BİR FİLM, BİR YORUM, BİR ÖZDEĞERLENDİRME

Aynur TUTKUN aytutkun@gmail.com

«Beklentiler algıları belirler.» derler. İnsanın ne beklediğine bağlı olarak bir olay, bir kişi ya da bir yer hakkındaki algıları farklılık gösterebilir. «Fetih 1453» hakkındaki yorumlar da bu gerçekten nasibini almış görünüyor. Kimileri filmi çok beğenirken kimileri de çok sert eleştirilerde bulunuyorlar.

Zihnimde bir «Çağrı» filmi gibidir, beklentisiyle gittiğim filmde bazı yönlerini güzel bulmakla beraber ben de aradığımı bulamamış olmanın hüznünü yaşadım.

On bir yaşındaki oğlum;

“Dâhî Fatih gibi olmamış anne!” dedi, kendi yaşına uygun okuduğu kitaplardan örnekler göstererek.

Kızım, film esnasında Akşemseddin rolünü oynayan figüranı görünce yüzünü kapattı;

“Çok sevimsiz bir dede, ağzındaki tükürüklerini bile toplayamıyor.” dedi.

Diğer oğlum dövüş sahnelerini beğenmekle birlikte;

“Havan topları neredeydi, Şâhî topunun mimarı Fatih değil miydi?” dedi. Benim de en büyük eleştirim Ulubatlı Hasan’a revâ görülen nikâhsız birliktelik idi. Tarihçilerin böyle biri olup olmadığına dair eleştirileri bir yana, eğer böyle biri var idiyse de nikâhsız birliktelik kuracak seviyede biri olmamalıydı bu kişi. Fatih’in hanımı Gülbahar Hatun’un dekolte kıyafeti de gözleri tırmalayan bir başka kareydi.

Hazret-i Peygamber’in fethi müjdeleyen hadîsiyle ve baba Sultan II. Murad’ın doğumu beklerken Fetih Sûresi’ni okumasıyla başlayan film; sonraları Fatih’in intikam için hırs ve öfkeyle hareket ettiği ve Ulubatlı Hasan’ın aşkını ve kahramanlığını konu edinen bir savaş filmine dönüşüverdi. Hâlbuki Fatih’in ilmi, zekâsı ve edebi ön plânda olmalıydı. Savaş sahnelerinde kulaklarım mehter müziği aradı hep!

Askerlerin «Allah!.. Allah!..» nidâları yerine «ıııhh»lamaları çok basit kalmıştı. Ulubatlı’nın kendi askerlerine olan haşin davranışı, Fatih’in istişâreye önem vermeden aldığı şahsî kararları olmamalıydı. Fetihten önceki gece, Ulubatlı Hasan’ın nikâhsız beraberliği çok rahatsız ediciydi. Bir nikâh sahnesi koymak elbette zor değildi, fakat bu bir zihniyet meselesiydi.

Fetih sabahı kılınan sabah namazı ise gerçekten güzeldi!

Filmin teknik yönünü eleştirebilecek bir film eleştirmeni değilim; fakat en azından adaletiyle, dindarlığıyla ve kahramanlığıyla tanınan Osmanlı’nın sıradan bir torunu olarak bu filmi çok ruhsuz buldum. Sanki verilmek istenen mesaj şuydu:

“Bizim gerçekten bir çağ açıp bir çağ kapayan kahraman cedlerimiz vardı, fakat onlar o kadar da dindar değillerdi!”

Yönetmen Faruk AKSOY’un bundan önceki filmleri göz önünde bulundurulduğunda ondan daha başkasını beklemek elbetteki hayalî olurdu. «İzlensin de!» kaygısıyla yapılmış Hollywood standartlarında bir film olmuş sadece. Filmin tarih danışmanı Prof. Feridun EMECEN de «google»da araştırıldığında görülecektir ki, ondan da daha başkası beklenemezdi!

Bir filmin birebir tarihin aynısı olması beklenemez elbette. Fakat var olan gerçeklerle çatışması da kabul edilebilir değildir.

Tüm eleştirilere rağmen üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan bu film, çöpe atılacak bir film de değildir! Daha iyilerinin yapılması için de bu bir başlangıç olarak görülmelidir.

Eskiden ekonomik sıkıntılardan yakınırdık;

“Ah bir paramız olsa!” derdik. Bugün artık bu bahanemizin olmadığını hepimiz biliyoruz. Ekonomik olarak gerçekten ne kadar güçlü olduğumuzu (maalesef) yaptığımız israflardan görebiliyoruz! Büyük büyük şirketlerimiz, çok paralar kazanan tüccarlarımız var. Dünyalık kaygıyla değil; vatanına, milletine, dînine hizmet etme kaygısıyla hareket edecek işinin ehli yönetmenlere ihtiyaç vardır. Ve bu yönetmenlere maddî destek sağlayacak hem eli hem de kalbi zengin müslümanlara.

Çekilen filmlerde yönetmen Mustafa AKKAD’ın «Çağrı» filmi gibi bir etki olsun istiyorsak, onun gibi yönetmenleri yetiştiremediğimiz için hayıflanmalıyız. Çok sakıncalı olarak gördüğümüz bu sahayı, ne kadar boş bıraktığımızı herhâlde bir kere daha anlamışızdır. Hollywood kalitesinde çok büyük kitlelerce izlenebilecek filmler; bugün kitap okumayan, araştırmayan, seminer-konferans takip etmeyen kitlelere de çok şeyler verebilecek araçlardır. Tiyatro ve sinema en çok boş bıraktığımız alanlardır. Kendi kültürümüzü, ahlâkımızı ve tarihimizi yansıtmayan onlarca film ve dizi çekilmekte; bu diziler ve filmler milyonlarca halkı etkilemektedir. İşin bir acı tarafı da bu filmler diğer müslüman ülkelere de pazarlanmaktadır.

Amerika’da yaşayan Suriye asıllı yönetmen Mustafa AKKAD, o zamanlar yabancıların İslâm’ı tanıtacak bir film çekeceklerini duyar. «Bu filmi bir müslümanın çekmesi gerekir.» diyerek hâlisâne niyetinin peşine düşer. Suûdî Arabistan hükûmeti filme sponsor olmayı kabul eder, fakat sonraları Hazret-i Hamza rolünde oynayacak kişinin Antony QUINN olduğunu öğrenince filmin çekimleri yarıda kalır. Daha sonra Mustafa AKKAD Libya hükûmetinin sponsorluğuyla filmi tamamlar. Elde edilen gelirlerin bir kısmının hayır kurumlarına verildiği de söylentiler arasındadır. 2005 yılında Ürdün’de düzenlenen bombalı saldırıda ölen başarılı yönetmenin İstanbul’un fethiyle alâkalı da bir projesi vardı fakat bunu gerçekleştirmek mümkün olmamıştır.

Kaçıncı defa olursa olsun her seyredişimizde aynı duyguları yaşatan bu filmin yönetmeninin hem meslekî kabiliyeti hem niyeti ve hem de tarih danışmanları bu filmi kaliteli yapan unsurlardır. Ve günümüzde bu kalitede ve niyette çekilecek filmlere ve dizilere şiddetle ihtiyaç vardır. Yoksa boş bıraktığımız alanları kendi anlayışınca doldurmaya çalışanlara kızmaya hakkımız yoktur!