Hicaz Hâtıraları-1 NEFİS, HİRA’YA ÇIKAR MI?

Turhan ATEŞCİ atesci_turhan@hotmail.com

1990-91 öğretim yılının ilk aylarıydı. Ankara’da Özel Muradiye Kız Okullarında yönetici olarak görev yapıyorum. Bir sabah, içimde tatlı bir bahar meltemiyle uyandım. Hârika bir rüya görmüştüm. Rüyamda uçuyordum. Daha güzeli, sonunda süzülerek indiğim yer Harem-i Şerif’ti, Kâbe’nin yanı başıydı. Bu açık bir işaret, hattâ davet diye düşündüm. Mukaddes yolculuk; her müslüman gibi benim de en büyük arzum, en büyük hayalimdi elbette. Fakat şartlar, imkânlar ve büyüklerimizden gördüklerimiz gereği bu güzel hayali; emekli olduktan sonra, emekli ikramiyesiyle gerçekleşecek bir proje olarak zihnimin uzak bir köşesine yerleştirmiştim.

Vakıf merkezine uğradığım bir gün, rüyamı Rıza ÇÖLLÜOĞLU Hocamla paylaştım.

Hoca Efendi şöyle dedi:

“–Yahu ne duruyorsun. Hazır daveti almışsın. Hemen harekete geç.”

“–Hocam en ucuz umre 750 dolar. Benim birikmiş yüz dolarım bile yok.”

“–Şimdi hesap sırası değil. Borç al, taksit yap. Bak bizim Hacı Osman; Şubat tatilinde umre düzenliyor, zaman da uygun…”

Akşam, hanımla paylaştım konuyu. Tepkisi ne oldu dersiniz? Evet tahmin ettiğiniz gibi:

“–Ben de…” Israr üzerine ısrar. Hiç kurtuluşu yok. Borç iki katına çıkacak…

İki katlı dev yolcu uçağına binerken içimdeki sıkıntı da, heyecan da arttıkça artıyor. Sıkıntım, tedirginliğim ciddî bir kaygıya dayanıyor:

Kâbe kesme taştan örülmüş, bildiğimiz dört duvar. Gidip gelenler öyle bir anlatıyorlar ki:

“Ah canım Kâbe, insanı nasıl cezbediyor, Rabbim nasip etse de bir daha görsem…” Bu sözler bana insanların birbirinden duyarak tekrarladıkları öğrenilmiş, taklit replikler gibi gelmiştir hep. Gerçekten herkes etkileniyor mu?

Buna inanmakta zorlanıyorum. Tamam Kâbe bu. Dünyanın merkezi. Beytullah. Allâh’a yaklaşmada zirve nokta. Fakat taştan dört duvar. Ya ben etkilenmezsem, hiçbir şey hissetmezsem…

Heyecanım ise, on dört asır evvelden, Efendimiz -aleyhisselâm-’dan kalan hâtıralarla karşılaşacak olmaktan kaynaklanıyor. Mekke’de, Medine’de; yaşadığı evler, kullandığı eşyalar, bulunduğu mekânlardan kim bilir neler göreceğiz. Yıllardır okuduğumuz, dinlediğimiz siyer-i nebîden ne renkler, kokular, hisler devşireceğiz…

Ankara-İstanbul arası otobüs yolculuğu, hava alanında uzun bekleyiş, ilk uçak yolculuğu tecrübesi; derken Cidde Havaalanı’ndaki külfetli formalitelerin yorduğu bedenim, Mekke’ye kadarki otobüs yolculuğunda uykuya teslim oldu.

Hanımın ısrarlı seslenmeleri sonucu uyandığımda; otobüsümüz durmuş, eşyalar indiriliyordu. Vakit gece yarısıydı. Niyetimiz birkaç saat dinlenip, guslederek birlikte Harem-i Şerîf’e gitmekti. Fakat o da ne? Valizler otele değil boş bir arsaya iniyor! Meğer Osman Bey önceden otel kiralamamış;

“–Siz biraz bekleyin, ben hemen bir otel bulayım.” demez mi?

Hacı sabır! O sırada eşi telâşla seslendi:

“–Osman Bey, bizim bavullar yok. Hepsi Cidde Havaalanı’nda kalmış…” Osman Bey nereye koşsun?

Hacı sabır…

Bu mübârek yerlere geliş ve gidişlerin bir imtihan boyutu mutlaka oluyordu. Hâlık’ın misafirine düşen sabrın güzelliğiydi.

Yirmi beş kişilik kafilemiz uygun yerlere çökmüş bekleşirken, vakfımızın Çubuk Şube Başkanı Hüseyin Amca seslendi:

“–Hoca bak Harem-i Şerif buradan görünüyor. O tarafa döndüm. İşte bire yüz bin veren muzzam Mescid-i Haram karşımdaydı. Binalar arasına sıkışmış hâline ise üzüldüm. Hayalimde geniş bir meydanda, mânevî heybetiyle daha bir tenâsüp içinde idi. Ecdadımız, Kâbe’den yüksek binaya izin vermeyerek bu hassasiyeti göstermişti.

Sabah namazını otelde kıldık. Ekibin toparlanıp Harem-i Şerîf’e hareketi kuşluk vaktini buldu. Yaklaşırken bir taraftan Kâbe’yi ilk gördüğümde yapmayı tasarladığım duâyı unutmamaya çalışıyor; diğer taraftan da kalbimin, gönlümün ilk tepkisini merakla bekliyorum.

O an, o manzara, hislerim… Aradan geçen yirmi yıla rağmen taptaze. O heybet, o mıknatısa tutulma duygusu, içimin dolması ve yanaklarıma süzülen gözyaşları…

«Elhamdülillâh, elhamdülillâh. Sana sonsuz şükürler olsun Rabbim. Bu hazzı, bu hissiyatı lutfettin. Kâbe’yi îmânıma şahit kıldın.»

Ertesi gün tavafta erkek lisemizden bir grup öğrenciyle karşılaştık. Tavaftan sonra birlikte Altınoluk’un karşısına doğru yürürken bu sefer karşımıza Rıza ÇÖLLÜOĞLU Hocamız çıktı. Çok sevindik. Hemen karşısına diz çöktük. O günkü nasihati hâlâ kulaklarımdadır:

“Bakın gençler, Beytullah öyle kıymetli bir yerdir ki, Hazret-i Âdem’den beri bütün peygamberler, evliyâullah buraya gelmek için can atmışlardır. Allah size genç yaşınızda bu ziyareti lutfetti. Çok şükredin. Burada çok farklı kıyafetler, hareketler, tavırlar göreceksiniz. Bunlara takılmayın. Bol bol tavaf edin. Tavaf nedir biliyor musunuz?..”

Dikkatle dinliyorduk…

“Hani bir zât size bir ömür iyilik eder. Fakat siz kıymetini bilmez, gerekli saygıyı göstermezsiniz. Sonra bir gün aklınız başınıza gelir, gidip özür dilersiniz. Fakat o, yüzünü başka tarafa çevirir. O tarafa gidersiniz diğer tarafa çevirir. Başlarsınız etrafında dönmeye. İşte Beytullâh’ın etrafında böyle döne döne Allah’tan af dileyin. Rızâsını dileyin…”

Günlerimiz tavaf, namaz, Kur’ân tilâveti ağırlıklı olarak dolu dolu geçiyordu. Ne var ki bir şantiye görünümündeki Mekke’de, Efendimiz -aleyhisselâm- ile ilgili görmeyi hayal ettiğim orijinal hiçbir şey bulamamanın hayal kırıklığını yaşıyordum. Tâ ki Mina’ya çıkıncaya kadar.

Arafat ziyareti dönüşünde Hira Mağarası’na çıkıp çıkmama konusu gündeme geldi. Kafilemizde hanımlar ve yaşlılar çoktu. Onların çıkmak istemeyebileceği konuşuluyordu. Fakat aşka bakın ki bir tane bile fire olmadı. Tırmanmaya başladık. Nur Dağı; çok dik, yolu olmayan, oldukça yüksek bir dağ. Zirveye yakın bölümlerde tehlikeli geçitler var.

Burası Allâh’ın elçisinin, risâletten önce sık sık gelip; uzlete çekildiği, tefekküre daldığı, nübüvvete hazırlandığı yer. Cebrâil -aleyhisselâm- ile ilk karşılaştığı, ilk vahyi aldığı mübârek mekân. İşte orayı görmenin aşkı, heyecanı ile tırmanıyoruz yokuşu. Hazret-i Hatice Vâlidemiz; o Kureyş’in asil, nâzenin, zengin kadını… Sevgili eşine tek başına azık taşıyor bu ıssız dağ başına. Hem de emrinde birçok hizmetkârı varken. Sonra onu Rabbi ile baş başa bırakmak için dönüyor Mekke’ye, gözü arkada… Hattâ bir seferinde kıyamıyor o sevgiliyi bırakmaya. Yanından ayrıldıktan sonra saklanıyor bir kayanın arkasına ve orada geçiriyor geceyi. Bu dağ başında, uçurumların kenarında; türlü vahşî hayvan tehlikesine ve kötü niyetlilere karşı siper oluyor el-Emîn’ine. Ertesi gün Cebrâil -aleyhisselâm- gelip haber veriyor durumu Efendimiz’e.

Bu düşüncelerle vardık baş döndüren zirveye. Ve mağaraya ulaşmak için biraz aşağı inip tek sıra hâlinde yürümeye başladık. Mağaraya varmadan biraz önce iki kayanın arasından daracık bir geçide girdim. Kayalara sürtünerek geçerken birden cereyana kapılmışçasına titremeye ve ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra, tatlı tatlı ağlıyordum. Aradığımı bulmuştum. İşte Efendimiz de bu kayalara sürtünerek geçmişti buradan. Hem de defalarca. Bir yakınlık duygusu bedenimi, rûhumu sarmış, beni kuşatmıştı. Fakat o anda birisi pişmiş aşa bir sürahi su boca etti. Bu nefsimdi:

“–Bak.” diyordu. “Senden başka ağlayabilen var mı? Sen bunların hepsinden üstünsün.” Şok olmuştum. Demek nefis, Hira’da bile yapacağını yapıyordu. Demek ki onu ıslah etmeden insana âgûş-i Peygamberî’de bile rahat yoktu.