İTİMAT MI, TEDBİR Mİ? -1-

Ahmet ZİYLAN

Güven duygusu olmasa dünya yaşanılmaz bir yer olurdu. Kimseye arkamızı dönemezdik… Hayatta kalmak, eşimizi-dostumuzu, evimizi-barkımızı, işimizi-gücümüzü, varımızı-yoğumuzu korumak, emniyet altında tutmak endişesiyle sürekli bir dayanak aramak mecburiyetinde kalırdık.

Hayatımız bu kadar zor değilse, bunu insanlara duyduğumuz güvene borçluyuz. Yani insanların doğruluğuna, dürüstlüğüne, temizliğine itimat ediyoruz.

Günlük hayatta böyle de, ya ticarî hayatta «güven»in haddi, hududu nedir? İtimat noktasında ölçü ne olmalı?

Açık hesaplar, hatır çekleri, «bir başkasının üzerine» mülkler, senetsiz-sepetsiz borçlar… Bütün bunlar, güvene dayalı olarak piyasada yaşanan hâller… Fakat doğru mu?

«Bir şey olmaz…» denilebilir fakat, trafik kazası gibi bir kere oldu mu da pişmanlık fayda vermez.

Dînimiz bizim tercihimize bırakmamış; «vâdeli borçları yazın, şahit tutun.» buyuruyor. Kur’ân-ı Kerim’de âyet var…

İtimat ile tedbir, güven ile prensip dengeli bir şekilde yürümeli… Kayıt altına almak, itimatsızlığa yorulmamalı… Lâkaytlık ve dikkatsizlik de güven ortamının icabı diye sunulmamalı…

Ama dengesinde…

Bu meselenin iki zıt ucunu gösteren iki hâtıramı nakledeyim.

Antep’teydim. Bir arkadaşım;

“–Tanıdık bir esnaf var. Bizi yemeğe davet ediyor. Beraber gidelim, yabancı sayılmaz.” dedi.

Ben;

“–Bilmediğim, tanımadığım adamın sofrasına davetsiz gitmek olur mu?..” dedimse de, arkadaşım;

“–Yok yok, çok iyi bir adam, endişe edecek bir şey yok.” dedi biz de itirazı uzatmadık. Gittik.

Gittiğimiz dükkân, ana cadde üzerinde bir halıcı. Oturduk yemek söylendi. Yemeği yedik. Büyük bir mağazanın yazıhanesini düşünün, biz orada oturuyoruz.

Çay faslındayken dükkâna iki müşteri geldi. Müşteriler halıları geziyor. Yaşça da benden büyük olan dükkân sahibi, baktım hiç oralı olmuyor. İlgilenmiyor. Biz de bir şey diyemiyoruz, çünkü misafiriz. Neden sonra müşterilerin yanına gitti;

“–Hoş gelmişsiniz.”

“–Hoş bulduk.”

“–Peşin mi alacaksınız, borca mı yazdıracaksınız?”

“–İcabına göre bakarız. Peşin de alabiliriz, borca da yazdırabiliriz.”

“–Peşin istiyorsanız, sizlerle ilgileneyim. Borca istiyorsanız, siz de yorulmayın. Ben de yorulmayayım. Borca vermem.”

“–Yahu sen ne tuhaf adamsın. Daha bakmadan, baştan…”

“–Baştan diyorum ki yorulmayalım!..”

Müşteriler bu soğuk ilgiye ve ters lâflara öfkelendiler, çekip gittiler. Adam da hiç üzülmedi, yanımıza geldi, oturdu.

Ben dayanamadım, adama dedim ki:

“–Usta, müşteri bu! Bakar, beğenir, düşünür… Hoşuna gider alır, hoşuna gitmezse almaz. Borca isterse, peşin talep edersin, düşünür, belki para getirir alır. Sen müşteriye pek sert davranmış olmadın mı? Yaptığın hareket biraz sert olmadı mı?”

“–Öyle oldu.” dedi.

“–Niye öyle yaptın o zaman?”

“–Niye mi öyle yaptım? Gel sana anlatayım.” dedi ve başladı hikâyesini anlatmaya…

Bir zaman, İstanbul’dan bir tüccar geldi. Benden bir miktar halı aldı. Zamanın parasıyla 30 milyon tuttu. Ödeme mevzuuna gelince;

“–25 milyonu hazır, vereceğim ama beş milyonum eksik kalıyor. İstersen beş milyonluk halıyı çıkarayım, istersen beş milyonu çek veya senetle ödeyeyim.” dedi. Dediği gibi çıkardı 25 milyonu peşin verdi. Tam beş milyonluk kısmı da bırakacaktı ki;

“–Yok, sen gönderirsin.” dedim. Kalbimden; «25 milyonu veren adam, o parayı da verir.» diye geçirdim. Adam gitti, hakikaten günü gelince parayı bekletmeden ödedi.

Üç-beş ay sonra yine geldi. Bu sefer teklifi şöyleydi:

“–Usta, halıları sattık elhamdülillâh. Birkaç kuruş da para kazandık. Artık ben bu işi büyüteceğim. Fakat fazla param yok. 20 milyon peşin vereceğim, 50 milyonluk halı alacağım. 30 milyon lirasını veresiye koyacağım, çek yazacağım. Niyetim bu.

Râzı olursan bakayım, râzı olmazsan hiç konuşmayalım. Param kadar alıp gideyim. Bu arada sana bir teminat teklifim de var. Benim İstanbul Avcılar Firuzköy’de büyük bir depom var. İçinde dünya kadar mal var. Orayı alacağına karşılık sana ipotek edeyim. Sen de rahat çalış, ben de rahat çalışayım.”

Bana orada aşırı bir güven duygusu geldi. Adama şöyle dedim:

“–Biz kırk senelik taciriz. Adamın yüzüne bakınca durumunu, karakterini okuruz. Sen hiç rahatsız olma, al. İpotek vermeye gerek yok. Çek ver, günü gelince ödersin.”

Adamın saydığı şartlar üzerine malı verdik. Üç, beş ay sonra çekler sıkıntısız ödendi. Adam, intibâımızı yalan çıkarmadı. Düşündüğümüz gibi, oldukça dürüst tüccar.

Bir süre sonra yine geldi.

“–Usta çok güzel işler yaptık. 100 milyonluk halı alacağım. Ama 20 milyondan fazla param yok. Daha önceki teklifim geçerli: İstersen sana o depoyu ipotek edeyim.”

“–Yok canım. Geçen sefer de söyledik ya. Biz kırk-elli senelik tüccarız. İnsan sarrafıyız. Adamın yüzüne baktığımız gibi ne olduğunu anlarız.” diye böbürlenerek tekrarladık. Adam 100 milyonluk halıyı aldı, götürdü. Yine günü geldiğinde tıkır tıkır ödedi.

Biz de; «Oh, ne iyi müşteri bulduk!» dedik.

Adam yine geldi. İş büyüyor, rakamlar artıyor:

“–Bu sefer 150 milyonluk alacağım ama para veremeyeceğim.”

“–Canın sağ olsun. Hele gel, otur. Bir şeyler yiyip içelim.”

150 milyonluk, yani günümüz parasıyla 150.000 TL’lik halıyı verdik. Hiç endişemiz yok. Kırk-elli senelik esnafız ya, adamın gözünden okuyoruz ya. Adam gitti. Borcun ödeneceği gün geldi. Fakat ödeme yerine bize bir telefon geldi:

“–Usta, filân kişi sizi aramamı söyledi. Kendisi bir hâdiseden dolayı hapse girdi. Fakat bana tembih etti. «Filân abiye telefon et. Hapiste, kalsam kalsam 15-20 gün kalırım. Çıkınca parayı hesabına öderim. Hiç rahatsız olmasın.» dedi.”

Biz yine işin güzelliğindeyiz:

“–Allah Allah, ne kadar iyi bir müşteri! Endişede bırakmıyor.” Hattâ kalktık İstanbul’a geçmiş olsuna gittik.

Bir çeki ödememiş. İhtilâf çıkmış. İnatlaşma derken, mahkemelik olmuşlar. Hâkim de herhâlde tedbir olarak hapis cezası vermiş. Parasını verince fazla kalmadan hapisten çıkıyor.

Aradan on-on beş gün geçti, yatsı vaktiydi. Bir telefon geldi:

“–Hacı abi, ben hapisten çıktım. Bu gece evde dinleneceğim. Yarın da piyasaya çıkacağım. İnşâallah yarın değilse öbür gün borcumu ödemeye başlayacağım. Benim için ta İstanbullara geldin gittin, her şey için teşekkür ederim, sağ ol, var ol!”

«Eh, iyi adam!» dedik. Yattık rahat rahat.

Sabah kalktık, bir telefon daha:

“–Alacaklı olduğunuz adam kalp krizinden öldü!”

Allah Allah! Bu ne belâ iş. Ne yapacağız şimdi?

Kalktık İstanbul’a gittik, cenaze için. Haber doğru. Gerçekten ölmüş. Rapor var, yer var, her şey var. Cenazede hiçbir şey söyleyemedik tabiî. Eşi-dostu ağlıyor. Dertli adama ne söylenir? İki gün orada kaldık, fakat yapacak bir şey yok, döndük geldik.

Üç-beş gün geçti, bekliyoruz. Nasıl olsa bunun malı-mülkü vardır, vârisleri öderler. Fakat on gün geçti; kimse sesini çıkarmıyor.

Tekrar İstanbul’a gittik ki, iş işten geçmiş. Her şey paylaşılmış, bize hiçbir şey kalmamış. Hâkimliğe müracaat ettik, icrâya başvurduk. Hep avucumuzu yaladık.

Bu hâdise üzerine ben de öfkelendim. Bir karar aldım:

“Üç-beş kuruş sermayem kaldı. Ben de yaşlandım zaten. Başkasına yedireceğime biraz da ben yiyeyim. Öyle adam sarraflığımız filân boş imiş. Artık beni kimse borca mal vermeye ikna edemez.

Üç-beş kuruş kazanmasam bile benim servetim, ömrüm boyunca dostlarla yemeye yeter. Bundan sonra başkasına yedireceğime ben yiyeyim.

Ona-buna değil en çok kendime kızıyorum. Çünkü adam bana deposunu ipotek edecekti.

«Be adam! Niye almıyorsun? Alsan ne kaybedersin? Niye havaya giriyorsun, ben adamı yüzünden, gözünden tanırım, diyorsun, niye işi sağlam tutmuyorsun?»

İşte arkadaş, bu sebeple müşterilerime, daha işin başında soruyorum. Veresiye, taksit, borç vesâire düşünüyorlarsa, gitsinler başka dükkân arasınlar…”

Hikâyesini siz de dinlediniz. Adam haklı görünüyor. Fakat her iki tavır da dengeden uzak…

Ölümlü dünyada sanki tek endişe edilecek şey sahtekârlıkmış gibi; insan sarraflığıyla yetinerek büyük meblâğları, bakkal defteri gibi tutmak, hazır teklif edilmiş tedbirleri elinin tersiyle itmek aşırı güven…

Öbür tarafta da, her veresiye isteyeni dükkândan kovarcasına soğuk muameleye tâbî tutmak da aşırı güvensizlik…

Bir uçtan bir uca savrulmuş adam. Ama ne yapsın, bir daha aynı sıkıntıları yaşamamak için yoğurdu üfleyerek yiyor.

Sevdiğiniz, komşuluk ettiğiniz, alışveriş yaptığınız, aynı işyerinde çalıştığınız insanlara makul, dengeli bir seviyede güven de duymanız gerek… Hem kendi adımıza itimat telkin edeceğiz, hem de güven duyacağız. Samimiyetin, dostluğun, komşuluğun, hemşehrîliğin gereği de bu… Aksi hâlde dediğimiz gibi hayat yaşanmaz hâle gelir, vehimler, vesveseler yüzünden aklımız sürekli kötü ihtimallerle meşgul olur. Anlattığımız halıcının hâlinde olduğu gibi insanlara da soğuk, sert, sevimsiz bir insan olarak görünürüz.

Bir de hem aşırı tedbirciliği, hem aşırı güveni işine geldiği gibi kullanana rastladım. Onu da bir dahaki sayıda anlatalım ve konuyu tamamlayalım.