı deniz tarihinde ilk defa patrona (koramiral) rütbesindeki bir kaptan olarak, kendisine beylerbeylik ve paşalık rütbesi verildi. Beş yıl sonra vezirlik rütbesi ile kaptan-ı deryalığa getirilen Tahir Paşa, Trablusgarp’ı Osmanlı’ya sıkıca bağlayacak tedbirleri aldı. Girit’teki bir Rum ayaklanmasını bastırdı. 1845’te Edirne, daha sonra Bosna valiliklerinde bulunan Tahir Paşa, 1851 Ocak’ında Bosna’da vefat etti. Naaşı İstanbul’a getirilerek Eyüp Sultan haziresine defnedildi.

***

Çengeloğlu Tahir Paşa sert, cesur, aynı zamanda çalışkan bir vezirdi. Görevi döneminde adaların idaresi Kaptanpaşaların yönetimindeydi. O sırada Rodos Adası’nda, halkı devlet aleyhine kışkırtan, isyana teşvik eden bir konsolos bulunuyordu. Paşa bir gün konsolosa şöyle dedi:

“–Efendi, size buraların havası iyi gelmiyor.”

Bu sözü sonraki günlerde de birkaç defa tekrar etti. Konsolosa tahriklerinden haberdar olduğunu, Rodos’tan çekip gitmesi gerektiğini îmâ yollu hatırlattı. Fakat adam pişkindi, hiç oralı olmuyor, tahriklerinden vazgeçmiyordu.

Paşa bir defasında aynı sözü yeniden tekrarlayınca, konsolos sırıtarak:

“–Ben buranın havasından memnunum Paşam!” diye cevap verdi.

Paşa öfkesini gizledi, gülümseyerek şöyle dedi:

“–Fakat siz burada biraz daha kalırsanız, beni beş yüz beş kuruş zarara sokacaksınız!”

Konsolos hayretle sordu:

“–Neden Paşam?”

“–Neden olacak, önce beş yüz kuruşa bir köle satın alacağım. Sonra bu köle sizi vurup öldürecek, ardından beş kuruşa bir ip alıp sizi öldüren köleyi asacağım.”

Konsolos, kısa süre sonra Rodos’u terk etti.

BİR «VAV»I YAZAMADINIZ!

«Bana hazine lâzım değil, yerine göre kuru ekmek yer, sıkıntının her türlüsüne sabrederim.» diyen fedakâr Sultan II. Mustafa 1664’te doğdu, 1695’te 31 yaşında iken Osmanlı tahtına oturdu. Devrinde Sakız Adası geri alındı. Rus Çarı Deli Petro, Azak’ta hezimete uğratıldı. Almanlara karşı Olaş Zaferi kazanıldı. Lehistan ve Venedik cephelerinde büyük başarılar elde edildi. Fakat Zenta yenilgimiz de bu dönemdedir. 1703 yılı sonlarında çıkan bir isyan neticesi tahtından indirilerek, yerine kardeşi III. Ahmet geçirildi. Dört ay sonra 29 Ocak 1704’te vefat eden bu fedakâr Sultan, Yeni Cami arkasındaki Valide Turhan Sultan Türbesi’ne defnedildi.

***

Devrin meşhur hattatı Hâfız Osman ihtiyarlamıştı, hacca gitmek istiyor, fakat parası yetmiyordu. Bütün hünerini dökerek yazdığı son şâheseri Sultan II. Mustafa’ya takdim ederek, sürre alayı ile hacca gönderilmesini istedi. Padişah bu talebini kabul etti ve kendisini hacca gönderdi.

Hâfız Osman, Kur’ân’ın bir âyetindeki bir «vav harfi»ni unutmuştu. Bu eksiği gören Sultan, Hâfız’ı kıskanan bütün hattatları huzuruna çağırarak şöyle dedi:

“–Hâfız Osman, şuradaki «vav»ı unutmuş, bunu hanginiz tamamlarsınız?”

Hattatlar, unutulan «vav»ın aynını yazmak için çok uğraştılar, fakat buna bir türlü muvaffak olamadılar. Sonunda, her fırsatta Hâfız’ı çekiştiren hattatların aczini gören Sultan şöyle gürledi:

“–Her zaman Hâfız’ın aleyhinde bulunursunuz, fakat onun bir «vav»ını bile yazmaya muktedir olamadınız. Haydi, çekilin karşımdan!”

O ÂLEME DALINCA DÜNYAYI UNUTURSUNUZ

Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Akşemseddin Hazretleri, 1390 yılında Şam’da doğdu. Baba tarafından soyu İslâm halîfesi Hazret-i Ebûbekir’e kadar uzanır. Genç yaşta Osmancık Medresesi’ne müderris tayin edildi. Devrinde iyi bir hekim olarak şöhret kazandı. Tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya attı. «Kitabü’t-Tıp» ve «Maddetü’l-Hayat» adlı eserleri meşhurdur. İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazında hutbe okudu. Sultan Fatih’in talebi üzerine, Ebû Eyyûb el- Ensârî’nin kabrini keşfetti. Şeyhinin halîfesi olduktan sonra gösterişten korunmak için, önce Beypazarı’na, daha sonra Göynük’e yerleşen Akşemseddin, hayatının son yıllarını orada geçirdi. 1459 Ocak’ında 70 yaşlarında iken vefat eden büyük âlimin türbesi Göynük’tedir.

***

İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmed, bir gün hocası Akşemseddîn’e sordu:

“–Üstadım, beni de halvete kabul eder misin?”

Firasetli âlim şu cevabı verdi:

“–Hayır!”

Fatih ısrar ediyordu:

“–Neden kabul etmiyorsun?”

“–Halvet pek tatlıdır. Dervişlikte öyle bir mertebe vardır ki, o mânevî âleme dalınca dünyayı unutursunuz, memleket işleri inhilal bulur (dağılır). Hâlbuki dünya işlerini düzene koymak için, cihanın sizin gibi büyük bir insana çok ihtiyacı var!”

KURŞUN DEĞİL, GÖBEK ATAR!

1870’te Diyarbakır’da doğan, herkes tarafından sert tenkitleriyle tanınan Süleyman Nazif, Meşrutiyetten sonra Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul ve Bağdat valiliklerinde bulundu. Harb-i Umumî yıllarında İstanbul’a yerleşen Nazif, Halk, İleri ve Hâdisat gazetelerinde makaleler yazdı. İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilişini protesto eden, «Kara Bir Gün» başlıklı yazısı sebebiyle Malta Adası’na sürüldü. Hayatı boyunca, şartlar ne olursa olsun, sözünü asla sakınmayan bu sivri kalemli yazar, 80 yıl önce bugün 04.01.1927’de İstanbul’da vefat etti.

***

Süleyman Nazif’in yanında, İslâm dini aleyhindeki tercümeleriyle tanınan Dr. Abdullah Cevdet’in para hırsından söz ediliyordu. Sohbette bulunanlardan biri şöyle dedi:

“–O, meteliğe bile kurşun atar.”

Süleyman Nazif cevabı yapıştırdı:

“–Hayır, kurşun değil göbek atar!”

HAZRET-İ MEVLÂNÂ’YA
AYIP OLUR!

Şair, gazeteci ve politikacı Arif Nihat ASYA, 1904’te Çatalca’da doğdu. Orta öğrenimini Kastamonu’da, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda tamamladı. 23 yıl yurdun çeşitli illerinde öğretmenlik yaptı. 1950-54 döneminde milletvekili oldu. Uzun yıllar Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. Bundan 32 yıl önce 5 Ocak 1975’te İstanbul’da vefat etti.

***

Bir dostu, Ârif Nihat ASYA’yı ziyaret etmişti. Merak edip sordu:

“–Üstadım kaç şiiriniz var?” Mütevazı şair cevap vermedi. Fakat soru tekrarlanınca şöyle cevap verdi:

“–Şimdi söylersem, Hazret-i Mevlânâ’ya ayıp olur.”

Şairin dörtlükleri 1600-1700 civarındaydı. Hazret-i Mevlânâ’dan daha çok yazmıştı; lâkin utancından ve edebinden açıklayamamıştı.