Maddede, Mânâda, Her Şeyde ÖNCE TEMİZLİK…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İHL talebeleri olarak 1988’de gittiğimiz umre ziyaretindeydi.

Kâbe’nin Hacerü’l-Esved tarafındaki müezzinliğin altında oturuyorduk.

Orada tanıştığımız bir doktor, bize Almanya’da yaşayan bir doktor arkadaşından temizlikle ilgili şu ibret ve hikmet dolu hâtırayı anlattı:

Türk doktorun vesilesiyle 60’lı veya 70’li yıllarda bir Alman doktor müslüman olmuştu. Alman doktorun en bariz özelliği de temizlikti. Meşhur ifadesiyle temizlik hastasıydı. Zaten İslâm’ın temizliğe verdiği ehemmiyet de onun müslüman olmasında hayli tesirli olmuştu. Hele fıkıh kitaplarımızın ilk bahsinin temizlik oluşuna hayran kalmıştı. Samimî bir gönülle îmanın gerektirdiği vecîbelere/vazifelere de candan bismillâh demişti. Kendisinin müslüman olmasına vesile olan Türk doktora dedi ki:

“–İslâm’ın beş şartından biri hac. Bizim de durumumuz iyi olduğuna göre hac yapmamız farz. Bu sene beraberce bir hacca ne dersin?”

Türk doktor;

“–Elbette, çok iyi olur!” dedi, amma o zamanlar Hicaz’da temizlik hizmetleri bugünkü gibi çok güzel ve ihtiyacı karşılayıcı şekilde değildi. Bu sebeple içinden; «Ne yapıp edip arkadaşımı engellemeliyim. Eğer oradaki temizlik noksanlıklarını görecek olursa, bu güzel dinden kopar, kendisine yazık olur. Çünkü henüz insanların eksikliklerinin, dînin kusuru olmadığını anlayacak kıvamda değil.» diye düşünerek şu teklifi yaptı:

“–Hacca beraber gidelim, fakat her şey bana ait. Vize işlemleri vesaire ne varsa ben halledeceğim.”

Alman doktor da:

“–Tamam, çok teşekkür ederim.” dedi ve o mübârek topraklara gidebilmenin iştiyâkı ve merakı içerisinde sevindi.

Fakat hac vakti geldiğinde Türk doktordan hâlâ ses-sedâ çıkmıyordu. Sordu:

“–Ne oldu?”

Beriki kaçamak cevap verdi:

“–Vizede bir sıkıntı çıktı. İnşâallah hallolur.”

“–İnşâallah.”

Bu temennî ile vakitler gelip geçti.

Gitmek isteyen herkes gitti, bir tek onlar gidemedi. Türk doktorun plânladığı üzere vizede veya başka bir resmî işlemde ille de bir sıkıntı çıkmıştı.

Birinci sene, ikinci sene, üçüncü sene hep böyle geçti. Her seferinde güya bir aksaklık oldu.

Alman doktora bir türlü hac nasip olmadı.

Ve dördüncü sene…

Alman doktor bu defa kendisi bütün her şeyi hallederek Türk doktorun yanına geldi:

“–Ben her şeyi hallettim; bu sefer inşâallah mübârek topraklara uçuyoruz.”

Türk doktor heyecanlandı:

“–Öyle mi, hay hay!” dedi.

Fakat gönlünü de derin bir endişe kapladı. Dertli dertli; «İşler tersine dönerse!» diye üzüldü.

Yapacak bir şey yoktu.

Vakit geldi, uçağa bindiler.

Yolda, Türk doktor, oradaki ahvâlin îzahını yapmayı düşündü, yapamadı. Mevzu bir türlü düşündüğü noktaya gelmedi. Sadece hac vazifesiyle alâkalı hususlar etrafında yoğunlaştılar.

Bir müddet sonra ihramlı bir şekilde Mekke’deydiler.

Alman doktor, o mübârek mekânda birden ciddîleşti. Yolculuk esnasında bülbül gibi şakıyan insan gitmiş, sadece susmayı ve düşünmeyi tercih eden bir başka insan gelmişti. Her gördüğü noktaya dikkatle bakıyor, iyiden iyiye süzüyor ve derin düşünceler içerisinde daha bir ciddîleşiyordu.

Onun bu hâlini gören Türk doktorun da kendi kendine;

“Eyvah, şimdi Müslümanlıktan vazgeçti-vazgeçecek!” şeklindeki kaygısı, gittikçe artıyordu.

Çünkü o yıllarda, belki şartlar dolayısıyla bu kaygıyı besleyecek birtakım temizlik ve hizmet noksanlıkları vardı.

Tuvaletler yetersizdi. Mevcutlar da bakımsızdı. Ayrıca pek çok insan Kâbe’nin dış çevresindeki kenar köşede neredeyse çöplerle iç içe yatıyordu. Temizlik yeterli yapılamıyor, sağda solda atıklar oluyor, ayaklara takılıyordu. Ayrıca Kâbe’de Alman doktorun temizlik yönünden itiraz etmesi muhtemel hususlar vardı. Meselâ ayağının nasırı patlamış da içinden sızan kanların sürüldüğü yerlere onlar alnını koyup secde etmek durumundaydılar. Bu da, temizlik hastası doktorun, zâhiren kabullenmeyeceği bir durumdu.

Bir yandan sıcağın harareti, bir yandan temizlikteki göze batan aksaklıklar dolayısıyla Türk doktorun yüreği, endişeli bir hâlde küt küt atıyordu. Lâkin Alman doktor, henüz hiçbir şey demeden sessizce bütün vazifelerini yapıyordu. Tavaf, sa’y, namazlar, ziyaretler, eksiksiz bir şekilde yerine getiriliyordu.

Hepsinde de Alman doktor, dışa hiç renk vermeyen ciddiyet hâlini sürdürmekteydi.

Arafat’a çıktıklarında Türk doktor, daha bir kaygıya kapıldı. Çünkü oradaki temizlik hizmetleri daha da aksak bir vaziyetteydi. Tuvalet imkânı bile yok gibiydi. Derme-çatma yöntemlerle ve sağlık açısından birçok kusurlarla doluydu. Yine öbek öbek çöpler ve aralarında insanlar…

Türk doktor:

«Her ne kadar bu aksaklıklar, organize edenlerin kusuru da olsa bunları bir temizlik hastası olan, tertemiz bir bardağı bile defalarca yıkayan bu Alman doktora anlatamam!” diye düşünüyor, hiçbir açıklama yapmaya cesaret edemiyordu.

Alman doktor, her yerde olduğu gibi orada da etrafı dikkatle süzüyor, derin derin düşünüyordu. Yine dışa renk vermeyen bir ciddiyet içindeydi.

Arafat’tan sonra diğer vazifeler de tamamlandı. Şeytan taşlama, kurban ve nihayet vedâ tavafı.

Alman doktor hâlâ dışa renk vermeyen bir ciddiyet içinde. Hâlâ Türk doktor, endişeli. Arkadaşı hakkında vazgeçti, vazgeçecek diye hâlâ tedirgin.

Bu vaziyette Kâbe’nin karşısına oturdular. Vedâ tavafları bitmiş, ayrılık vakti gelmişti.

Günlerdir ağzını bıçak açmayan Alman doktor, konuşma pozisyonu aldı ve;

“–Bak arkadaş!” diye söze başladı.

Ciddiydi.

Durgundu.

Düşünceliydi.

Çok önemli bir şey söyleyecek gibiydi.

Türk doktor, ne kadar dikkatli de baksa arkadaşının ne diyeceğini kestiremedi. Acaba gördüğü noksan hâller karşısında Alman doktor, neye karar vermişti? Onun hastalık derecesindeki temizlik yaklaşımıyla şahit olduğu manzaralar acaba onu hangi noktaya getirmişti? Ya Müslümanlıktan vazgeçer miydi? Türk doktorun başından aşağı kaynar sular indi. Nasıl davranacağını bilemedi. Sustu. Sanki herkes susmuştu. Çıt çıkmıyordu sanki. Biraz cesaretini toplayıp kekeledi:

“–Buyur!” dedi; “Dinliyorum…”

Onun bu hâlinden habersiz Alman doktor, bir-iki derin nefes daha aldı. Karşısındakinin heyecanını artırıcı bir ağırlık ve yavaşlıkta Kâbe’ye baktı, sonra tavaf eden insanlara, sonra semâya ve en sonra da doktor arkadaşının gözlerine baktı. Ardından tane tane şu cümleleri söyledi:

“–Tekrar şahâdet ediyorum ki; İslâm, yegâne hak dindir. Buna inancım, bu mübârek iklimde kat kat daha arttı. Rabbime binlerce şükür. Elhamdülillâh bu hac, bana neler öğretti, neler kazandırdı, neler hissettirdi, neler…”

Türk doktor, hiç beklemediği bu cümleleri duyunca günlerdir çektiği endişeyi derin bir nefese yükleyip içinden dışarı bıraktı. Bu defa muhatabının bülbül gibi şakımasını beklercesine bütün dikkatini artık huzur ve hayranlık içinde ona yöneltti. Alman doktor devam etti:

“–Biliyorsun, ben hastalık derecesinde temizliğe önem veriyorum. Normalde benim burada gördüklerim karşısında farklı düşüncelere sahip olmam gerekirdi. Ancak ben gördüklerime değil, perdelerin arkasına bakmaya çalıştım. Açıkça gördüm ki, insanlara hac ibâdetini farz kılan yüce kudret, emrinin arkasında duruyor. İnsanlar; o emri yerine getirirken, gerçekte dinden değil, sadece organizecilerden kaynaklanan eksiklikleri bizzat yüce Allah bertaraf ediyor. Hattâ bazen derdi bile dermana dönüştürüyor, zahmeti rahmete dönüştürüyor, hastalığı sıhhate dönüştürüyor. Gördüm ki, menfîlikler/olumsuzluklar da burada müsbet/olumlu faydalara kalboluyor. Gördüm ki, Allah buradaki mikroplara bile âdeta; «Benim kullarıma dokunmayın!» diye emretmiş. Tıpkı ateşe, Hazret-i İbrahim’i yakmamasını, bıçağa da, Hazret-i İsmail’i kesmemesini emrettiği gibi. Yoksa bu organize noksanlığı bizim oralarda olsa, insanların yarısı hastalıktan ölürdü. Burada ölmüyor. Çünkü yüce kudret, emrini yerine getirmeye gelenleri bizzat muhafaza ediyor. Nasırlardan sızan kanların değdiği yere secde ediyor, şifa buluyoruz. Çünkü insanlar, buraya temizlenmek, günah kirlerinden arınmak için geliyorlar. Allah da onları tertemiz ediyor. Anadan doğmuş gibi. Bütün bunları gördükten sonra insanın îmanı on kat daha artmaz mı?”

İki doktor birlikte şükür secdesine kapanıp Allâh’a hamd ettiler.

Gerçekten de ibret, hikmet ve ince sırlar dolu şükür vesilesi bir manzara. Temizliğin iki yönlü tecellîlerini anlatan bir örnek. Gerçek temizliğe erenlerin nasıl bir ilâhî muhafaza altında olduklarının tezâhürü. Kulun kendi şahsî imkânlarının yetmediği yerde noksanlıklar bile olsa, eğer gönül temizliğine sahipse o noksanları da Allâh’ın nasıl giderdiğinin bir yansıması. Çünkü her ortama, her yere, her şeye gücünüz yetmeyebilir, fakat gönül temizliğiniz tamsa gerisi kolay. Zaten kullardaki asıl temizlik ve iffet, Cenâb-ı Hakk’ın muhafazasından ibarettir. Eğer Allah korumasa, insanlar en ince ölçüler ve hassasiyetlerle de davransalar, kendilerini korumaya tam olarak muvaffak olamazlar. Olamazlar çünkü insan gözü, normal bakışla hiçbir mikrobu görememektedir. Bu durumda göremediği şeyden korunmak, sadece kendi hassasiyetiyle mümkün değildir.

Bu bakımdan;

İç temizliği, gönül sâfiyeti, yani bâtını pırıl pırıl etmek, bilhassa şarttır. Zâhir de buna paralel olarak mutlaka aynı temizlik ölçülerine göre pırıl pırıl olmak durumundadır. Nitekim namaz gibi yüce bir ibâdetin de ilk şartları hep temizlik mahiyetindedir. Abdest, hadesten tahâret, necâsetten tahâret…

Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Zıtlar zıtlardan kaçar. Nasıl ki güneş doğunca gece dayanamaz, kaçar gider! Aynı şekilde Allâh’ın tertemiz adı, ağza gelince de, yani zikir başlayınca da, gönülde ne pislik kalır, ne gam ne de keder.

Çünkü;

Allâh’ı zikretmek, tertemiz bir hâldir. O tertemiz hâl gelince, yani gerçek temizlik erişince; pis hâl, pislik yükünü toplar, dengini bağlar, dışarı çıkar gider.

Öyleyse;

Ağzını günahtan, kötü sözlerden arıt, temizle; rûhunu günah yükünden kurtar, çevik hâle getir.”

Bu kıvamda insanın temizliği, âdeta ay misâli bir temizliğe bürünür. Öyle ki hiçbir pislik ve kir, ona bulaşamaz. Yine Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Ay’ın nûru, iyilere de kötülere de vurur. Fakat kötülere de yansıması onu asla kirletmez. Zira Ay’ın nûru, nereye vursa, tıpkı akıl ve can nûrunun Allâh’a dönüp ulaşması gibi, yine tertemiz hâlde Ay’a döner.

Onun temiz ışığı öyle tertemizdir ki, yoldaki pisliklerin üzerine düşse bile pislenmez; her zaman temiz kalır. Çünkü temizlik, onun vasfıdır, huyudur. Bu sebeple onun temiz nûru, en iğrenç pisliklerden ve kirliliklerden bile pislenip kirlenmez.”

Hiç şüphesiz;

Maddî ve mânevî temizliğe eren insanların hâli de böyledir. Yani temizliği hiç kirlenmeyen bir ay gibi.

Bu itibarla hadîs-i şeriflerde;

“Temizlik îmandandır.”

“Temizlik, îmânın yarısıdır.” buyurulmuştur.

Âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur:

“Elbiseni temizle! (Yani zâhirini ve bâtınını temiz tut; güzel ahlâk ile ahlâklan!) Kötü şeylerden uzak dur!” (el-Müddessir, 4-5)

Bu elbise, sadece sırtımıza giydiğimiz libaslar değil. Bilmeli ki, vicdan da insan için olmazsa olmaz bir elbise, îman da, ahlâk da, ilim ve irfan da, şefkat ve merhamet de, hayır ve hasenat da, olgunluk ve liyakat de birer elbise. Üstelik bu elbiseler, mutlak lâzım elbiseler ve mutlaka temiz olmak mecburiyetindeler. Şayet kimin; îman, vicdan, ilim ve ahlâk elbiseleri varsa ve bunlar da temizse, o kimse, kurtuluş ve huzur ikliminde olur. Fakat o elbiseler temiz değilse, o zaman hayat da temiz olmaz.

Hayat temiz olmayınca da huzur ve sıhhat ile yaşamak mümkün olmaz.

Şimdi feryat dolu dünyanın bütün ıstırabı bu. Yaşanan her acı hâdisede gördüğümüz gerçek şu:

Merhamet ve şefkat kirliyse vah muhtaçlara!

Dostluklar kirliyse vah tebessümlere!

Duygular kirliyse, vah güzel fikirlere, verimli düşüncelere vah!

Eğitim kirliyse, vah eğitilenlere!

Pek çok satırlar kirliyse, vah sadırlara!

İyilikler kirliyse, vah mahrumlara!

Yollar kirliyse, vah yolculara!

Koltuklar kirliyse, vah oturanlara!

Adalet kirliyse vah mazlumlara!

Silâhlar kirliyse, vah güçsüzlere!

Barışlar kirliyse, vah beyaz bayraklara!

İnsanlık, güçlü olanlarda kirliyse, vah insanlara!

Tabiî ki;

Temizse, ne mutlu!

Bunun için illâ;

Önce temizlik…

Maddî ve mânevî temizlik…

Her şeyde; insanlıkta, şeref ve haysiyette, îmanda, ahlâkta, eğitimde, ilimde, dostluk ve kardeşliklerde, vicdanlarda, merhametlerde, şefkatlerde, güzel hususiyet, haslet ve fazîletlerde, kültür ve geleneklerde, yaklaşım ve alışkanlıklarda önce temizlik…

Özelliğini îmandan alan bir temizlik…

Edepten alan bir temizlik…

Sözde de özde de…

Unutmamalı ki;

Allâh’ın rahmet ve bereket sıfatları, O’nun istediği temizlik neredeyse ancak oradadır. Îman da temizlik neredeyse oradadır, insanlık da.

Yani gerçek temizliğin yolu, semâvîdir, göklerdedir. Bunun için su bile yerde kirlenince göklere kanat açar, oradaki ilâhî filtrelerden geçip de tertemiz bir şekilde ve artık rahmet olarak yeryüzüne döner. Yeryüzünde kirlenen insanın da yapacağı yegâne temizlik hamlesi, ancak bu değil mi?

Ancak bu:

Her gün güneş ile ay, ışık tutup diyor ki;
Yerde yok âb-ı hayât, onu göklerde ara,
Çık çamurlu yerlerden, tertemiz semâlara;
Su gibi tertemiz ol, işte en aziz mevki! (Seyrî)