BUNUN İÇİNE KOYARSIN!

Handenur YÜKSEL

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunu ve Hazret-i Fâtıma ile Hazret-i Ali’nin büyük oğlu olan Hazret-i Hasan -radıyallâhu anhüm ecmaîn-, 625’te Medine’de doğdu. Halim, selim, cömert, sâkin, vakur, siyaset ve fitneden kaçınan bir karaktere sahipti. Hazret-i Osman’ın hilâfeti döneminde kardeşiyle birlikte Horasan seferine katıldı. Babası Hazret-i Ali’nin emriyle, âsîlere karşı Hazret-i Osman’ı korumakla görevlendirildi. Cemel ve Sıffîn savaşlarında babasının yanında yer aldı. Hazret-i Ali’nin 28 Ocak 661’de şehâdeti üzerine 36 yaşında halîfe seçildi. Hazret-i Muâviye ile anlaşarak, Hazret-i Peygamber’in işaret ettiği gibi Müslümanlar arasında kan dökülmesini önledi. Rivayete göre 7 Nisan 669’da eşlerinden Ca‘de bint-i Eş‘as tarafından zehirlenerek şehîd edildi. Cennetü’l-Bakî‘da annesi Hazret-i Fâtıma’nın yanında medfundur.

***

Hazret-i Hasan, kapısına gelen düşkünleri boş çevirmezdi. Bir gün biri gelip:

“–Yâ İmam, Allah için bana bir şey veriniz!” dedi. Hazret-i Hasan ona on bin dinar verilmesini emir buyurdular. Adam kendisine bu kadar büyük bir para verileceğini duyunca aklını oynatacak gibi oldu ve şöyle konuştu:

“–Yâ emîr! Bu kadar parayı nereye koyacağım?”

Hazret-i Hasan derhâl başındaki sarığı çıkarıp adama uzattı:

“–Al.” dedi. “İşte bunun içine koyarsın!”

DEĞERSİZ DEĞERSİZE RASTLADI!

Koca Râgıb Paşa 1699’da İstanbul’da doğdu. Yirmi beş yaşında iken Revan Valisi Ârifî Paşa’nın mektupçuluğuna tayin edildi. 1737’de sadrazam mektupçuluğuna getirilerek, Avusturya ve Rusya ile yapılan görüşmelerde murahhaslık yaptı. 1741’de Reîsü’l-Küttâb (Dışişleri Bakanı), sonra da vezirlik verilerek Mısır valiliğine tayin edildi. Sayda, Rakka, Halep ve Şam valiliklerinde de bulunan Râgıb Paşa, 1756’da sadrazamlığa getirildi. Vefatına kadar bu görevde kalan Paşa, ülke maliyesini ıslaha çalıştı. Bu sahada büyük muvaffakiyetler elde etti. 8 Nisan 1763’te vefat eden Râgıb Paşa, Lâleli’de kendi yaptırdığı kütüphanenin avlusuna defnedildi. Paşa, 18. asır klâsik Türk edebiyatının önemli temsilcilerindendir.

Sultan III. Mustafa, devlet düzeninin bozukluğunu, yeniçerilerin ıslah kabul etmezliğini ve iş başındakilerin ehliyetsizliğini gördükçe üzülüyor, zaman zaman üzüntüsünü yazdığı şiirlerle de ifade ediyordu. Onların biri de şöyleydi:

Yıkılıbdur bu cihan, sanma ki bizde düzele.
Devleti çarh-ı denî verdi kamu mübtezele.
Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele.
İşimiz kaldı heman, merhamet-i Lemyezel’e!

“Bu cihan yıkılmakta ve bizde de düzeleceğini zannetme! Alçak felek, devleti bütünüyle rezillerin eline vermiştir. Saadet (devlet) kapılarında birçok alçak, kalleş ve yüzsüz mekân tutmuştur. Artık işimiz Cenâb-ı Hakk’ın merhametine kalmıştır.”

Devlet adamlığı dışında, şiir sahasında müstesnâ bir yeri olan Sadrazam Râgıb Paşa, sultanın bu şiirine şu nazîre ile cevap verdi:

Niceler almadı kâmın, bu cihanda tezele,
Feleğin devri mutâbık yine bezm-i ezele.
Sanma ey dil ki saâdet bula bir dem hazele,
Verdi Hallâk-ı cihan mübtezeli mübtezele.

“Bu dünyada niceler kâm alamamıştır. Feleğin dönüşü, ezel meclisindeki söze uygun gerçekleşiyor. Ey gönül! Sanma ki alçaklar, bu dünyada bir an bile saadet bulsunlar. Ancak Kâinatın Yaratıcısı değersizi değersize rast getirmiştir.”

KUSURU OLANLAR KAHROLSUN!

Sultan I. Abdülhamid 20 Mart 1725’te doğdu, tahta geçtiğinde kırk dokuz yaşındaydı. Gençliği saraydaki dairesinde geçmişti. Ruslarla olan münasebetler, Kırım Hanlığı yüzünden nazik bir safhadaydı. 1783’te Kırım’a giren Ruslar bütün şehirleri yağmaladı. Özi şehrinde, üç gün içinde asker-sivil, çocuk-ihtiyar ayrımı yapılmaksızın yirmi beş binin üzerinde Müslüman’ı kılıçtan geçirdi. Cepheden gelen acı haberler, çok merhametli olan, hattâ bu karakteri sebebiyle halk arasında «velî» olduğuna inanılan Sultan I. Abdülhamid’i derin bir üzüntü içine düşürerek, felç geçirmesine sebep oldu. Bu hastalıktan kurtulamayan Sultan, 7 Nisan 1789’da 64 yaşında iken vefat etti.

***

Özi katliamı, hünkârı son derece sarsmıştı. Sadâret kaymakamı tarafından arz edilen yazıdaki; «Kale alma ve vermenin mümkün olan hâllerden sayılması» yollu tesellileri îmâ ederek:

“Bunlar benim de mâlûmumdur; lâkin ağırıma giden devletimizin gevşekliğidir. Allah, gerek Özi ile Hotin’in, gerekse Kırım’ın geri alındığını görmeden canımı almasın. Kusurları yüzünden buna sebep olanları dünyada kahredip, âhirette azaba uğratsın.” dedi. Bununla beraber bu üzüntüye tahammül edemedi, rivayete göre;

“Âh Özi!” diyerek, sağ tarafına nüzül isabet etti. (Ziya Nur AKSUN, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1994, s. 459)

BİR MAKARNA YAPILMAZ MI?

Şair Abdülhak Hâmid TARHAN 1851’de İstanbul’da doğdu. İlk tahsilinden sonra Fransa’da eğitim yapması uygun görülünce ağabeyi ile birlikte Paris’e gitti. Sonraki yıllarda sadâret kaleminde vazife yapan Abdülhak Hâmid, bu arada «Mâcerâ-yı Aşk» adlı ilk eserini yazdı. 1876’da, Paris sefâreti ikinci kâtipliğine tayin edilen Hâmid, 1881’de Poti, 1882’de Golos, bir sene sonra da Bombay başşehbenderliklerinde (başkonsolos) görev yaptı. Mütareke yıllarında Viyana’ya gitti. Cumhuriyetin ilânından sonra anavatana dönen Hâmid, 1928’de İstanbul Milletvekili oldu. Ölünceye kadar mebus olarak kalan şâir-i âzam, 12 Nisan 1937’de İstanbul’da vefat etti. Mezarı Zincirlikuyu’dadır. Abdülhak Hâmid, Tanzimat sonrası bütün edebî ve siyasî devirleri yaşamış bir şairdir. Türk şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünceler getirdi.

***

Abdülhak Hâmid, az yemek yer, fakat sofrada çok çeşitli yemek bulundurmasını sever ve isterdi. Bir gün Tarihçi İsmail Hâmi DÂNİŞMEND’in eşi Nazan Hanım’a;

“Size yemeğe geleceğim.” dedi. Bu iltifattan çok memnun kalan Nazan Hanım, kolları sıvadı ve Türk yemeklerinin en nefislerini yapmaya ve yaptırmaya gayret etti. Yalnız makarna yaptırmadı, zira şâir-i âzamın makarnayı hiç sevmediğini bilirdi. Zaten kendisi de her fırsatta, her yemek bahsinde bunu bizzat tekrar ederdi.

Önemli gün geldi çattı. Şâir-i âzam tam saatinde teşrif etti, sofra odasına geçildi. Masa, bir çiçek tarlası gibi çeşitli ve nefis yemeklerle donatılmıştı. Abdülhak Hâmid Bey, sofraya bir göz gezdirdi ve sol kaşını bir yay gibi büyük bir hayretle kaldırarak;

“Adam misafir çağırır da, bir makarna yaptırmaz mı?” deyiverdi…

Zavallı ev sahipleri donakaldılar. Hemen mutfağa koşuldu ve bir makarna haşlandı. Şair, makarna gelene kadar sofrada bekledi ve belki de hayatında ilk defa seve seve bir makarna yedi. İşte büyük şairin yaptığı bin bir çocukluktan bir tanesi…

Sonraları bu makarna hikâyesi zaman zaman kendi önünde anlatılınca, şair, yaramaz bir çocuk edâsı ve neşesi içinde kıs kıs gülerdi. (Münevver AYAŞLI, İşittiklerim Gördüklerim, Bildiklerim, İstanbul 1973, s. 131-132)