SOHBETİN FEYZİNİ UNUTTUK

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

İnternetin, bilgisayarın bizi esir alması, televizyon dizileri, açık oturumlar, haberlerde her gün değişen gündemin takibi devamlı birbirine bağıran, bağırarak reyting toplayan gazeteciler, politikacılar ve son şehid haberleri… Nefesimizin kesildiğini hisseder olduk. Bu kargaşa ortamında dînî duygularımızın yoğunlaştığını, duâlarımızın daha içten olduğunu hissederken, duâ edemeyen, etmesini bilmeyen, ibâdetten nasibini almayan insanların içinde bulunduğu ruh hâlini düşünmek bile istemiyorum.

Modern dünyanın insanı yalnızlaştırdığı, sessizleştirdiği, mânevî ölüme terk ettiği yaz sıcaklarında bir kurtuluş yolu ararken «sohbet geleneği»mizin yeniden ihya edilmesinin ihtiyaç hâline geldiğini düşündüm. Büyük salonlarda yapılan, yüzlerce kişinin dinlediği toplantılar nedense bana hep yabancı gelmiştir. Hoşa giden açıklamaların dakikalarca alkışlanması, söze tekrar başlandığında ortamı canlandırmak, alkışları devam ettirmek için biraz daha heyecanlı konuşmak…

Yıllar önce bir 8 Mart gününü hatırlıyorum. Büyük bir salonda, birkaç gazetecinin, avukatın olduğu bir toplantıda konuşmacıydım. Bir parti düzenlediği için salon tıklım tıklım doluydu. Belki de ilk defa siyasî bir partinin düzenlediği bir toplantıda konuşacaktım.

Meşhur bir gazeteci hanım, meşhur bir avukat, üçüncü olarak ben konuşacaktım. Konuya göre konuşmamın içinde mısralar, tanınmış edebiyatçıların bazı güzel sözleri yer alıyordu. Şiire, güzel söze susamış halkımız konuşmamı kesip dakikalarca alkışlıyordu. Kalabalık bir salonda alkışlar beni korkutmuştu;

«Bu alkışlara alışırsam hâlim ne olur?» diye düşünürken;

«Lütfen sözlerimi kesmeyin, konuşmamın bitiminde alkışlayın!» diye rica etmiştim. Aradan yıllar geçti, diğer konuşmacılar daha da meşhur oldular. Oturumların, televizyonların aranan insanı olmuşlardı.

Öğretmen Ayla olarak sınıflara alışıktım. Büyük salonlardan küçük topluluklara dönerek sohbet etmek, düşünmeme; daha fazla okuyarak insanları anlamama sebep olmuştu. Anlatırken göz göze geliyorsunuz, sustuğunuzda, karşınızdakini dinlerken anlamaya çalışıyorsunuz. Sohbet halkaları gelişirken bu mânevî sofradan herkes nasibini alıyor.

«Bu halkaları geliştirmek için; ilim adamı, hoca veya öğretmen olmaya gerek var mı?» diye soracağımız bir soruya;

«Evet!» derken;

«Bu sohbet mekânlarını bularak devam edelim.» derim.

Ayrıca bu ortamları bulamayanlar için, evlerimizde çocuklarımızla, komşularımızla, gençlerimizle, büyüklerimizle bu toplantıları düzenlemek mümkün. Geçtiğimiz takvim yaprakları, gazete kupürleri, okuduğumuz kitaplardan seçeceğimiz bölümler, aynı hikâyeyi, şiiri, romanı okuyarak gelmek, bizler için sohbet konularıdır. Çizdiğimiz bölümler üzerinde durarak, örnekler vererek doğruları hayatımıza yerleştirip, yanlışları da hayatımızdan çıkarabiliriz.

«Konumuz: Temizlik» desek;

«Biraz daha açın!» dersiniz.

«Hayatımızda maddî ve mânevî temizliğe ne kadar önem veriyoruz?» desem;

«Dînî ve dünyevî açıdan örnekler» vererek konuyu açabiliriz.

Çocukken; dedelerimizin, ninelerimizin temizlik konusunda öğüt verirken Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sözlerini de naklederlerdi. Daha dün söylenmiş gibi sözleri kulaklarımızda yankılanır:

“Temizlik îmânın yarısıdır.”

“Allâh’ın kulundan âhirette en önce soracağı soru, kulun da vereceği ilk cevap temizliktir.”

“Namazın anahtarı, temizliktir.”

Maddî temizliğin dışında, mânevî temizlik için de gayret içinde olmamız gerekecektir. Kalbimizi; kinden, kıskançlıktan, gösterişten, cimrilikten, kötü düşüncelerden, alışkanlıklardan… temizleyerek maddî ve mânevî temiz bir yolda ilerlemek görevimiz olmalıdır. Yaptığımız yanlışlar; bilmediğimizden, düşünmediğimizden, araştırmadığımızdan kaynaklanmaktadır.

Camiye namaz kılmaya giderken yola tüküren, elinde tuttuğu kâğıdı yola atan, arabasında biriken çöpü herhangi bir kapının önüne atan insanın, yaptığı hareketlerin günah olduğunu, yanlış hareketlerinin hesabının sorulacağını bilmesi için gayret sarf etmeyen çevresi de sorumludur.

İslâmiyet; kişinin yalnız dünyasını değil, âhiretini de mâmur kılmasını isterken, kişiye bulunduğu konumda sorumluluklar yükler. Yurt sevgisi, yurdun yollarının temiz ve düzgün olmasına bağlıdır. Günlük hayatımıza dönelim, örneklerle düşünmeye çalışalım.

Belediyelerin çöp toplama gününü mahalleli bilir. Sabah kalktığınızda bir gün önce çöpçü geldiği hâlde; bazı apartmanların, evlerin önünde çöp poşetlerini görürüz. Biraz sonra sokak kedileri veya köpekleri, poşetleri didikleyecek yollar kirlenecektir. Görevimiz, bunu yapanların bildirilmesi, karşılığında cezaların da olmasıdır. Bir telefon bile bize zor gelmektedir. Her şeyi belediyeden ve devletten bekleme alışkanlığından kurtulmak zorundayız.

Marketlerin her gün dağıttığı reklâmlar yollara savrulmakta; çocukların ellerinde yedikleri çekirdek kabuklarını yollara atmaları; köpeklerini bir evlât sevgisiyle sokakta dolaştıranların kapı önlerini kirletmesi, kapıcıların apartmanın önünü süpürürken atıklarını yandaki apartmanın önüne bırakmaları… saymakla bitmeyecek yanlışlar…

Peygamber Efendimiz’in ümmetinin söylenenleri uygulayanlar olmadıkça cennete girmeleri mümkün olabilir mi?

“İslâm, gizli ve âşikâr her çeşit kir ve pastan paktır. Ey müslümanlar! Bütün pislik ve ayıplardan temizleniniz… Zira temiz olmayıp kirli ve paslı olanlar nâr-ı cahîme atılıp; yanıp, yıkılıp, kiri ve pası gidip, affa mazhar olmadıkça cennete giremeyeceklerdir.” emrini duymazlıktan gelebilir miyiz? Her hareketimizin sorumluluğunu idrak etmek zorundayız.

Yazın sıcağında yoldaki ağaçların gölgesinde yürüyenlerin; «Oh!» diyerek ettiği duâyı düşünelim. Yollara ağaç dikmeyerek sadece gündelik çiçekleri ekerek vakit geçiren belediyeleri düşünelim.

“Yarın kıyâmet kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz.” emrini duymamış olabilirler mi?

Yemyeşil ormanların çeşitli yolları deneyerek izin alıp villâ kentlere dönüştüğünü, zeytinliklerin yazlıklara dönüştürüldüğünü görenler; yazmayanlar, söylemeyenler, izin verenler Hazret-i Peygamber’in buyruğunu nasıl duymazlıktan gelebilir?

“Bir kimse; yerleri, yurtları, bağları, bahçeleri, köprüleri… velhâsıl herkese yarayacak şeyleri silip süpüren, hayvanları-insanları boğup götüren sellerden korursa âhiret şehidlerinin ecrinin mislini alır.” Ya önlemeyenler, çare düşünmeyenlerin sorumluluğu…

Günlük hayatımızda farkına varmadan yaptığımız yanlışlar var. Sağlıkla ilgili konularda uzmanlar bizi uyarıyor, aynı konuda unuttuğumuz dînî hassâsiyetlerimiz tekrar gündeme geliyor. Sohbetlerimiz bu konuda olmalı.

Ninelerimiz yemek yapınca tencerenin kapağını açık bırakmazlardı; sürahilerin, testilerin, bardakların ağzı temiz örtülerle kapatılırdı. Çevrenize bakınız… Su içeriz, bardağın ağzı açıktır, bir saat sonra aynı bardağı kullanırız. Yemek soğusun diye ağzı açık bırakılır. Eve geldiğimizde elimizin yıkanması gerektiğini, bulaşıcı hastalıklar çıktığında hatırladık. Nasıl el yıkamamız gerektiğini bu yıl reklâmlardan öğrendik. Tehlikeler gelince mi sağlık bilgilerini, İslâmî emirleri hatırlayacağız?

Küçük broşürlerle günlük hayatımızdaki yanlışları madde madde anlatsak, bunları reklâmlarda kullansak, dizilerin içinde versek, topyekûn görgü ve temizlik kurallarının hatırlanması için çareler düşünsek…

4 Haziran 1936 tarih ve 4330 sayılı bir karar o günün gazetesinde yer alır…

“Yollarda yürüyüş intizamı: Belediye encümeninde verilen bir karara göre sokaklarda, caddelerde daima sağdan yürünecek, uymayanlardan ceza alınacak.” deniyor. Aradan geçen yılların içinde değişen ve yanlışlarla dolu hayatımızda kural tanımamak demokrasinin gereği mi?

Bu kargaşanın içinde;

«Ben ne yapabilirim?» sorusunu sorup düşünmemiz gerekiyor. Dînimizin emri olan;

“Hayırlı ümmet olunuz, herkesi hayırla iyiliklere davet ediniz, kötülüklerden, fenalıklardan koruyunuz.” emrine uyarak hayatımıza yön verebiliriz. Çevremize bu emrin ışığında bakarsak doğru yolu buluruz. Evimizin dışında olan her yeri evimiz gibi koruma altına alışkanlığını kazanırsak, hayatımız daha anlamlı olacaktır.