ÇOCUKLARIMIZ KİMİN EVLÂDI?

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com

Herkes diyor ki:

“Tabiî ki benim evlâdım!”

Fakat;

Necip Fazıl’ın vurguladığı şu gerçeğe ne demeli:

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: Mavs oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin tamtamda çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…

Böyle bir teselsül; aile bütünlüğünü ifade eder mi?

Asla!

Çünkü;

Gerçek anne-babalar ve evlâtlar arasında sadece fizikî/biyolojik bir bağ değil, daha ziyade sağlam bir rûhî bağ ve beraberlik, alâka ve aynılık olması gerek.

Eğer ebeveyn ile evlât arasında her şeyde ve sürekli bir ayrılık ve aykırılık varsa o evlât artık başkasının olmuş demektir.

Kimin?

Dış mihraklı fırsatçıların…

Yabanların, yabancıların…

Ya da;

İnternetin…

Sokağın…

Kötü alışkanlıkların…

Sormak lâzım:

Cenneti; anaların değil, nâmahremlerin ayakları altında arayanlar, kimin evlâdı olmuştur?

“Babanın rızâsı, Allâh’ın rızâsıdır.” hadîsinin tersini yaşayanlar, artık kimin evlâdıdır?

Ana-babaya of-üflerle yetiştirilen evlâtlardaki sevgi ve saygı bağları kime, nereye?

Şimdi;

Bastığı yerleri, toprak diyerek geçenler, tanımayanlar, kimin evlâdı olmuş vaziyette? Toprak altındaki binlerce kefensiz yatanı düşünmeyenler, artık kimin evlâdı? Atasını inciten, şehid oğlu olduğunu bilmeyenler, kimin evlâdı?

Yabancı rüzgârlara kapılıp öz benliğine aykırı düşenler, kimin evlâdı? Ana-baba borcu bilmeden yaşayarak nefsâniyetin sultasında rezaletlere minnet borcu ödeyenler, kimin evlâdı?

Bilgi ve ahlâkın sütünü, dedelerinin yazdığı muhteşem satırlardan değil de nâdan kimselerin karaladığı mel’anet dolu satırlardan emen zavallılar, kimin evlâdı?

Bağrında büyüdüğü îman ve şahsiyetin muhabbetli kollarına sırt çevirerek inkâr ve tıynetsizliğin nankör ve düşmanca ellerine koşan gafiller kimin evlâdı?

Çocuklarımız kimin evlâdı?

Kur’ân-ı Kerim’de;

Allah katında fayda sağlamayan çocuklardan bahsediliyor. Onlar, eli-dili fenâlık için uzanan kimseler. Kendilerine gösterilen sevgiye, düşmanlıkla karşılık verenler. İnkâr ve nankörlük girdabında boğulanlar.

İşte en büyük eğitimsizlik!

İşte başkalarının olmuş olan çocuklar!

Onlar;

Allâh’ı anmaktan alıkoyacak seviyede bir gaflet odağı olmuş zavallı evlâtlar!

Cenâb-ı Hak îkaz buyurmakta:

“Ey îman edenler! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allâh’ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrâna uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn 9)

Bir çocuk Allah’tan uzak yetişiyorsa ve ebeveynini de Allah’tan alıkoyuyorsa o ruh itibarıyla henüz doğmamış, böyle bir çocuğumuz yok demektir. Çünkü;

Çocuğun iki doğumu vardır:

• Fizikî

• Mânevî

Fizikî doğum ne kadar zorludur, mâlûm. Dokuz ay binlerce sıkıntı çeken anneler, bir de doğum ânında neredeyse kendilerini ölecek seviyede acılar içinde buluyor. Bu denli çileli. Fakat mânevî doğum ise, bundan kat kat daha çileli. Bu yüzdendir ki, çoğu ebeveyn buna âdeta yanaşmıyor bile. Hattâ bu işin doktoru mesâbesindeki eğitimciler bile yanaşmıyor zaman zaman.

Neticede;

Şahsiyet doğumları itibarıyla büyük bir kısırlık yaşanıyor. Oysa mânevî doğumlar gerçekleştiremeyen ana, gerçek bir ana; baba da gerçek bir baba; eğitimci de gerçek bir eğitimci değildir.

Dolayısıyla;

Bilhassa anne babalar, çocuklarının fizikî doğumuna yoğunlaştığı nisbette mânevî doğumuna da yoğunlaşmak mecburiyetinde. Çünkü çocuklarımız; ancak kendi inanç, ahlâk ve medeniyet rahminde doğduğu gün, evlâdımız olur. Ki asıl aitlik de bu noktada tecellî eder.

Hây böyleyken;

Ciğerparelerinin mânevî doğumlarını gözardı edenler, onları rûhen başka rahimlerde doğmaya mahkûm birer yabancı varlık hükmünde karanlık yarınlara atmış olurlar.

Bu itibarla;

İnsanın ikinci ve asıl doğumu olan mânevî doğumun da öz ana rahminde olması hususu asla ihmal edilmemeli.

Ayrıca bilinmeli ki; doğum meselesinde olduğu gibi çocuğun ergenlikte de iki çağı vardır:

• Fizikî

• Mânevî

Birincisi tabiî olarak gerçekleşiyor.

Fakat ikincisi, ancak eğitimle, ilimle ve irfanla. Onun için mânevî ergenlik ihmal edildiğinde insan, seksen yaşına da gelse çocukluktan kurtulamıyor. Bu ergenliğin ölçüsü etrafında Hazret-i Mevlânâ, şunları söyler:

“İlahî aşk şarabıyla mest olmuş kişilerden başka, bütün halk, çocuktur. Yani nefsin isteklerinden kurtulanların dışında erkeklik çağına girmiş, ergin kimse yoktur.

Unutma ki;

Sen de oyunu, oyuncağı bırakmadıkça çocuksun!

Ayrıca bilesin ki;

Rûhun arınmadıkça asla temiz olamazsın!”

Bu arınma dikkate alınmadığında ne hamlıklar yaşıyor insanoğlu. Babasını kesenler, anasını doğrayanlar, evlâdını parçalayanlar… Haber arşivleri, vicdanları parçalayacak nice acı mâlûmatla dolu. Hele bugün…

Dün bile M. Âkif, gördükleri karşısında;

“Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!” demek zorunda kalmıştı.

Sonra da;

Şahit olduğu bozulmaların dehşetengiz enkazına bakarak tespit ettiklerini büyük bir ürpertiyle mısralara âdeta feryat edercesine dökerken o enkazdaki insan müsveddelerine de şöyle haykırmıştı:

Vakārı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın;
Mukaddesâtı ısırdın, Hudâ’ya saldırdın!
Ne hâtırâtına hürmet, ne an’anâtını yâd;
Deden de böyle mi yapmıştı ey sefîl evlâd?

…..

Damarlarındaki kan âdetâ irinleşmiş;
O çıkmak istemiyen can da bir yığın leşmiş!

…..

Şeref mi, şan mı, şehâmet mi, din mi, îman mı?
Vatan mı, hiss-i hamiyyet mi, hak mı, vicdan mı?
Mezar mı, türbe mi, ecdâdının kemikleri mi?
Salîbi sîneye çekmiş mesâcidin biri mi?
Ne kaldı vermediğin bir çürük hayâtın için?

…..

Şu züppeler de, bugün, aynı rûhu gösterdi.
Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı;
Kapıştı bunları «yirminci asrın evlâdı!»
Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan? Birası;
Unuttu ayranı, mâtûha döndü kahrolası!

…..

Gösterin ecdâda az-çok benziyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yâdigâr,
Çok değil, ancak, necîb evlâda lâyık tek şiar…

Bu hazin ifadeleri yazdıran ıstıraplarla yüreği yanık ve daima dertli bir şair olan M. Âkif, cemiyetinin kanayan yaralarıyla bilhassa meşguldür.

Bu çerçevede;

Bizim çocuğumuzken başkasının evlâdı olmuş bir muallim/öğretmen tipini ve onun hayatında nelerin, nasıl değiştiğini de acı acı şöyle tasvir etmektedir:

Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, câmiye girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini -Allah bilir ammâ- tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklıyacak?
Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.
Yanılıp hoş-beş eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, yuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbâd olur artık odalar…

Bugün, bu mısralarda tasvir edilen tiple aynı anlayışta hareket eden dizilerin, furya hâlinde revaç bulduğu bir zamandayız. Şiirdeki ifadeler; yazıldığı anlara nisbetle, şimdi daha çok şey anlatıyor.

Karşımıza büyük bir mesele çıktı:

Çocuklarımızı onları eğitmeye plânlı tehlikelerden korumak.

Ne garip! Çocuğu, eğitimciden de korumak derdi! Sanattan da korumak çilesi! Hattâ kitaplardan da korumak mecburiyeti!

Faruk Nafiz’in bir «Grip Salgınında» yazdığı şu mısralar da neler anlatmıyor ki:

Canımıza tak etti günden güne soğuklar
İhtiyaten radyoya sokulmayın çocuklar!
Yakalatır sizi de soğuk algınlığına
Öksürüklü şarkılar, aksırıklı nutuklar…

Artık;

Çocuklarımızı geri istemeliyiz.

Öksürüklü şarkılardan, aksırıklı nutuklardan, kazma tırnaklılardan, orman kafalardan, budanmış suratlardan…

Geri istemeliyiz.

Biz olmayan, bizden olmayan bütün zararlı ve ahlâk mahrumu mihraklara, sokaklara, internet kafelere; «Geri ver!» diye feryat etmeliyiz. Yüreği yanık bir ananın oğluna dediği gibi demeliyiz ki:

Ver, ver ana borcunu, bu kadar azap yeter,
Borcun kendinsin oğul, sen borcunu geri ver!
(Seyrî)

Çünkü;

Her şey aslına rücû edince güzel. Yoksa en güzel şey bile hiçbir şeydir. Bunun için;

Dikkatli bakın;

O yıllar yılı nice çilelerle pişerek oluşmuş asırlar üstü tecrübeleriyle;

Tarihî eserlerimiz, onları meydana getiren ruhları geri istiyor.

Bu topraklar, şehidini ve gazisini geri istiyor.

Bütün dünya bizim ona tattırdığımız adalet medeniyetini geri istiyor.

İşte bu istekleri de tecellî ettirmek için;

Çocuklarınızı geri isteyin!

Herkes çocuklarını geri istesin!

Onlar;

Ait olduğu fikirde harman savurmalı, ait olduğu gönülde yoğrulmalı, ait olduğu inançta pişmeli, ait olduğu medeniyette yükselmeli, ait olduğu düşünce ve kültürde kıymet ifade etmeli, ait olduğu toprakta kök salarak ait olduğu bayrağın kolu kanadı olmalı.

Kendi rüzgârında uçmalı…

Özetle;

Bizim çocuğumuz, bizim kitabımızın evlâdı olmalı.

Kitabımız.

Birinci sırada;

Kur’ân-ı Kerim.

Kendi ifadesiyle;

Ümmü’l-kitâb.

Yani;

Kitapların anası…

Öyle bir ana ki;

O anadan süt emmeyenler, rûhen cılız ve pörsük kalırlar. Hayat ve ebediyet gıdasını alamamış olurlar. Kendi inancının ve ahlâkının evlâdı olamazlar.

Öyleyse;

Rûhun, aklın ve gönlün süt emmesi mâhiyetindeki okumak mevzuu, kitapların anası olan Kur’ân-ı Kerim ile taçlanmalı.

O pencerede;

Hazret-i Peygamber’in sünnet testisindeki ilâhî terbiye, aşk ve olgunluk sütünü de bilhassa içmeli. Hem de kana kana içmeli.

Tâ ki;

“Ümmetimin fitneye düştüğü bir zamanda kim benim sünnetime sarılırsa ona yüz şehid sevabı vardır…” müjdesine mazhariyet gerçekleşsin.

Şunu-bunu okumak daha sonra.

Evvelâ;

Bu iki kaynağın; mâneviyatımız, rûhumuz ve şahsiyetimiz için elzem olan ana sütünü almamız zarûrî.

Konferans için gittiğim bir İHL’de benden önce orada konuşmuş olan bir kimse talebelere sormuş:

–Filân şahsı okudunuz mu?

–Okumadık.

–Yazık ömrünüzün yarısı boşa gitmiş!

Filân dediği de, derme çatma bir kalem. Mürekkebi, bulanık ve boğuk. Harfleri de çarpık ve dağınık. Cümleleri hasta. Mânâsı da, tam doktorluk.

Zavallı öğrenciler. Ezilmiş büzülmüş. Durumu bana aksettirdiler.

Dedim ki:

–Aksine, ömrünüzü kazanmışsınız.

Ekledim:

–Sizin bir vasfınız var. O vasfın oluşması da, kitapların anası olan Kur’ân’dan ve ikinci ana kaynak olan sünnetten süt emmeniz. Onlardan beslendiğiniz ölçüde iki dünyanız da mâmur olur. Mahrum kaldığınız nisbette de harap olur. Eğer onları okumadıysanız, beni de okumayın başkasını da. Çünkü onlarsız okuduğunuz en faydalı eserler bile rûhunuzda ilâhî maksada uygun bir maya tutmaz. Hele onlarsız okuduğunuz faydasız kitaplar, iç dünyanıza sızmış birer virüs gibidir.

Bir kuyumcuyu düşünün.

Dükkân açacağı zaman ne yapmalı?

Öncelikle çok hassas ve sağlam bir terazi kurmalı. Eğer kurmazsa, müthiş zarar eder. O, gramları ölçecek çünkü. Altının ayarına bakacak. Bunda çok titiz. O yüzden kullandığı âlete mihenk denilmiş.

Sizin de bir mihenginiz var. Hayat çarşısında onunla çalışırsanız zarar etmezseniz.

Nedir o?

Kitap ve Sünnet.

Ehemmiyetine binaen;

Vedâ Hutbesi’nde Efendimiz bilhassa vurgu yapmış:

Ey mü’minler! Sizlere emânet-i Peygamber,
İki şey bıraktım ki, iki dünyâda rehber…
Onlara sarıldıkça sapmazsınız bir milim,
Biri Hazret-i Kur’ân, diğeri de sünnetim…
(Nazmen Trc. Seyrî)

Bu iki kurtuluş reçetesinden başka inâyet kapısı yok! Acaba var mı merakıyla ziyan olan ömürlere, senelere, enerjilere acımak lâzım.

Allâh’ın muazzam ve sonsuz atmosferini bırakıp da ciğerlerimizi başkasının mikroplu oksijen tüpüne bağlamak, olacak şey değil.

Unutmamalı ki;

Çocuklarımız, Hazret-i Peygamber’in mâneviyat ve feyiz musluğundan süt emebilirlerse, her gün daha zindeleşirler, yenilenirler, seneler geçtikçe daha da gençleşirler.

İki dünya açısından da;

Eğitimimizde ana düstur bu olmalı. Çünkü bu ana düstur ile, biz babalarımıza gerçek evlât oluruz, çocuklarımız da bize.

Ana düstur…

Bir şeyde istifadenin büyüklüğü ve önemi nisbetinde ona «ana» sıfatı verilir. Güzel Türkçemizde;

Anayol, ana duvar, ana kapı, ana dili, ana başlık, ana defter, ana giriş, ana kat, anayasa, Anadolu kelimeleri meşhurdur.

Çünkü;

Ana vasfında bir odaklanma ile insan nereye yönelir ve nereden beslenirse, oranın çocuğu/evlâdı hâline gelir.

Buna göre;

Eğer bir çocuk;

İnternette fânî olmuşsa, onun çocuğu olmuş demektir.

Telefonda fânî olmuşsa, telefonun çocuğu olmuş demektir.

Bir anneye sarılırcasına, hattâ bazen daha da fazlaca bir hissiyat ile odaklanmalara göre de;

Kimisi televizyonun çocuğu,

Kimisi paranın,

Kimini ahlâksızlığın,

Kimisi yalanın,

Kimisi kirli sokakların,

Kimisi yabancıların,

Kimisi de düşmanların çocuğu olabilir.

Bu çocukları da;

Artık kendi öz anneleri değil, ruhlarını kaptırdıkları diğer anneler besler. Çocuklar;

Fikri de, aklı da, düşünceyi de, hissiyatı da, îmânı da, ahlâk anlayışını da, karakter ölçülerini de ve hayat prensiplerini de onlardan emerler. Tıpkı süt emer gibi.

Süt. Çocuğun en önemli ihtiyacı.

Olmazsa olmaz.

Ama;

Öz anne sütü olmak kaydıyla. Sadece fizikî değil mânevî, kalbî ve rûhî ihtiyaç olarak. Her mevzu ve meselede.

İlimde,

İrfanda,

Karakter ve şahsiyette,

Ahlâkta,

Gayrette,

Azimde…

Bunları öz anneden/annelerden alanlar, müstesnâ tıynette yetişirler.

Fakat;

Hakikî veya mecâzî olsun, maddî veya mânevî olsun o ana sütünü kendi anasından/özünden/inancından ve medeniyetinden emmeyip de kirli musluklardan emenler ise, bulundukları ortamın da toplumlarının da uru hâline gelirler. Halkın ifadesiyle mayasız vaziyette yaşarlar.

Sütü bozuk tabiri de, böyle tipler içindir. Onlar hakkında Peygamber Efendimiz de, Vedâ Hutbesi’nde çok ağır kelimeler kullanmaktadır:

Bilin ki; çocuk kimin döşeğinde doğarsa,
Ancak ona aittir, katmayın başka tasa!
Babasından ayrı soy iddiâ eden soysuz,
Ve de efendisinden başkasına destursuz,
Bend olan nankör köle, Allâh’ın azabına,
Hem de tüm meleklerin kahırlı gazabına,
Ve hem de hak katında Müslümanların bir bir,
Lânetine uğrasın, budur soysuza âhir…
Her dem, güzel ahlâka sarılıp şunu bilin-;
Hep mahrûmiyet vardır zinâ edenler için…
Allah tüm soysuzların ne adâletlerine,
Ne tevbesine bakar, ne şahâdetlerine…
(Nazmen Trc. Seyrî)

İşte;

Böyle tipler zuhur etmemesi ve;

Ciğerpâresi yavrularımızın da;

Başkalarının ve başka şeylerin evlâdı olmaması için onların eğitiminde;

Sütbesüt/katkısız, apaçık ulvî prensiplere süt beyaz bir idrak ile riâyet şart. Bu riâyette de özellikle yüce hakikatler, asla bir kenarda süt dökmüş kedi gibi tutulmamalı. Evlâdımıza, mutlaka ana kaynaklardan süt emzirmeli. Yoksa o ciğerpâreler, başkalarının elinde süt vurgunu olur. Ruhlarını süt çalar, yani bozuk sütlerle hasta olurlar. Hele ki onlar henüz süt kuzusuyken. Bunu vaktinde ve derhâl görmeli ve süt liman bir mahiyette güzellikler ve ahlâk ile onları yoğurmalı. Asla süt dişlerine haram değdirmemeli. Böylece çocuklarımızın;

Hâli ve kıvamı sütbaşı gibi olmalı. Sütten kesildikten sonra da sütüne bağlı kalmalı. Sütsüzlere dönmemeli. Sütlüce misali tarâvet ile endam etmeli. Onun süt ağacı, îman; süt çorbası, irfan; süt bitkisi, vicdan olarak şekillenmeli. Sütlü kengel, yani deve dikeni gibi olan kötülüklerden uzak durmalı. Bilhassa gönül süthanesi, Kur’ân iklimi olmalı.

Yoksa evlâtlarımızın;

Süt şekeri de, süt asidi de bozulur. Nefislerindeki taşkınlıkları süttaşı da gideremez. Sevapların oluşturacağı süt mavisi berraklığındaki hayat defteri, lekelerle dolmaya başlar. Ruh toprağındaki sütlü kahve rengi kararır, simsiyah günahların girdabına saplanır.

O zaman;

Nasihat vasfında sütleğen de sütmantarı da kâr etmez. Maalesef ki şeytanın zehirli sütlacı daha güzel gelir. Artık bu ahvâle sütanne de ağlar, sütbaba da ağlar, sütnine de ağlar, sütkardeş de ağlar, sütçü de ağlar.

Ama ne çare!

Hayat sütlüğü başka şeylerle dolmuştur.

Bunun içindir ki;

Çocuklarımızı eğitirken mânevî eğitim malzemelerimiz arasında mutlaka bir sütölçer gerekli. Aksi hâlde bizim olmayan başka sütler devreye girdikçe sütten ağzımız yanar. Durduk yere yoğurdu da üfleyerek yemek zorunda kalırız.

Hâsılı;

Eğitime bizden süt katmalı.

Ama o süte de su katmamalı…

Ancak bu şekilde;

Süt emenler, sütü bozuk yetişmez.

Onların;

Hangi iş sütüne havale edilse, daima hayır sâdır olur.

Çünkü onların ölçüsü;

Hayırlı evlât olabilmektir.

Ancak onlar;

Başkasının değil,

Her şeyiyle;

Bizim evlâdımızdır…

Böyle çocuklar yetiştiren ana-babalar, öğretmenler, milletler ne kadar bahtiyardır! Çünkü onlar, ilâhî kelâmda buyurulduğu üzere:

“Adn cennetlerine girerler. Atalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlar da kendileriyle beraberdir.” (er-Ra’d, 23)

Acaba;

Onları bu yüce mükâfata erdiren ve hayırlı evlât yetiştirmede muvaffak kılan vasıfları neler?

İşte o yegâne vasıflar;

• Rablerinin rızâsına ermek için sabretmek,

• Namazı dosdoğru kılmak,

• Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızıktan gizli ve açık Allah için harcamak,

• Kötülüğü iyilikle ortadan kaldırmak…

İşte;

İki dünyada da kurtuluş ve huzur için eğitimin ekseninde olması gerekenler…

Eğer;

Eğitim, bu hasletleri kazandırmazsa, ekseninden kayarsa, yazık ki o zaman insanlar, başkalaşır ve fazîletlerine elvedâ der. Çocukları da başkalarının evlâdı olur. Onlar, âdeta kendilerinden sakınılacak varlıklara dönüşür. Düzelirlerse müstesnâ. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey mü’minler! Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur, onlardan sakının; ama, (onlar hâllerini düzeltip de istikamete girdiklerinde) siz affeder, suçlarını örter ve bağışlarsanız, bilin ki Allah da bağışlar ve acır.” (et-Teğâbün, 14)

Demek ki;

Aldıkları terbiyeye göre şekillenip şekillenmemeleri bakımından çocuklar;

Ya hayırdır,

Ya da şer!

Ama her hâlükârda;

Apaçık bir imtihan.

Âyette buyurulduğu gibi:

“Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Büyük ecir ise Allah katındadır.” (et-Teğâbün, 15)

Allah katındaki büyük ecre nâil olabilmek için mallarımız ve çocuklarımız hakkındaki büyük imtihandan başarılı çıkmamız, geçer not alabilmemiz zarûrî.

Dolayısıyla hem bunun için, hem de;

Çocuklarımıza bizim evlâdımız demek için onlara yeryüzü ve gökyüzü gibi olmamız gerek. Çünkü yeryüzü;

Doğurduğu bitkileri emzirmek ve beslemek için yaz-kış çırpınır durur. Onların köklerini devamlı bağrında tutar. Asla elinden bırakmaz. Suyunu kendi verir. Gıdasını kendi verir. Rengini ve âhengini de kendi verir. Bir başkasına kesinlikle terk etmez. Zira bilir ki, bir bitki ondan koptuğu an, ölüm mahkûmudur. Bir ağaç ondan koptuğu an, er-geç yalaz yalaz bir ateşin kucağına düşecektir.

Aynı şekilde gökyüzü de;

Toprağına bağlı bitkilere devamlı rahmet ikram eder. Onları hem ısıtmak, hem ışıtmak, hem de olgunlaştırmak için her gün güneşi onlara pervâne eder. Bu vazifeleri de bir başkasına asla bırakmaz. Bilir ki, onsuz bitkiler pörsür, karanlıkta ve hamlıkta hebâ olur gider. Rahmetten mahrum kalır. Neticede dev gibi bir çınar olabilecek en vasıflı bir fidan bile kupkuru bir çomak hâline döner ve o da yalaz yalaz bir ateşin kucağına düşer.

Yani;

Ancak bir bitki;

Kökünü doğduğu yeryüzüne bağlı tutar da göklerin lutfuna mazhar yaşarsa o zaman bir cennet güzelliği ve kıvamı elde etmektedir.

İnsanın hâli de bundan farklı değil…

Öyleyse aynı paralelde eğitimin ne merkezli olacağını da doğru ve yerinde tespit etmeliyiz.

Aslında çok sorulan ve konuşulan bir mesele de bu:

Eğitim ne merkezli olacak?

Birilerinin / hattâ eğitimcilerin de üflediği gibi;

–Çocuk merkezli mi?

–Hoca/öğretmen merkezli mi?

–Aile merkezli mi?

–Çevre merkezli mi?

Ne merkezli?

Herkes, birini öne çıkarıyor.

Kimisi diyor ki:

–Aman çocuk merkezli olsun. Eğitim, onun isteklerine göre şekillensin. Hattâ anne-babalar, çocuk hangi müziği dinliyorsa onu dinlesin. Çocuğun canının istemediği şey, doğru da olsa vazgeçilsin. Böylece farklı bir sevgi temeli oluşur, çocuk daha iyi eğitilir.

Kimisi de şöyle diyor;

–Aman hoca/öğretmen merkezli olsun. Çocuk eğriyi-doğruyu ne anlar! Eğiticiler, en güzel olanı bilirler ve ne yapsalar çocuk için yapacaklarından en verimli metot bu!

Kimisi, başka bir noktaya dikkat çekiyor;

–Her şey ailede. Okullar, maalesef bugün kötülük yuvası. Başka çare yok; çocuklar en iyi ailede yetişir.

Kimisi de şu gerçeği görüyor;

–İnsanın kimliği, içinde bulunduğu çevreye göre oluşur. Güzel çevrede güzel, kötü çevrede kötü insanlar meydana gelir. Buna göre eğitim; çevre merkezli olmalı.

Dört farklı gerçek, dört farklı bakış açısı…

Hepsi de, kendi aralarında sürekli bir tahterevalli hâlinde.

Fakat düşünmeli;

–Ya çocuk yanlışa gömülürse, suç işlemeye yönelirse, müzik niyetine anırtılara-havlamalara kapılırsa,

–Ya hoca/öğretmen, işinin ehli değilse, boşsa, en azından tembelse,

–Ya aile yetersizse, fay hattı üzerindeyse,

–Ya çevre bozuksa, kötülük ambarıysa…

O zaman onlara göre merkezli tutum ne olacak?

İşte bu sorunun cevabı tam tahlil edilmediği için ortalıkta yığınla eğitim hatası, öğretim defosu, hattâ zararlı üretimler var. Yüzde oranları da oldukça yüksek.

Hiç göz önünde bulundurulmuyor;

Çocuk, güzel yetişirken bile, kendi hâline bırakılırsa en olmayacak yanlışların kurbanı da olabilir. Çünkü o, basit bir oyuncak arabayı son model gerçek bir arabadan daha değerli görmekte; oynadığı kum tanelerini altın liralardan daha kıymetli saymaktadır. Böyle olunca onun dünyasına sızarak onu kolayca yanıltan ve aldatabilen unsurlar, hevesler, alışkanlıklar ve aldanışlar, hele ki günümüz ortamında oldukça mümkün. Şimdi o masum yavru, hayatına tesir edecek ciddî yanlışların içine yuvarlanıp da boyunca kötü alışkanlıklara dalmaya kapı araladığı bir an, çocuk merkezli davranış neye yarar? Yanlışları daha da artırmaya ve bozulmayı hızlandırmaya yönelik bir metot, ne kazandırır?

Öyleyse;

Eğitim ne merkezli olacak?

Aslında;

Cevap karışık değil!

Eğitim,

Eğitim merkezli olacak!

Yani o;

Ondan arzu edilen;

Vasıf ve kimlik kazandırıcı doğrular, güzellikler, inanç, ilim, irfan ve ahlâk gibi köklü ve sağlam değerler merkezli olacak!

O zaman;

Çocuk da, hoca/öğretmen de, aile de, çevre de işin merkezinde müsbet/olumlu olarak kendi katkısını ve vazifesini doğru ve maksada uygun olarak gerçekleştirmeye muvaffak olur.

Doğru olanı, güzel olanı, inancı, ilmi, irfanı ve ahlâkı merkeze almış bir eğitim… Dört başı mâmur dedikleri kabîlde dört tarafı da eğitici; yani hem çocuğu, hem öğretmeni, hem aileyi, hem de çevreyi eğitici bir vasıfta olur ki, her bakımdan neticeye yansıması arzu edilen seviyede, bazen de daha mükemmel bir vasıfta gerçekleşir.

Eğitimden maksat da zaten bu değil mi?

Ama bu netice, çileli iş. Gece-gündüz ter dökmek ister. Elini taşın altına koymayı gerektirir.

Yoksa;

Hem ağaçları budamayacağız, hem de çok güzel meyveler talep edeceğiz. Olmaz böyle bir şey. Sadece bahçıvanlar değil, buna o ağaçtaki yapraklar bile güler. Tabiî onlar gülerken de biz ağlarız.

Olmaz.

Hem gübreyle uğraşıp elimizi kirletmeyelim, hem de meyvelerimizin bol vitaminli olmasından vazgeçmeyelim dersek, olmaz!

Hem su verme için alnımız terlemeyecek, hem de taptaze meyveler gözleyeceğiz, olmaz!

İstediğimiz ne ise; uygulamalarımız ona göre olmalı.

Hiç dokunmadan, şekillendirmeden, emek vermeden, budama yapmadan doğru bir netice, bizim arzuladığımız bir kıvam, hiçbir zaman mümkün değil.

Hâl böyleyken hâlâ;

Acayip moda fikirler uçuşuyor ortalıkta:

Budama yaparsam, ağacın kökü kurur. Ne kesik ne de çizik olmaması için aşı bile yapmamak lâzım. Gübrelersem, hem elim kirlenir, hem de meyvelere mikrop bulaşır. Su vermek için ter dökersem, karşımdakine kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmemiş olurum. Hiç müdahale etmeyeyim, yoksa zavallı ağacın özgüveni kaybolur.

Fakat ya sonra?

Sonrası şikâyet dolu:

Gözüm gibi baktım, ama hayırsız çıktı. Güdük bir ağaç oldu. Gövde cılız. Dalları kuru mu, kuru. Meyveleri çipil çipil. Duruşu, üf desen yıkılacak. İçi kof, bir de mikrop yuvası gibi. Bırak bana faydayı kendi kendine de yetmiyor. Ne olacak bu ağacın hâli? Neresine baksam, güven vermiyor. Meğer budamak, aşı yapmak lâzımmış ama artık kartlaştı. İşin doğrusu kupkuru oldu. Baharın ortasında bile tomurcuk açacak hâli kalmadı. Yani sadece sobalık bir vaziyette… Çare?

Kuru odunu yeşertmenin çaresi var mı?

Mûcize lâzım!

İlâhî bir tecellî lâzım.

Yoksa,

Hiç olur tarafı yok.

Yapılacak iş, sadece duâ…

Fakat duâyı önceden de yapıp şu söz erkence hatırlanmalı değil mi?

“Ağaç yaşken eğilir…”

Yaşken eğilmezse, kartken sadece kırılır, kesilir, koparılır. Hem yaşken eğilen ağaç, çok işe yarar. Ama kartken?

O hâlde;

Üzerimize düşenler, vaktinde yapılmalı. Bazen vaktindeki bir dakika, on asırlık fayda sağlar. Gecikme de on asırlık zarara dönüşür. Onun için ağaç da vaktinde, yani yaşken eğilmeli. Eğitilmeli.

Nedir bu eğitim?

Dibi ateş dolu bir olgunluk kazanında sabırla pişmektir. Çünkü pişmenin sabrına tahammül edemeyen kimse, okusa bile eğitimsiz kalır, ham kalır.

İşte çeşitli şekillere bürünerek fıkralara yansıyan acı bir örnek:

Bir anne, oğlundan su ister. Çocuk, canı sıkkın bir şekilde yüzünü buruşturur. Oturduğu yerden kımıldamaz bile. Anne, isteğini bir daha tekrarlar. Oğlu yine oralı olmaz. Anne, üçüncü kez seslenir:

–Oğlum, bir bardak su!

Çocuk yine hiç duymamış vaziyette. Durumu gören kız kardeş, araya girer:

–Anneciğim, ben sana söylemiştim.

–Ne söylemiştin kızım?

–Erkek çocuklardan hayır gelmeyeceğini.

–Eee?

–Ne desen getirmez! Boşver, boşuna ona bu kadar dil dökme! Sen kalkıp suyunu kendin al da yüreği sızlasın.

–?!.

–Sana zahmet anneciğim, gelirken bir bardak su da bana!

–?!.

Şimdi;

Çocuklar mı suçlu, anneleri mi?

Cevap çok zorlayıcı ama unutmamalı ki Allah, ebeveynlere/ana-babalara/milletlere bahşettiği evlâtları birer nurtopu çocuk olarak lutfediyor.

En azılı ve vahşî, en gaddar ve rezil kimse bile doğduğu yani anne-babasına bahşedildiği anda parıl parıl bir yavru…

Nurtopu bir evlât…

Gözlerinin içi nur. Kalbi nur. Yüzü nur. Tebessümü nur. Konuşması bülbül şakıması gibi.

Sonra?

Sonrası nasıl bir dert ve vasıf ile yetiştirildiğine bağlı.

Eğer o nurtopu evlât, ecdâdın «nûr-i dîde» dediği yani maddeten ve mânen göz nûru bir vasıfta emekle büyütülmüşse, ne âlâ! Değilse, eyvahlar!

Bu bakımdan çocuklarımızın bizim evlâdımız olması için o göz nûru gece-gündüz yanmalı, seller gibi alın teri dökmeli. Hem fiilî hem de kavlî gayret ve duâ olarak.

Nitekim;

Cenâb-ı Hak da, bu istikamet üzere olmamızı irade buyurarak bize şu duayı yaptırıyor:

“Ey Rabbimiz! Bize göz nuru olacak eşler ve çocuklar bahşet! Bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkān 74.)

Bütün peygamberler bunun eğitimi ve duâsı hâlinde olmuşlardır. Niyaz etmişlerdir ki:

“Ey Rabbimiz! Bize hayırlı evlât ver.” (el-A’râf, 189.)

“Ey Rabbimiz! Bize sâlih evlât ver.” (es-Sâffât, 100)

Yahudilerin şehid ettiği Zekeriyya -aleyhisselâm-, bu niyazın gerekçesini ve talep ettiği hayırlı evlâdın özelliklerini duâsında şöyle getirir:

“Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek akrabamdan ötürü (yani onlar isyankâr olabilirler diye) endişeliyim. Eşim de kısır! Bana kendi tarafından; bana ve Yâkub hânedânına vâris olacak bir çocuk bağışla! Ey Rabbim, onu rızâna lâyık kıl! (Rızânı kazanmışlardan et! Onu, râzı olacağın bir insan eyle yâ Rabbî!)” (Meryem, 5-6)

İşte bu vasıftaki çocuklarımız, bizim evlâdımız!

Her iki dünyada da bizim evlâdımız.

Yoksa, sadece bu dünyada bizim çocuğumuz demek, boş avuntu.

Çünkü âyet-i kerîmede açıkça buyurulur:

“O gün (kıyâmet günü) kişi, (dünyada iken aralarında Allâh’ın emrine göre hayat sürmediği, yanlış eğilim ve eğitimlerle kusurlu, zararlı, hatalı ve günahlı bir akrabalık sürdüğü) kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak…” (Abese, 34-36)

Kaçmayanlara ne mutlu!

Dünyada olduğu gibi;

Orada da; «evlâdım» diye çocuğunun boynuna sarılabilme hakkını kazananlara ne saâdet!

Şimdi tekrar soralım:

“Çocuklarımız kimin evlâdı?”

Ama önce su suâli sorup cevaplayalım:

“Biz kimin evlâdıyız?”