Mısralarla Konuşsak!

Ayla AĞABEGÜM

Masalda pergelin bir ayağı gerçeğe basarken, di¬ğer ayağıyla belirsiz güzelliğe yükselir. Yahya Kemal’in dünyasında tarih, zaman, tabiat, ölüm, deniz, okyanuslar, çocukluğu, bütün semtleriyle İstan-bul, ölüm… duyguları bir dokunuşla gerçekle masal arasında gider-gelir. Sanatkârın, masallaştırdığı, şiirleş¬tirdiği dünyanın içine giren okuyucular, dinleyiciler de kendilerini yeni bir âlemin içinde bulurlar.

Yahya Kemal «Açık Deniz» şiirine;

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.

mısralarıyla başlar. Şiir;

Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muzdarip deniz
Duyduk ki, rûhumuzla bu gurbette sendeniz.
Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı,
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.

diyerek biter. Şair, bir masal kahramanı gibi çocukluğu¬nun geçtiği yerleri anlatır. İçindeki hasret hiç bitmeye¬cektir. Mısraları her okuyuşumda ben de çocukluğumu hatırlarım ve aynı acıyı hissederim. Bahçeleriyle, ağaç¬larıyla, dereleriyle, kuşlarıyla, insanlarıyla çocukluk yıl¬larımda yaşadığım Elazığ’ı ararım, her değişiklik benim içimde onulmaz bir yara gibidir.

Dilden dile dolaşan öz şiirle okuyucu bütünleşir, rûhu başka diyarlara yelken açar, içinde yaşadığı heye¬canları da şairin duymasını ister. Şair şanslıdır, yazdığı mısralar dilden dile dolaşacak, okuyucu ise, bu duygu¬ları hissedecek ve onları içinde saklayacaktır. Şairin zir¬veye taşıdığı mısralar aradan yüzyıllar geçse de sevenle¬rin gönlünde yaşayacak, dilden dile dolaşacaktır. Yunus Emre’yi düşünelim;

Bir yaz günü bir köy yolundasınız, yanınızda su yok, sıcaktan kavruluyorsunuz, saatler sonra kafileniz bir pınarın başında, kana kana içtiğiniz su, size hayatı yeniden bahşediyor. Dua ederek pınarın başından ayrılıyorsunuz.
Şu anda bütün bir millet olarak Yunus’un mıs¬ralarında rûhumuzu dinlendirsek, en kızdığımız anda:

Ben gelmedim dâvî için,
Benim işim sevi için…

Bir çeşmeden akan su acı-tatlı olmaya…
Edebdür bana yirmek bir lüleden sızaram.

Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan…

diyerek mısralarla konuşsak…

Bir okul düşünün, matematik öğretmeni bile mıs¬ralarla konuşuyor. Bir meclis düşünün, muhalefet par¬tisi milletvekilleri, bağırmadan tenkitlerini yaparken mısralarla sözlerini gülümseyerek bitiriyor. İktidar mil¬letvekilleri şiir pınarından içerek geldikleri için huzur¬lular, çatmadan, bağırmadan, alay etmeden konuşuyor ve konuşma aralarında, mısralarla rahatlıyor. Televiz¬yonların sabah programları değişmiş, sunucular eği¬timli, mısralarla konuşuyor, hediyeler bağıranlara değil, konuyla ilgili sorulara mısralarla cevap verenlere verili¬yor. Mısralarla konuşma seferberliği başlatmalıyız.

Öğretmenlik yıllarımda denemiştim. Sorulara uy¬gun mısralarla cevap verenlere, başka soru sormadan iyi not veriyordum. Ödev yapmayanların cezası şiir ez¬berlemek oluyordu. Bu yıl, Öğretmenler Günü’nde, iki ayrı okula konuşmak için gitmiştim. İkisinde de şair-öğretmen Zeki Ömer DEFNE’nin;

Ben senin meselen olabildim mi?
Sualinden ben mes’ulüm çocuğum!

Ben senin mektebin olabildim mi?
Kitabından ben mes’ulüm çocuğum!

Ben senin sevabın olabildim mi?
Günahından ben mes’ulüm çocuğum!..

mısralarıyla başlayan şiirini okudum. Tören bahçede olduğu hâlde öğrenciler dikkatle dinledi, öğretmenlerin çoğu şiir kitabının ismini aldı.

Hepimizin lise yıllarında ezberlediğimiz Han Du¬varları şiirini hatırlayalım;

Gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya
Ulukışla yolundan orta Anadolu’ya
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık…

mısralarından anlaşıldığına göre, Faruk Nafiz, Anadolu’ya ilk defa gitmektedir. Gönlünde ilk defa ayrılık acısını his¬seder. İstanbul’da yaşayan, çeşitli imkânların içinde olan biri için Anadolu zordur. Münevverlerimiz Anadolu’da yaşamadan masa başında Anadolu için hüküm vermiş, zaman zaman da yanlışlar yapmışlardır. Bu yanlışların faturasını şimdi beraberce ödüyoruz.

Mehmet Emin YURDAKUL «Anadolu» şiirinde rast¬ladığı bir köylü kadını konuşturur, savaş yılları sonrası:

Bir ses duydum, dönüp baktım, bir kadın
Gözler dönük, kaşlar çatık, yüz dargın;
Derileri çatlak, bağrı kapkara,
Sağ elinin nasırında bir yara
Başında bir eski-püskü peştamal
Koltuğunda bir yamalı boş çuval…

–Ne o bacı?
–Ot yiyoruz, n’olacak!..
–Tarlan yok mu?
–Ne öküz var, ne toprak…
Bugüne dek ırgat gibi didindim;
Çifte gittim, ekin biçtim, geçindim,
Bundan sonra…
–Kocan nerde?
–Ben dulum;
Kocam şehid, bir ninem var, bir oğlum.
–Soyun, sopun?
–Onlar dahî hep yoksul!
Ah efendi, bize karşı İstanbul
Neden böyle bir sert, yalçın taş gibi?
Taşraların hayvanlık mı nasibi?..
(…)
Ne vakte dek gençliğine hakaret,
Bu ayrılık, bu gözyaşı bu ölüm?..
Bu sert demir, bu ağır yük, bu zulüm?

Yazık, sana ağlamayan şiire;
Yazık, sana titremeyen vicdana;
Yazık, sana uzanmayan ellere;
Yazık, seni kurtarmayan insana!..

Halide Edip ADIVAR bu tür şiirlerin, onun çocuk dünyasına nasıl tesir ettiğini anlatır: “Babamın dizinde okuduğum «Türkçe Şiirler» kitabı, Kur’ân’dan, iyilikten, hayattan, ölümden bahsediyordu. Hava, yeşillik, hayat hep Allah’tan geliyordu. O kadar samimî ve basit idi. Bununla beraber bu basitlik arkasında insaniyetin koş¬tuğu bir ruh vardı.”

Aradan yarım asır geçer, birkaç gün önce şehid olan askerimizin küçük çocuğu, camları kırık olan bir evde soğuktan donarak ölür. Biz de aynı duyguların içinde Mehmet Emin YURDAKUL’un mısralarıyla seslenelim:

Yazık, sana ağlamayan şiire;
Yazık, sana uzanmayan ellere!

Halide Edip’in duygularını taşıyan yazarların, politikacıların, öğretmenlerin, vatanını seven insanla¬rın yetişmesi; şiirle, mûsıkiyle, romanla, hikâyeyle, ti¬yatroyla, sinemayla ve sanatın bütün dallarının birinci plâna geçmesiyle olur. Bu duygular; vatan sevgisi, insan sevgisi, dil sevgisi, din sevgisi, aile sevgisi, sanat eserle¬riyle verilirken tesirlidir:

Üstün çile, dev gibi gelip çattı birden! Tos!!!
Sen, cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos!

(Necip Fazıl)

Şair mükemmele varmak için çırpınan insandır. Sanatkâr çektiği çile oranında mükemmelliğe erişir. Çektiği çile ile hayatının kefaletini ödeyecektir:

Anladım işi, sanat Allâh’ı aramakmış,
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.

Muhibbî mahlâsıyla şiir yazan Kanunî Sultan Sü¬leyman, şiiri mısralarında tarif eder:

Gönlünü pâk eyle evvel sonra kıl şi’re şürû,
Dürri hâsıl eylemez nâpâk olıcak bir sadef

“Önce gönlünü temizle, sonra şiire başla, bir sadef temiz olmayınca incisi meydana gelmez.”

Gönlün temizlenmesi için tasavvufî bir eğitimden geçmek lâzım. Günümüz insanı, eğitimi nasıl tamamlaya¬cak? Şiirden zevk almak için de o gönlün aynı şekilde temiz olması gerekir. Sanatkâr acıyı gönlünde hisseden insandır.

Hissedilen acıların sanata yansıtılmasını son günlerde seyrettiğimiz Beyaz Melek filminde de gör-dük. Filmde olayların çoğu huzurevinde geçer. Birkaç ay önce İstanbul’da bir huzurevinde, yaşlıların fırçayla yıkandığını görmüştük. Yetkililer o haberden sonra ge¬rekli incelemeyi yaptı. Oysa huzurevlerinin denetimi sürekli olmalı, o bölgenin bütün üst düzey yetkilileri ve bakanlık suçludur. Çocuk yuvaları ve huzurevlerinde aynı acılar yıllardır yaşanır, basına konu olur, konu olan yuva veya huzurevi düzelirken diğerlerine bakılmaz. Oysa Âkif’in mısralarında;

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?

Bu güzel manzum hikâyenin tamamını okumanın insana nasıl tesir edeceğini düşünelim. Beyaz Melek filminin idarecilere ve evlâtlara mesaj vereceğine ina¬nıyorum. Belki bir başka filmde aynı hissîlikle çocuk yuvaları da işlenmelidir. Beyaz Melek’in başarısı; yalnız senaryoyla, yönetmenle ilgili değildir. Dev bir tiyatro oyuncusu kadrosu filmi tesirli hâle getirmiştir.