Su Kristallerinden İnsanoğluna… FITRATI BOZMAYAN BİR EĞİTİM

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Her insan dünyaya eğitimle şekil verilmeye müsait; saf bir fıtrat ile doğar. Âdeta bir parça kil hamuru gibi bir malzeme olan insanoğlu; onu yoğurup şekillendiren eğitimcinin verdiği şekli alır.

Peygamber Efendimiz meşhur hadîs-i şerîfinde; bir yandan; «her çocuğun bozulmamış, saf bir fıtrat üzere doğduğunu» bildirirken bir yandan da; «aile ve çevresinin onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusî yaptığına» dikkat çekmektedir. Böylece her insanın bomboş olan zihninin, çevresi tarafından «bir dünya görüşüne yönlendirilerek» biçimlendirildiğine işaret etmektedir.

Gerçekten de hiçbir insan, içinde yetiştiği çevrenin görüşlerinden etkilenmeden, saf bir kalp gözüyle hayata bakamaz. Ne yazık ki konuşmayı öğrenmesiyle beraber her insanın gözüne bir dünya görüşü gözlüğü takılır. O hâlde eğitimde en çok dikkat edilecek husus; fıtrata bir müdahale etmemesi, tabiata aykırı olmamasıdır.

Çünkü fıtrata aykırı müdahaleler insanın yapısını bozmakta, eğitimini güçleştirmektedir.

Tıpkı suyun menfî tesirlerden etkilendiği zaman kristallerinin bozulduğu gibi…

Japon bilim adamı Prof. Dr. Masaru EMOTO’nun meşhur su kristallerini duymuşsunuzdur. Bu bilim adamı; farklı kavanozlara koyduğu sularla deneyler yapar. Bir kısmına; «Teşekkür ederim» gibi nazik ve güzel sözler söylettirir, bir kısmına hakaretler ettirir. Sonunda her iki gruptaki suyu da dondurur ve kristallerinin fotoğrafını çeker. Güzel sözler söylenen suyun kristalleri kar taneleri gibi düzgün altıgenler oluştururken, kötü sözlere maruz kalan suyun fıtratı bozulur; düzgün kristalleşemez.

Emoto bu deneylerinde elde ettiği 70’ten fazla kristal resmi bulunan Su Kristalleri adlı bir kitap da yayınlamıştır. Pek çok ülkede yayınlanan bu ve diğer kitaplarında Emoto cansız bir madde gibi görünen suyun bile menfî söz ve düşüncelerle bozulmaya uğradığını anlatmaktadır. İnsan vücudunun da büyük çoğunluğunun sudan oluştuğunu hatırlatan Emoto; «kötü söz ve düşüncelerin bizim fıtratımıza neler yaptığını biraz düşünmeye» çağırıyor.

Gerçekten de suyun bile fıtratı kötü düşünce ve sözlerle bozulabiliyorsa insanın fıtratına neler olmaz ki?

Öyleyse başta çocuk ve gençler olmak üzere toplumun talim ve terbiyesinde ne kadar titizlik gösterilmesi gerektiğini söylemeye gerek var mı?

İnsanın aslî yaratılışını tahrip etmeyen, aksine mevcut kabiliyetlerini en yüksek seviyeye yücelten bir talim ve terbiye nasıl olmalı?

Peki, insanın aslî fıtratını bozmayan bir eğitim nasıl olmalı? Bunu söyleyebilmek için öncelikle; «İnsanın aslî fıtratı nedir?» sorusunun cevabını doğru olarak vermek gerek.

Günümüzde insanı tarif eden ideolojiler, onu bir yandan hayvanlık derekesine indirirken, bir yandan da -hâşâ- tanrılık derecesine kadar çıkarıyor. Bir kısım ideolojiler insanı; «iki ayak üzerinde yürüyen, kuyruksuz, kürksüz primat» diye tarif ederken; bir diğeri ise onu -hâşâ- tanrının bir şubesi olarak ilân ediyor ve; «düşünce gücüyle her şeyi yaratabileceğini» ileri sürüyor.

Elbette insana bakışı çarpıtan bu ideolojiler onun aslî yaratılışını bozmaktan uzak kalamıyor. Onu hayvan türü diye tarif edenler hayvandan da sapkın hâle getirirken, ilâh parçası sayanlar ise boş hayaller içinde yaşayan bir zavallı hâline getiriyorlar.

Oysa ideolojik gözlüğü bir yana atıp insanın gerçeğine baktığımızda onun aslını en doğru şekilde ortaya koyanın Kur’ân-ı Kerim olduğunu görüyoruz.

Kur’ân-ı Kerîm’in talim ve rehberliğine tâbî olan Müslümanlara göre insanın aslî fıtratı, Hazret-i Âdem ile temsil edilen insan modelidir. İnsanlığın atası Hazret-i Âdem; bir yandan topraktan yaratılmış, bir yandan da meleklere secdegâh olmuş şerefli bir varlıktır. Bazen kendisine yapılan tembihleri unutan, zaman zaman hatalar yapabilen ama Rabbiyle bağını hiç koparmayan, hissî bir varlık.

Evet gerçekten de insan; akıllı, şuurlu, eğitilebilir, ama daha çok hissî bir varlıktır. İnsan kelimesinin üns kökünden geldiğini kabul edenler de bu gerçeği tasdik etmiş olmaktadırlar.

İnsanın talim ve terbiyesinde de bu gerçeğin mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Gerçekten de insan rûhunun çeşitli şuur hâlleri, temelde duygularla oluşmaktadır. Hattâ eğitim-öğretim bile.

Hepimiz biliriz ki çocukların konuşmayı ve çeşitli becerileri öğrenmesinde taklidin büyük bir önemi vardır. Taklit ise önemli ölçüde duygularla alâkalıdır. İnsan yavrusu şuurlu gayretleri sonucunda değil, duyguları sâikiyle ana-babasını taklit eder ve böylece her şeyi öğrenir.

Çocuklar ve gençler sadece gördükleri hareketleri değil, duygu ve düşünceleri de taklit eder. Hattâ insan beyninde taklit etme ve başkalarının hissî hâllerini ayna gibi yansıtmayı sağlayan merkezler vardır.

Hepimiz biliriz ki bir müsabakayı veya tiyatro oyununu seyredenler, bir semineri veya filmi izleyenler, bir vaazı dinleyenler gibi gruplarda ortak bir hissî atmosfer herkesi kaplar. Eskilerin deyimiyle; “Ölü evine giden ağlar, düğün evine giden oynar.”

Hâlbuki ne ölen ne de evlenen onun çok yakını değildir. Ancak duygular âdeta akışkan bir madde gibi kalpten kalbe geçerek herkesi dolaşır.

Nitekim günümüzde beyin üzerine yapılan araştırmalar bir topluluğun içine girdiğimizde veya biriyle muhatap olduğumuzda neden onların hissî hâllerinin etkisine girdiğimizi ortaya koymaktadır. Beynin bazı bölümlerinde; «ayna nöron» denilen hücreler, münasebet hâlinde bulunduğumuz kişilerin duygu hâllerinin bize sirâyet etmesini açıklamaktadır.

Aslında bu gerçek, tasavvufta «in’ikas» adıyla çoktan beri bilinmektedir. Tecrübelerle bilinen bir gerçektir ki, bir mecliste bulunan kişilerin kalp hâlleri birbirine geçmekte, sıkça bir araya gelenler ise gittikçe benzeşmekte ve kaynaşmaktadırlar. Bu arada mânevî durumu güçlü ve başkalarına tesir kabiliyeti fazla olanlar, etkilenmeye elverişli olanları biçimlendirmektedir.

Aslında Peygamberimiz’in talim ve terbiye metodu da bu gerçeğe uygundur. Peygamberimiz sahâbeyi hicret ile kendisine komşu olmaya teşvik etmiş, mescidinde namaz kılmaya ve sohbet dinlemeye çağırmıştır. Sonra etrafına hâlelenen ashâbını, gönülden gönüle akan muhabbet iksiriyle terbiye etmiş, çok üstün bir kıvama getirmiştir.

İşte tasavvuf yolu Peygamberimiz’in sünnetine de uygun, fıtrata da uygun bir yol olan; in’ikâs yolunu, yani sohbetlerde bir araya gelme ve hâlleşme yolunu kullanmaktadır.

Eğer tasavvuf yolunun bu usûlü günümüzde talim ve terbiye çalışmalarında da değerlendirilebilse muhakkak daha etkili sonuçlar alınacaktır. Meselâ Kur’ân kurslarında ve İmam-hatiplerde sadece kuru bilgi vermek yerine talebelerin sevgi ve saygısını kazanabilecek örnek şahsiyetler tanıtılabilir. Sadece dînî eğitim değil, bütün eğitim müesseselerinde çocuk ve gençler; şuur, ahlâk ve davranış bakımından güzel örnek olacak kişilerle bir araya getirilebilir. Eğer eğitim kurumunda insanoğlunun kalbî akis ve akış kabiliyeti göz önüne alınarak düzenlemeler yapılırsa daha kolay sonuç alınabilecektir.

Peygamberimiz;

“Mü’min mü’minin aynasıdır.” buyurarak bu hususun da altını çizmiştir. Mü’minlere sâdıklarla beraber olmalarını emreden Kur’ân-ı Kerim; dînin alaya alındığı meclislerde oturmaya devam eden mü’minlerin, inkârcılarla aynı hâle döneceklerini ihtar eder. Bir hadîs-i şerif de;

“Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir.” buyurarak; taklit, duygu bağı kurma, birlikte olma, aynîleşme davranışlarının dönüştürücülüğünün altını çizmiştir.

“Globalleşen” dünyada hemen bütün milletlere; teknoloji, reklâm, sinema, moda gibi empoze vasıtalarına sahip batıdan kültür boca edilmektedir. Şiddet, müstehcenlik, reenkarnasyon, evrim, karma gibi akîde bozuklukları artık çizgi filmlerde bile yoğun şekilde yer almaktadır.

Birer su damlası misali olan çocuklarımızı bir yandan bu istîlâdan korurken, diğer yandan onların saf tabiatını bozmayan, aksine fıtrî yeteneklerini değerlendiren bir eğitim modeline ihtiyaç vardır.