YEDİ TUĞLANIN HİKÂYESİ…
Sami GÖKSÜN
Mekke-i Mükerreme, Mescid-i Harâm’ın; Medîne-i Münevvere, Mescid-i Nebevî’nin ve Kudüs de Mescid-i Aksâ’nın çevresinde kurulmuş şehirlerdir.
İslâm şehirleri, camiyi merkez alır. Çünkü hayatın merkezinde Allâh’a kulluk vardır. Şehirleşmek, bir cemiyet hâlinde yaşamak da dînin bir telkinidir. Çünkü bu, cemaatle ve mümkünse tek bir merkezde kılınması, ayrıca devlet başkanı yahut onun tayin ettiği imam tarafından kıldırılması esas olan Cuma namazının tabiî neticesidir.
Bu sebeple İslâm şehirleri; Ulu Camii, Câmi-i Kebir adlarında, büyük cemaat kapasiteli, merkezî camilere sahiptir.
Kimi yerde Ulu Cami’dir bu merkezî cami, kimi yerde aynı mânâda Câmi-i Kebir… Şehrin mâneviyat merkezidir orası. Her vakitte cemaati kalabalık, heyecanı yüksektir.
Bu camilerin mâneviyâtının ardında, hâtıralar vardır. Nasıl Kâbe’de Hazret-i Âdem, İbrahim, İsmail, Hâcer -aleyhimüsselâm- ve Peygamber Efendimiz ile ashâbının Mekke yıllarının hâtıraları varsa; nasıl Ravza-i Mutahhara’da her sütun bir başka nebevî hâtırayı gönle düşürüyorsa, aynı izde kurulmuş veya fetihle yeniden inşa edilmiş şehirlerimizin merkezî camileri de benzer yâdigârlara sahiptir ve bu sebeple feyiz ve rûhâniyet menbaıdırlar.
İstanbul’da başta Ebû Eyyûb el-Ensârî olmak üzere mücâhid sahâbîler, Merkez Efendi, Sünbül Efendi, Ebü’l-Vefâ ve Tokâdî Hazretleri, Yahya Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi Hak dostları bu rûhâniyet pınarlarından yalnızca birkaçıdır.
Mâzîde büyük Türk İslâm devlet ve beyliklerine pâyitaht olmuş Bursa, Edirne, Konya ve Kayseri gibi şehirler de böyle yâdigârlarla doludur.
Tâ sahâbe devrinde başlayan, asırlar süren mücadeleden sonra 1071’de Malazgirt zaferiyle perçinlenen İslâm fütühâtıyla Anadolu şehirleri birer birer bu İslâm karakteristiğini kazanmaya başladı.
Malazgirt Meydan Muharebesi’nden iki gün önce düzenlenen müşâvere meclisinde, Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği 360 alperenden ve Horasan erenlerinden bir Türkmen beyi söz almış, harbe başlangıç için, iki gün beklenmesini, maddî-mânevî hazırlık yapılmasını, zemzemle yıkanmış kefen misâli bembeyaz elbiseler hazırlanmasını ve bütün İslâm âleminin kendileri için duâ edeceği Cuma günü, Cuma saatinde hücuma kalkılmasını tavsiye etmişti. Alparslan’ın memnuniyetle kabul edip tatbik edeceği bu teklif, adından anlaşılacağı gibi hem âlim hem de mücâhid bir kumandan olan Dânişmend’e aitti.
Bu mâneviyat ile müyesser olan zaferin ardından, Alparslan’ın emriyle Türk kumandanlar, Anadolu şehirlerine fetih akınları düzenlediler. Dânişmend Gazi, emirleriyle birlikte Sivas-Kayseri bölgesini fethederek, adıyla anılacak beyliği kurdu. (1080)
Anadolu, o yıllarda; bir yandan Bizans, bir yandan Antakya, Urfa, Kudüs taraflarında kontluklar kuran, Anadolu üzerine kanlı emeller ile çullanan Haçlı Seferleri ile mücadele mekânıdır. Kuzeyde Pontus Rum, güneyde Çukurova’da Ermeni Krallığı da müslümanlarla harp hâlindedir. Bu şartlar altında; haçlı, Ermeni ve Bizans’a karşı başarılı zaferler elde eden ve fetihlere imza atan Dânişmend hükümdarlarına, Bağdat’ta bulunan halîfelik tarafından melik unvânı verilmiştir.
Kayseri şehrimizin ilk ve en eski ulu camisini inşa etmek ise, Dânişmend Gazi’nin torununun oğlu Melik Mehmed Gazi’ye nasip oldu. (1134-1143) Melik Mehmed Gazi, uzun muharebe yıllarında harap olmuş Kayseri’de imar faaliyetlerini başlatmıştı.
Kapalı çarşının yanında ve şehrin ortasında yer alan cami, 1396,5 metrekare bir alana sahiptir. Taştan yapılmış 42 adet kemer ayağı üzerine bina edilmiştir. Caminin kıble tarafında, eserin bânîsi Melik Mehmed Gazi’nin türbesi bulunmaktadır.
“Sultan Camii olarak da anılan yapının kesme taş örgülü duvarlarla kuşatılmış dikdörtgen planlı harîmi, mihrap duvarına paralel uzanan beşer kemerli sekiz neften müteşekkildir. Kuzeydeki iki nefin, ayrıca batı duvarı ile buna bitişik olan minarenin, ikinci inşa döneminde (1205) eklendiği tahmin edilmektedir. Minare ile birlikte caminin dış görünümüne hâkim olan pandantifti mihrap önü kubbesini, ikisi mihrap duvarına gömülü, diğer ikisi «L» kesitli dört adet payeye oturan kemerler taşımaktadır. Erken tarihli olduğu anlaşılan şadırvanı taçlandıran aydınlık kubbesi harimde mihrap eksenini vurguladığı gibi avlu geleneğini de yaşatmaktadır. Üçü de son derece sade görünümlü olan girişlerden cümle kapısı kuzey cephesine, diğer ikisi yan cephelere karşılıklı olarak yerleştirilmiş, harim mekânı duvarların üst kesiminde yer alan pencerelerle aydınlatılmıştır. Son onarıma ait olan mihrap, aynı şehirdeki Kölük Camii’nin çini mihrabının taşa işlenmiş bir kopyasıdır. Muhdes olmasına rağmen yapının özgün mimarisiyle bağdaşan bu mihrabın yerinde, XVIII. yüzyılın birinci yarısına tarihlenen Kütahya çinileri ve Avrupa (muhtemelen Venedik) menşeli çinilerle kaplı bir yüzeyin kuşattığı oymalı ahşap bir nişin bulunduğu bilinmektedir, özgün tasarımını kısmen koruyabilmiş olan ahşap minberde taklit kündekârî tekniğiyle imal edilmiş yıldızlar, rozetler, çeşitli nebâtî süsleme unsurları ve âyet kuşakları dikkati çekmektedir.”*
Cami, Dânişmend Devleti tarihten silindikten sonra Selçuklu Devleti’nin dokuzuncu hükümdarı I. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında (1205) emirlerden Muzafferüddin Mahmud bin Bağban tarafından yeniden imar edilmiştir.
1716 tarihinde meydana gelen zelzelede büyük hasar gören, kubbe ve kemerleriyle kolon ve duvarları yıkılan cami, beş sene harap hâlde kaldıktan sonra 1722’de Matbah-ı Âmire Emîri Kayserili Hacı Halil Efendi tarafından eski mimarî şekli yenilenerek imar ve inşa edilmiştir.
1814, 1837, 1856 yıllarında çeşitli bakım ve tamirler görmüş ve 1990 yılında da yeniden büyük çaplı bir onarım geçirmiştir.
Cami, Kayseri halkı tarafından çok itibar görür ve yapılışı hakkında dilden dile menkıbeler aktarılır. Hâlen doğu duvarında şahitleri de duran bir menkıbe şöyledir:
Melik Mehmed Gazi, Câmi-i Kebîr’i yaptırmaya karar verdiğinde, caminin tamamen kendi servetiyle inşa edileceğini, kimseden yardım alınmayacağını ilân eder ve kalfalara bu hususu sıkı sıkı tembih eder.
Cami inşaatı hızla devam ederken çalışanların yemesi için yoğurt lâzım olur. İaşe ile ilgilenen ustaya; «Falan mahallede çok güzel yoğurt yapan bir kadın var…” diye bir tavsiye gelir. Ustabaşı yanına birkaç elemanını alır ve belirtilen mahalleye gidip, o kadıncağızı bulurlar.
İnşaatta çalışan usta ve amele sayısı hayli fazladır ve istenen yoğurdun miktarı da buna göre çoktur. Kadın meraklanır, sorar;
“–Yiğitlerim, ne yapacaksınız bu kadar çok yoğurdu?”
Ustabaşı cevap verir:
“–Bilmez misin, Sultanımız Melik Mehmed Gazi, büyük bir cami yaptırmaktadır. Orada çalışan işçi ve ustalar içindir bu yoğurt.”
Kadıncağız heyecanlanır; evine koşar, elinde bir tuğla ile döner;
“–Mademki cami yapıyorsunuz, o camide bir tuğla da benim olsun… Benim cami yaptırmaya gücüm yok. Fakat bir tuğlayla da olsa katkım bulunsun…” diyerek samimî heyecanını dile getirir.
Ancak ustabaşı, kadıncağızın uzattığı tuğlaya elini bile sürmez:
“–Emirimizin talimatı var. Camiye hiçbir kimsenin yardımı asla kabul edilmeyecektir!”
Kadın; mütevâzı fakat çok içten olan hayrına engel olunmasına üzülür ve içlenir:
“–Madem tuğlamı camiye kabul etmiyorsunuz, ben de size yoğurt vermiyorum!” der ve ustabaşını geri çevirir.
Ustabaşı bir başka yerden yoğurdu bulmuş, olay geçip gitmiştir.
Fakat o gece, hâdiselerden tamamen habersiz olan Melik Mehmed Gazi; rüyasında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür. Efendimiz, rüya âleminde;
«Dün yoğurt istediğiniz kadını çok üzdünüz, gidin özür dileyin, ne verirse de kabul edin.» buyurur.
Emir uyanır uyanmaz derhâl ustabaşını çağırır. Olan-biteni öğrenir. Hemen o kadına gitmesini, özür dilemesini ve ne verirse alıp gelmesini emreder.
Ustabaşı ve yanındakiler derhâl fermanı yerine getirir, aynı kapıya tekrar varırlar. Kapıyı açan kadıncağız;
“Peygamber Efendimiz teşrif edip emretmese gelmeyecektiniz!” der. Ustabaşı ve adamları hayretler içinde kalır. Kadıncağız demek ki mâneviyâtı yüksek, sâlihât-ı nisvandan, duâsı makbul bir Allah dostudur.
“–Dün alsaydınız bir tuğla verecektim, bugün yedi tuğla vereceğim. Bunları kabul ederseniz yoğurdu vereceğim, yoksa yine vermeyeceğim.” der.
Ustabaşı boynu eğik;
“–Yedi tuğla değil daha fazla da versen alacağız. Emir böyle!” der. Yedi tuğlayı ve yoğurtları alıp inşaata gelirler. Tuğlaları caminin doğu duvarına yerleştirirler.
İhlâs ve samimiyetle yapılan az bir amelin de büyük bir makbûliyet sırrına nâil olduğunun nişânesi ve Peygamberî bir hâtıra olarak o tuğlalar hâlâ aynı yerde muhafaza edilmektedir. O bölgede namaz kılanlar, daha bir feyiz ve rûhâniyet hissettiklerini dile getirmektedir.
Halk arasında Câmi-i Kebir hakkında başka inanışlar da dilden dile aktarılır. Câmi-i Kebir’de kılınan namazda, Kâbe’de edâ edilmiş gibi bir feyiz olduğunu söylerler… Yapıldığı günden beri, camide Allâh’ın velî kullarının hiç eksik olmadığına inanılır.
Bunu duyan bir kişi, öğle namazının sünnetini kılmış, farzı beklerken;
“«Câmi-i Kebir’de evliyâullah eksik olmaz.» diyorlar, acaba şu anda da var mı?” diye kalbinden geçirir. Tam bu esnada arkadan biri, omzu hizasına eğilerek;
“Bulunduğun safta üç, öndeki safta dört tane var.” der ve çekiliverir. Adam o an, yaşadığı fevkalâdeliği fark edemez. Kāmet getirilir, namaza durulur, farz biter, son sünnet kılınır, camiden çıkarken merdivenlerde, o sözü hatırlar;
«Ben kimseye ne düşündüğümü söylemedim ki!»
Koşar, namaz kıldığı yerlere bakar. Fakat nâfile… O adamı bulamaz. Buna benzer hâdiseler Câmi-i Kebir’de zaman zaman yaşanır.
Bu feyiz; tâ Ahmed Yesevî dergâhından el öpüp yola çıkan kutlu alperenlerin, nurlu dervişlerin hâlâ devam eden rûhâniyetidir.
Cenâb-ı Hak, şehid kanları ve velî zâtların gözyaşlarıyla yoğrulan ve müslüman olan bu yurdu, ecdadına lâyık evlâtlardan mahrum eylemesin.
Âmîn…
____________
* TDV İslâm Ansiklopedisi, «Danişmendliler», c. 8.