SU VE MEDENİYET

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Bütün canlılar sudan yaratılmış ve hayatlarını su ile idâme ettiriyorlar. İnsanlar; tarih boyunca hep su etrafında yerleşmiş, medeniyetler hep su havzalarında gelişmiş. Sümer, Akad, Âsur ve Bâbil gibi eski Mezopotamya medeniyetleri Fırat ve Dicle nehirleri arasında, eski Mısır medeniyeti Nil’in kenarında kurulmuş. Hintliler için Ganj Nehri çok önemli bir yer tutmuş ve hâlâ tutmakta… Fenike, Kartaca, Yunan ve Roma medeniyetleri de hep Akdeniz havzasında gelişmiştir.

İslâm da; Mezopotamya, Akdeniz çevresi, Mâverâünnehir (Orta Asya’daki Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında kalan, Buhârâ ve Semerkant gibi İslâm medeniyetinin önemli şehirlerinin bulunduğu coğrafya) ve Hindistan gibi su havzalarında medeniyet hâline gelmiştir.

Ancak son derece câlib-i dikkat bir husustur ki İslâm’ın doğduğu yer, çöllerle kaplı ve suyu kıt bir coğrafya olan Arap Yarımadası’dır. İslâm’ın menşei olan Mekke ve toplum hâline geldiği Medine ne bir sahil şehridir, ne de bir nehre sahiptir. Bununla birlikte İslâm prensipleri içerisinde temizlik ve su çok önemli bir yer tutmuş, «temizlik îmânın yarısı» addedilmiş, Cuma ve benzeri günlerde gusledilmesi, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması, temiz giyilmesi, misvak kullanılması ilh. emredilmiştir.

Dînin pratik kısmını anlatan fıkıh kitapları; tahâret/temizlik, temizleyicilik açısından suların özellikleri gibi hususlarla başlar. Îmandan sonra en önemli esas olan beş vakit namazın kılınması; üst-baş ve namaz kılınacak yerin temizlenmesi gibi bir dizi temizliğin gerçekleştirilmesine ve abdest alınmasına bağlıdır. Bu ise, el ve yüz gibi çok kullanılan organların her namaz öncesinde yıkanmasını gerekli kılmaktadır.

Ayrıca cinsî münasebet veya cinsî münasebet olmaksızın vücudun rüya yoluyla bu ihtiyacı karşılaması sonrasında guslün emredilmesi, bütün bedenin yıkanmasını gerekli kılar. Cinsî münasebet ihtiyacı ise, genellikle insanın yaşadığı iklimin sıcaklığıyla doğru orantılıdır. Terlemenin de sıcaklıkla olan irtibatı açıktır. İslâm; cinsî münasebet veya onunla aynı hükmü taşıyan durumlardan sonra guslü emretmekle insanın terlediği nisbette banyo yapmasını sağlamış olmakta, böylece onun maddî temizliğini de dînî ve mânevî bir mes’ûliyete bağlayarak bir anlamda sıhhatini muhafaza altına almaktadır.

Tabiî maddî temizliğe vesile olması, abdest ve guslün emredilmesinin yegâne gerekçesi değildir. Zaten ibâdetlerle ilgili hükümler taabbüdîdir. Yani gerekçeleri akılla tam olarak kavranamaz. Aksine ibâdetler, kulların -gerekçesini kavramayacak olsalar bile- itâat edip etmeyeceklerini test etmek için emredilir. Zira Allâh’a yalnız gerekçesini bildiğimiz hususlarda kulluk edecek olsak gerçekte Allâh’a değil, aklımıza kulluk etmiş olurduk. Öyleyse bizim yukarıda abdest ve guslün teşrîiyle ilgili söylediklerimiz; onların Allah katında malûm asıl gerekçelerini değil, ancak hikmetlerinden birini teşkil edebilir. Nitekim cinsî münasebetin yaşanan iklimin sıcaklığıyla doğru orantılı olması şaşmaz bir kāide değildir. Genellikle geçerli olan bu durumun dışında kalan nice insan vardır. Kezâ maddeten hiç kirli olmadığı hâlde guslü gerektiren bir duruma düşen insanın gusletmesinin gerekliliği de abdest ve guslün -maddî temizliğin önemli bir vesilesi oluşu dışında- bilemediğimiz başka birçok hikmeti olduğunu gösterir. Bu hikmetlerden biri de; -fıkıh diliyle- «hükmî kirlilikten kurtulmak», yani mü’minin kendini temiz hissetmesi olmalıdır. Nitekim suyun bulunmadığı zamanlarda teyemmümün emredilmesi de bunu gösterir.

O hâlde gusül ve abdestin emredilişi, İslâm’da maddî temizliğin yanı sıra mânevî temizliğin ehemmiyetine işaret etmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indirilen ilk emir;

“Oku!” (el-Alak, 96/1), ikinci grupta inen emirlerden biri ise;

“Elbiseni temizle!” (el-Müddessir, 74/4) olmuştur. Bu emir, maddî anlamda elbisenin temizlenmesini gerektirmesinin yanı sıra kinâyî olarak kalp temizliğini de ihtiva etmektedir. Bu sebeple kalp ve gönül temizliği;

“Nefsini temizleyen felâha ermiştir.” (eş-Şems, 91/9) meâlindeki âyeti referans alan İslâm ahlâk ve tasavvufunda çok önemli bir yer tutmuştur. Bunun ilk akla gelen delili büyük İslâm mütefekkiri İmam Gazâlî’nin (ö. 505) «din ilimlerini canlandırma» mânâsına gelen ve dînî ilimlere bambaşka bir derinlik kazandıran İhyâu Ulûmi’d-Dîn adındaki eseridir.

İmam Gazâlî, bu eserinde; şehvet, gıybet, kin, haset, cimrilik, mal ve makam düşkünlüğü, riyâ, kibir, gaflet gibi kötü davranışları (mühlikât: Helâk edici davranışlar) yok etmeyi ve bunların yerine tevbe, sabır, şükür, sıdk, ihlâs gibi iyi hasletleri (münciyât: Kurtarıcı davranışlar) ikāme etmeyi, böylece mânevî arınmayı hedeflemiştir. Elbette bütün bunların temelinde İslâm’ın esası olan tevhid ilkesinin bulunduğunu unutmamalıyız. Kelime-i tevhid de mühlikât ve münciyât içermektedir.

Çünkü;

«Lâ ilâhe: Tapılmaya değer hiçbir varlık yoktur» kısmı şirki, yani mühlikâtın anasının reddidir.

«İllâllah» ise «Allah hariçtir; O, kulluk edilmeye lâyık yegâne varlıktır.» demektir, ki münciyâtın hepsi buna dayanır. Bu esas olmadan yapılan hiçbir hasenat bir şey ifade etmez, yapılmamış hükmünde tutularak kıyâmette tartılmak üzere mîzana konulmaya bile değer görülmez.

“De ki: Size yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? Onlar; iyi işler yaptıklarını sandıkları hâlde dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir ki, biz onlar için kıyâmet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız.” (el-Kehf, 18/103-105) Çünkü kelime-i tevhid ve ona göre bir dünya görüşüne sahip olmak esastır. Bina temelsiz yükseltilemediği gibi münciyât da temelsiz oluşturulamaz. Çünkü putlarla dolu olan gönül kâbesi temizlenmeden başka bir temizlikten bahsedilemez;

Lâyık mı ki hiç Kâbe’ye puthâne desünler?

(Şeyhülislâm Yahyâ)

Tarih boyunca İslâm medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyalarda kurulan şehirler hep camilerin etrafında gelişmiştir. Camiler şadırvan ve hamamları da içine alan büyük külliyelerle birlikte inşa edilmiş, böylece hem maddî hem de mânevî arınmaya hizmet etmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi suyun çok az bulunduğu çöllerle kaplı bir coğrafyada doğmakla birlikte suya ve temizliğe bu kadar önem vermesi, İslâm’ın ilâhî menşeli oluşunun delillerinden biridir.