«Kırık Nesir» ve Felsefî Mırıltılar…

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:

–Hocam, göle maya çalınır mı?

Demiş ki:

–Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne mi inanmıyorsun?

Demişler:

–Hocam bindiğin dalı kesiyorsun!

Demiş ki:

–Eşeğe mi inanıyorsun bana mı?

Demişler:

–Hocam eşeğe ters binmişsin!

Demiş ki:

–Dünyanın merkezi burası…

Bu cümleler, bazen lâk-lâk ederken kullanılan gır¬gır bir karma. Hepsi birbirinden kopuk ayrı ayrı fıkrala¬rın belli vurgularının herhangi bir tenasüp olmadan bir araya getirilmesi. Usulsüzce, edebî olmadan.

Mevzuya bu örnekle başladım, çünkü;

Günümüzde moda bir hayatın ve edebiyat, şiir ve sanat adı altında ortaya konan pek çok mahsûlün du¬rumu bu.

Yenilik ve modernizm namına modaya boğulmuş hayata, edebiyata ve şiire bakın, hepsi birbiriyle aynı. Fakat hakikatten, inancından ve kendi kökünden ayrı, hattâ aykırı.

Dikkat edilmiyor;

Yenilik, doğru ve güzel olanı terk etmeye dönüş¬tüğü anda bütün özelliğini yitirir. İnsanları rahat sö¬mürebilmek ve onları israf çılgınlığına sürüklemek için
revaçta tutulan moda ise, hiçbir zaman yenilik demek değildir. Asıl yeni olan, her zaman doğru ve güzel olan¬dır. Doğru, mükemmel ve güzel olan yenidir; onlar hiç¬bir zaman eski olmaz, her zaman yeni kalır. Bu gerçeğin dışında bir yenilik arayışı ve modacı yaklaşımlar, ne hayata ne edebiyata ne de şiire bir şey kazandırmıştır. Aksine sürekli zarar vermiş, güdükleştirmiştir.

Saplantısız bir şekilde dikkatle incelerseniz göre¬ceksiniz ki;

Bugün şiir sayılan pek çok «kırık nesir», «bağ¬lantıları kopuk felsefî mırıltılar»dan ibaret bir hâlde. Ondan sonra halk anlamıyor diye halkı suçlamak da ikinci bir mırıltı ve boş dırdır. Pek çok meşhurlarınki de dâhil «kırık nesirler», meydandan çekilmiş bir köşe¬cikte kendi kendine söylenen, içine kapanık bir üslûba bürünmüştür. Eda ve sedasını kaybetmiştir. Önce İsmet ÖZEL’in «Ölü Asker İçin İlk Türkü» başlığı altında yaz¬dığı şu iki satırına bakalım:

Bulutları kovan hırçınım benim, büyücüm
doğrudur gebe kaldığım coşkun bir akarsudan

Sonra da üstat Necip Fazıl’ın şu dörtlüğünü okuyalım:

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kaf Dağı,
Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

İkinci örneğin müthişliği ve mânâ derinliği yanın¬da birinci örneğin yorumunu sizlere bırakıyorum.

«Bağlantıları kopuk felsefî mırıltılar»a İsmet ÖZEL’den örnek seçmemin sebebi, onun anlaşılamaya¬cağı, anlamayanların kendinde kusur araması gerektiği gibi saçma-sapan demagojik alanlar oluşturulması. Ne¬ticede edebiyata ve şiire dair saplantılar meydana geti¬rilmesi. Geçen gün Boğaziçi’nde okuyan bir delikanlı geldi ve arkadaşının şu ifadesini nakletti:

–İki yıldır İsmet ÖZEL’i okuyorum, hiçbir şey an¬lamıyorum. Her akşam vird gibi okuyacağım ve bir gün anlayacağım…

Ömrüne yazık!

Keşke söylediği cümleyle anlamış olduğunu bilse!

Orhan Veli, «bütün kıymeti mânâsında olan şiir» diye bir şey attı ortaya, fakat «bütün kıymeti mânâsızlığında olan şiir»ler ve daha iyimser bir tabi¬ri hak edenleri kastettiğimizde de «bağlantıları kopuk felsefî mırıltılar» doğdu.

Üstelik;

Bütün kıymeti mânâsında olan ifadeler denince…

Şunu sormak lâzım:

Nesir/düzyazı bundan başka bir şey mi? Bütün düzyazıların kıymeti mânâsında olduğuna göre, artık tamamı şiir mi? Bu tarifi bozuk çorba niye? Öyleyse hangi yazılara nesir/düzyazı diyeceğiz? İsmet ÖZEL’in şu örneğine bakınız:

“Yıldızların Uzaklığına Övgü

Kargaşa. Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayak¬larımın korkusuzca çiçeklendiği, silâhıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim, kuzey gemileriyle sağır olduğum gün¬ler, sepet örmeyi unuttuğum günler olmadı mı? Ey geceyi ve kahverengi bir düzeni taşıyan ellerim! Yüzümün uğultusuyla şaşırtın beni. O karanlık ormanı yangına vurun. Çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum. Ama iyi biliyorum yıldızları, ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıkları¬nı, anılacak günlerimin gitgide yok olduğunu biliyorum.

Kargaşa. Ve kolayca yıkılan inançlarım benim, benim en sağlam ve dağınık ellerim. Sabahı nasıl tetikte bekliyorum. Şafakla damar damara seviştiğini görmek için bilgeliğin. Ve onarıyorum nasıl hızla kendi gücümü. Nasıl bir soylu boşluğa çılgınca kanayorum. Ey yangınlar artığı! Her yangından arta kalan bir şey, her yangından arta kalan gerçek şeyçoğalt beni.”

İşte size üç paragraflık nesir/düzyazı. Şiir kelime¬sinde ayrı hava var diye buna şiir diyeceksek, bu şekil¬deki bütün nesirlere şiir dememiz lâzım. Sonra da nesir diye bir şey yok, hepsi şiirdir deme noktasına da gelinir tabiî. Garipçilik akımının tuhaf telkinleri hattâ savaştığı mevzu zaten buydu. Orhan Veli’nin tezat dolu şu yakla¬şımını hatırlayalım:

“Şiirde hücum edilmesi lâzım geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir.”

Tek söyleyemedikleri nokta döne-dolaşa şuraya varıyor.

“Biz nesir yazalım, siz şiir deyin!”

Âhenk olmasın, edâ olmasın, terazi olmasın, ayar olmasın. Tıpkı kale olmasın, top olmasın, saha olmasın da güzelce bir futbol oynayalım der gibi. Yani kale golü engelliyor, top ayakları kaydırıyor, sahalar da nefesleri mi tıkıyor ne? Kaleyi kaldırınca futbolun sınırlarını ge¬nişlettim diyebilir misiniz? Kale kalkınca her taraf kale tabiî. Ama top gole değil, taca gider artık. Hele topu kaldırsanız futboldan, statta sadece üç-beş fanatik ka¬lır. Diğerleri ne der: «Ne güzel futbol oynanıyordu, biz de zevkle seyrediyorduk, canına okudular.» İşte düzyazı malzemeleriyle yazılan ve «kırık nesir» diyebileceğimiz şiir yaklaşımları da, bu hazin macerayı yaşıyor.

Malzeme dedik.

Bu son derecede önemli. Eksik malzemeyle bir yapı kursanız onu ayakta tutamazsınız. Meselâ bir apartmanı yaparken demiri ve çimentoyu eksik kullansanız, dep¬rem olduğunda o bina yerle bir olur. Bazen depreme bile gerek kalmadan çöken binalara da şahidiz.

Aynı şekilde;

Tarihten bugüne şiirin de, edebiyatın da malzeme ve vasıtalarını iyi anlamak lâzım. Oluşturulan yapıya mührünü vuran ve sözü, şiir veya nesir olarak belirleyen malzeme ve vasıtaları bilmezseniz, kargaşa yaşarsınız. Bulanık ve puslu hava oluşturup kendini bir şey sandı¬ran seviyesiz mahsuller ortaya çıkar. Sözün beslendiği kaynaklar bile değişir. Kendine yabancılaşır. Kökünden ve halkından kopar. Geçmişini karalar durur boş yere. Sonra da karalamadan ibaret kalır. Fakat bunun söylen-mesini de istemez. Tenkit kabul etmekten kaçar. Kendi oluşturduğu güce değil, çağdaşlık ve modernite kelime¬lerinin şemsiyesinin gölgesine saklanır. Çağdaş şiir bu, modern tarz bu! Başka îzah? Eh işte.

Bu yüzdendir ki;

Tarihten beri edebiyatımızı zenginleştiren muaz¬zam şiir dünyamızda sadece acemilere hücum ederek doğan «kırık nesirler» hakkında dokunulmazlık alanı oluşturuldu. O «kırık nesirler»e yönelik olarak; «Şiir ve şair tenkit edilmez, edilirse bu saygısızlık ve seviyesizlik olur.» şeklinde anlayışlar geliştirildi. Bilhassa bazı isim¬ler için. Öyle ki, okuyan ve düşünen kesimde dahî, an-lamadığı ve hatasını bariz olarak gördüğü aksak şiirler karşısında bile çekimser, kendi aklını suçlayıcı, kendini yetersiz görücü bir yaklaşım gelişti. Onlar tartışılmaz¬laştırıldı. Neticede toplum, düne nazaran şiirden koptu. Herkes şiir yazıyor görünse de.

Bütün bunlar da gösteriyor ki bugünkü «kırık ne¬sir» çerçevesindeki şiir anlayışını, ciddî bir şekilde, özel¬likle de malzemeleri, vasıtaları, arka plânları, kültürü, beslendiği kaynakları ve bunların neticeye nasıl yan¬sıdığı konuları etrafında mantıklı, ayakları yere basan tenkitlere tâbî tutmak gerekir.

Çünkü;

Doğru tenkitler yapılmadığı takdirde şiirin seviyesi daha da düşecektir. İncir niyetine patlıcan satılacaktır. Şi¬irin çıkmazları artacak; şair de, okuyucu da o çıkmazlar¬da boğulacaktır. Bugün gerek mühim isimlerden gerekse sıradan isimlerden ele aldığımız pek çok eserde bu çık¬mazları görüyoruz. Meselâ İslâmî kimliği ile öne çıktığı hâlde yazdıklarında hıristiyânî unsurlar taşıyan meşhur¬larımız var. Bu acı gerçek şu tespiti ortaya koyuyor:

Yıllarca şiirin vitrin kısmında yapılan şekil kavga¬ları, aslında mutfak kısmında kültür ve inanç kavgaları olarak gerçekleşmiştir. Neticede üzerine düşülmediği için fark edilmeden temelde inançsızlık yaklaşımları ya da muharref inançların bakış açıları şuur altında bazıla¬rının şiir anlayışına taht kurmuştur. Öyle ki bir ilâhiyat profesörü bile şiirde İslâmî unsur görünce; «Bu edebi-yat değildir!» hükmünü verebilmektedir. Oysa edebiyat konuya karışmaz. Herkes kendi dünyasının konusu et¬rafında edebiyatını oluşturur ve mühim olan da onun edebî olup olmadığıdır.

Bu noktadaki yanlış hüküm, aslında Orhan Veli’nin; “Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sana¬yi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümre¬nin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiir…” tariflemesi ve; “Biz senelerden beri zevkimize, ira¬demize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz.” cümleleri ile; “Eskiye ait olan her şe¬yin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lâzım.” şeklindeki ifadelerinden kaynaklanmaktadır.

Bu cümleleri iyi okursanız;

Bakış açısında, hiçbir şekilde doğru-yanlış, olumlu-olumsuz, isabetli-isabetsiz, güzel-çirkin ayırımı diye bir ilmîlik göremeyeceksiniz. Yani güzel de olsa, isabetli de olsa, olumlu da olsa, doğru da olsa karşı çıkmak fikri, acaba hangi düşmanca tavrın eseridir?

Böylesi garabetlerin arka plânını görmeyip de mo¬dasının rüzgârına kapılanlar, şiirde beslenme kaynak¬larını değiştirmişler ve kendi peygamberini anlatırken bile onu kötüleyen bir yapı içerisinde kalem oynatma gafletine düşmüşlerdir.

Yani bugün şiirde şekil değişikliklerinden çok aslında kaynak değişmesi, yapı kayması, kendi mede¬niyetinden kopuş, hattâ kaçış tarzında değişiklikler daha fazladır. Serbest tarz, sadece vezni değiştirme işi olmamış, şiirin beslendiği kaynakları da değiştirmek şeklinde tezahür etmiştir. Ortaya çıkan garabetleri ise saymakla bitmez. Meselâ;

Ali Müfit GÜRTUNA zamanında İstanbul Büyük¬şehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkan¬lığınca hazırlanmış «Fethin 550. Yılı Anısına İstanbul Şiirleri – Yazıları» adlı kitapta «İstanbul’un Bir Yüzü» başlıklı şiirde Serhat KESTEL bakın ne diyor:

“…

Minarelerin de iri salyangozlar gibi
Ve de elektrik direklerinde
Çifter çifter hoparlörlerle
Avaz avaz ezanların!..”

Fethe adanacak cümleler mi bunlar? Güçlü bir şiir tenkidi günümüzde olmadığı için şu garabetin sayısına bereket. Bu «kırık nesir»de her ne kadar İstanbul’a eski camileriyle güzel olarak bakılsa da yeni yapılan cami¬lerin şehri çirkinleştirdiği vurgusu daha önde veriliyor. Sonra da yukarıdaki çirkin mırıltılar söyleniyor. Cami¬ler hakkındaki estetik tenkit böyle yapılmaz. En kötü minare bile hiçbir zaman salyangoz gibi değildir. Fakat bu derece minare ve ezandan rahatsızlık yüklü cümle¬ler, 550. fetih yılına atfen hazırlanan eserde bir salyan¬goz gibi yer almakta…

Bunun içindir ki şiirde «felsefî mırıltılar» tespiti etrafında yaşanan ve «kırık nesir» üzerinde yoğunlaşan neticeler ve kopukluklar, net bir şekilde masaya yatırıl¬malı. Bu netice ve kopuklukların oluşturduğu boşluğu ve bu boşluğu nelerin doldurduğunu da görmeli.

Yığınla tespitten birkaçına temas edecek olursak, her şeyden evvel mânâya yönelik olarak sahtecilik doğ¬du. Söylenmeyeni söyledi, söyleneni söylemedi gibi saç¬ma yorumlar. «Şiir lâfza sığmaz.» gibi zırvalar. Sormalı: «Mânânın kendisini arzedeceği vasıta olarak lâfızdan başka imkânı var mı?»

Sadece bunlar mı?

Şiirin, daha nice dertleri, çözülmemiş meseleleri var. Hele Türkçenin doğru kullanılmaması, başlı başı¬na bir dert. Kelimelerin ne mânâlara geldiği bilinmeden yerli yersiz kullanılması ayrı bir dert. Kullanılan ifade¬nin bütün pencerelerini hesaba katmadan paldır küldür satırlara dökülmesi başka bir dert. Geçenlerde «kırık nesir»lerin birinde şöyle bir cümle okudum:

“Herkes, birbirinin kirli aynası…”

Kabullenemedim.

Hiç düşünülmemiş sakat bir ifade!

Bu kategoriye girenler toplumda elbette vardır. Fa¬kat herkes değil! Belli bir kesim için söyleyebileceğiniz sözü, herkese söyleyemezsiniz. Söylerseniz şu suâller devreye girer:

Yeni doğmuş tertemiz bir çocuk kimin kirli ayna¬sı? Eli öpülesi cennet anahtarı analar kimin kirli aynası? Toplumun fazilet abidesi büyük şahsiyetleri, kimlerin kirli aynası?

Şiirin bir derdi de;

«Kırık nesir»de yazılanların ana tema ve maksadın dışına taşarak ciddî ölçüde yanlış anlamalara müsait ol¬ması. Hatta îmanları bile tehlikeye sokacak noktalara ulaşması. Yani mânâ diye yola çıkıldığı hâlde mânâyı, yazanın da okuyanın da ikinci, bazen de üçüncü plâna atması. Hatta bazen de işi duyguya vurup mânâyı kaale almaması…

Bu tesbite örneği, çok yaygın bir yanlış hâline gel¬diği için Sezai KARAKOÇ’tan vereceğim. Daha evvel de temas etmiştim. Ancak katıldığım pek çok program¬larda hâlâ aynı hatanın yapıldığına şahid olduğum için tekrar etmek istiyorum. Sezai Bey’in «Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine» başlıklı bir şiiri var. İstanbul’a yazılmış. İstanbul ve medeniyeti etrafında anlatımlar¬da bulunuyor. Fakat pek çok edebiyatçı da dâhil kültür programlarında, radyolarda vesaire şiir ziyafetlerinde bu şiir ya bir na’t ya da bir tevhid olarak okunuyor. Şi¬irde geçen «En sevgili» tabirinden ve bazı söyleyişlerin yönlendirmesinden hareketle insanlar böyle düşünü¬yor. Ancak mânâya dikkat edilmediğinden şiirin diğer vurgularının buna son derecede engel olduğu fark edil¬miyor. İşte birkaç mısra:

“Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa lâyık olamasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim”

Şiirde geçen «af dilemeye geldim» cümlesi ile «uzatma dünya sürgünümü benim» talebi ve «en sev¬gili» tabiri, ilk anda tabiî olarak bu ifadelerin muhatabı Allah’tır fikrini uyandırmaktadır. Kime sorsam bu ce¬vabı veriyor. Hatta yerlere yatarak dua edercesine oku¬yanlara rastladım. Ancak şiirde yer alan: «Ey gönlümün doğurduğu/ büyüttüğü, emzirdiği» mısralarını ne yapa¬caksınız? Allah’a böyle hitap ettiğini düşünmeden oku¬mak ne kadar doğru? Mânâdan bu derecede kopukluk mânâ diye ortaya çıkan bir tarza gider mi? Görebilmeli ki, şairin gönlünün doğurabilip büyüttüğü ve emzirdiği bir muhatap ne Allah olur, ne de Hazret-i Peygamber! Bu noktada bu şiirle alâkalı olarak okuyucuların zihnin¬de tevhid ve na‘t olarak yerleşme imajını değiştirmek kadar, şiirde bu yöne kapı açan tarafların da ciddî bir tashihe ihtiyacı olduğunu fark etmelidir.

Bunlar fark edilmedikçe «kırık nesr»in «bağlantı¬ları kopuk felsefî mırıltılar»ı bir maharetmiş gibi devam edip gidiyor. Ali URAL’ın «Can Havli» başlıklı «kırık nesr»indeki şu satırlar da bunu göstermiyor mu:

“hep uzatmada yeniliyor, eşiğe takılıyor ayağı
yüzgeçlerini gösteriyor hep köpek balıkları
hacerülesved’i yanında gezdiriyor
ne eli hatırlıyor, ne dudağı hep”

Böylesi anlatımlar dolayısıyla hep “Körler sağırlar / Birbirini ağırlar!” kabilinden şeyler doluyor ortalığa.

Bir de kötü tesirlerde kalarak kalem oynatmak şiir için ayrı bir dert. Meselâ Tevfik Fikret’in İstanbul’a olan nefretini anlattığı «Sis» şiirinin tesiriyle yazılan ve aynı mevzuyu suyunun suyu şeklinde baydırıcı bir dille ve «kırık nesirle» dökük anlatımlar, fazladan gevezelik gibi. Hilmi YAVUZ’un İstanbul’u anlatırken kullandığı şu cümlelere bakınız:

“Ben kimden koptumdu, akşamlar depresif, manik
Bir aynayla beni bağladı bana… pis
Bir kitap çöküntüsü: o, ben’im! Kuğularla garanik
-i ulyâ!.. sürüngen giysileriyle iblis;
alan da o’ydu, satan da… şeytanca alışveriş!
Birleşi bir leş tirirken yırtık, yarım;
Satan o giysileri benden önce de giymiş…”

Bu şekilde «Sis» tesiriyle İstanbul’u anlatırken ba¬calaşan «kırık nesir»ler az değil. Hani yanlışları onları ihtiva eden doğru yaklaşımlarla tenkit etmekte hiçbir za¬man sakınca yok. Ancak Eyüp Sultan’ı, Süleymaniye’yi, Aziz Mahmud Hüdâyî’yi, Yahyâ Efendi’yi Hazret-i Yûşâ’yı ve bunlar gibi nice maddî ve mânevî hazineleri yok sayarak İstanbul’u toptan kötülerseniz, sözü ve şi¬iri daraltırsınız. Tatsızlaştırırsınız. Şiir gerektiğinde bir ateşin üzerinde baca olabilir, fakat bir bahar gülünün üzerinde baca olamaz. Bir bülbülün terennümlerine de baca olamaz.

Yoksa şiir de güdükleşir, şair de.

Hâsılı;

Şiir anlayışında köklü yapımıza göre bir tashih yapmak ve kendi kültürümüzün, inancımızın, öz mede¬niyetimizin netliği, mükemmelliği, enginliği ve zengin¬liğinden beslenerek kimliğimizi oluşturan dinî ve millî ihtiyaçlarımız etrafında «Muhammediyyeler, kısas-ı enbiyalar, Leylâ ve Mecnunlar, Yusuf u Züleyhâlar, gazavat-nâmeler, fetih-nâmeler» vesaire eserleri yeni¬den kaleme almak ve kendi toplumumuzu kendi kül¬tür ve inancımızla yoğurmak mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde; «Her kültür kendi inancının vücuda bürünmüş hâlidir.» gerçeği göze çarpmaz ve yabancı kültürlerin üflediği malzemeler karşısında aşağılık duyguları içeri¬sinde kalemden süzülen garabetler devam eder. Şair, şuur¬dan kopar. Edebiyat, edepten kopar. Toplum da her ikisin¬den kopar.

Fuzûlî’ye şikâyet vaktidir:

Sözden yana boş lâf da şiir oldu Fuzûlî
İp olmayan elyaf da şiir oldu Fuzûlî

Artık modadır iğreti söz, eğreti cümle,
Gaf üstüne gaf da şiir oldu Fuzûlî!..

Gökten değil ilham suyu, bakkal şişesinden,
Üç-beş para masraf da şiir oldu Fuzûlî!

Bağrında gözün goncası marketten alındı,
Vitrinde fotoğraf da şiir oldu Fuzûlî!

Her bir sözü özden pişiren nûra inatla
Kibritteki caf-caf da şiir oldu Fuzûlî!..

Nazmın peteğinden arılar kaldı uzakta,
En serseri evsaf da şiir oldu Fuzûlî!

Gülşen vazosundan güzelim söz çöpe düştü,
Sözlükleri israf da şiir oldu Fuzûlî!..

Şi’rin ki Süleymâniye’sinden bozulan saf,
Bir yurdu bozar, eyleyemem ben buna insaf! [Seyrî]

Bu şikâyete sebep olan müteşairlere bir de Yavuz’un meşhur tarzıyla şöyle bir dörtlük dile geldi:

1 2 3 4

1 Bilmeyenler çok zamandır şi’re dâir lâf eder,
2 Çok zamandır fark eden yok, lâfçılar hep gaf eder…
3 Şi’re dâir lâfçılar yalnız lügat masraf eder;
4 Lâf eder, hep gaf eder; masraf eder, isrâf eder!.. [Seyrî]

Hiç şüphesiz ki bu durum;

Şuurun şiirden,

Şiirin ilimden, İlmin hayattan,

Hayatın hakikatten,

Hakikatin de kendi medeniyet ve inancından koptu¬ğu noktada ortaya çıkmaktadır.

O hâlde;

Kendi medeniyet ve inancımızın hakikat, hakikatin hayat, hayatın ilim, ilmin şiir, şiirin şuur ile bütünleştiği ve birbirine sapasağlam bir şekilde bağlı olduğu Yunuslar, Fuzûlîler ve Âkiflerin mektebinde rahle-i tedristen geç¬mek, şiir yazmak isteyen herkes için şart…

Bu şart, şiir ve hayatı, şuur merceğiyle tahlil etmek mecburiyetini de hiç şüphesiz ki ifade etmektedir. Çünkü şuur, şiirle doğrudan alâkalı bir gerçektir. Edebin edebiyat¬la olan alâkası gibi…