PEYGAMBER NİMETİ…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Biz müslümanlar; Kutlu Doğum Haftası’nı vesile ederek Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anmayı daha da artırıp, O’nun hakkında daha fazla bilgilenmeye ve elimizden geldiğince O’na lâyık bir ümmet olmaya gayret ediyoruz. Gayretimiz eksik olsa da; O’nun, ümmetine olan şefkatini ve içimizdeki Peygamber sevgisini hatırlayarak umudumuzu tazeliyoruz.

Ancak Peygamberimiz’i neden sevdiğimizin farkında mıyız? Eğer farkındaysak bile, doğru olarak anlatabiliyor muyuz?

Bugün dünyada yığınla insan var ki peygamberlerin değerinden gafil ve bizim Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i niçin bu kadar sevdiğimizi anlamıyor. Hattâ dünyada birçok fikir akımı; «insanoğlunun vahye ve peygambere ihtiyacı var mı?» diye tartışmaya kalkıyor.

Meselâ deistler;

“Kâinatı yaratan bir zekânın varlığını kabul ediyoruz ama peygamberleri ve mukaddes kitapları kabul etmiyoruz.” diyorlar.

Sokrat, Eflâtun, Aristo’dan, Konfüçyüs’e Budha’ya kadar birtakım düşünürleri örnek göstererek;

“İnsanoğlu aklıyla da ahlâkî değerler ortaya koyabilir. Vahye ne gerek var?”

Yahut;

“Semâvî dinler peygamberlere îman etmeyi neden mecbur tutuyor?” diye itiraz edenler var.

Elbette bunu söyleyenler, salt akıl yolunu tutarak ahlâkî nihilizme savrulanları açıklayamıyor. Hem, ellerinde peygamberlerin hiç mevcut olmadığı bir insanlık tarihi örneği var mı ki; peygambersiz bir dünyanın da olabileceğinden bu kadar emin olabiliyorlar? Peygamberlerin getirdiği hikmetin kalıntılarından ahlâk okulları kurmuş olan filozoflara bakarak, insan aklı ve vicdanı yeterli demek ne kadar doğru?

Filozofların ve toplum liderlerinin çoğu zaman içinde yaşadıkları toplumun emzirdiği, beslediği, ortaya çıkardığı ürünler olduğu; doğuda yetişen bir düşünürün doğu kültürüne göre, batıda yetişen bir filozofun da batı kültürüne göre farklı değerlere ulaştıkları, içinde yetişmiş oldukları toplumun değerleri doğrultusunda fikir ürettikleri açıkça görülüyor.

İşin doğrusu peygamberlerin ışığından tamamen mahrum bir insan toplumu yok denecek kadar az olduğu için, yeterince gözlem yapmak mümkün değil. Ancak bu az sayıdaki örneğin yamyamlıktan tutun, tabiat varlıklarına insan kurban etmeye kadar her türlü sapkınlığa savrulabildiklerini görünce peygamberlerin değeri anlaşılıyor. Buradan hareketle şu hükme varabiliriz:

Eğer peygamberler olmasaydı, insanoğlunun vahşîleşip gitmesinin önüne geçilemezdi.

İslam medeniyeti diye bir şey var mıdır, yok mudur tartışmasını yapanlar, sadece şunu hatırlasa yetmez mi:

“Medeniyetin temeli olan hukuk kuralları ilk toplumlardan bu yana hep dîne dayalı olmuştur.” Henüz hukukî düzeni olmayan bir toplum nasıl medenî olabilir?

Hem peygamberler insanoğluna kendi değerini haber vermiş olmasaydı, insanlar kendilerinde böyle bir gücü ve değeri hissedebilirler miydi?

İnsanoğluna vahiy inip;

“Sen tabiatüstü bir varlıksın. Dünyada bir misafirsin. Dünyada Rabbinin halîfesi olma göreviyle imtihandan geçirilmektesin. Yaratıcının ruh nefhettiği güzîde bir canlı olarak bunu yapmaya kabiliyetlisin.” denilmiş olmasaydı, bunu kendiliğinden düşünür müydü?

İnsanın Allah tarafından özene bezene yaratıldığını, ruh nefhedildiğini, kendisine isimlerin öğretildiğini haber verenler, yalnızca peygamberler… Hattâ peygamberler, ilk yaratılan insana bütün meleklerin secde etmekle emrolunduğunu bildiriyorlar.

Peygamberlerin ışığından mahrum milletlerin mitolojisine baktığımızda, çoğu zaman insanı bir hayvan türü gibi gördüğünü anlıyoruz. Yunanlılara göre yaratıcı; kürkleri, diş ve pençe gibi silâhları hayvanlara dağıtır, sıra insana geldiğinde elinde bir şey kalmadığını görünce ısınsın diye ateşi verir.

Hindistanlıların efsânesine göre de insanın yaratılışının hayvanlardan farkı yoktur. Yani çoğu mitolojiye göre insanın bir değeri yok.

Hattâ Japonlara göre önce devlet yaratılmış, sonra ona hizmet etsin diye insan yaratılmış. Genellikle de insanı yaratma işi, ikinci derecede ilâhlara hattâ büyük ilâhın düşmanı olan şeytanî ruhlara ait olarak görülmüş.

Filozoflara gelince, onlar da toplumlarının düşüncelerinden etkilenmişler. Uzak Doğulular, güyâ «ilâhî varlığı tenzih edeceğiz» derken, onu gaye güderek yaratmaktan da tenzih etmeye kalkmışlar. Elbette bunu söylerken; insanın da kâinatın da gayesizce, öylesine kendiliğinden yaratılıp ortaya atıldığını söylemeye kalkışmışlar.

Aristo güyâ aklıyla bir yaratıcının varlığına ulaşmış ama onu;

«Kendi yüceliğiyle mağrur, yarattığı varlıkların zavallılığına aldırmayan, yarattıklarıyla ilişki kurmayan bir mükemmellik zirvesi» olarak tahayyül etmiş. Bu durumda da insanın yeryüzünde sahipsiz olduğu gibi bir noktaya ulaşmış.

İnsanlık tarihinde yalnızca peygamberler, Allâh’ın insanoğluyla ilgilendiğini söylemişler. İnsanın sahip olduğu kabiliyetleri geliştirirse yücelebileceğini anlatmışlar. Ve en önemlisi;

«Yaratıcısının; insanoğlunun terbiyesine ve yücelmesine ilgi gösterdiğini» söylemişler.

Peygamberler;

“Yaratıcınız size, benim vasıtamla haber gönderdi.” dediğinde, ona ancak birtakım aracılar vasıtasıyla duâ edebileceğini zanneden putperestler bu işe çok şaşırmışlar. Öyle ya, bu kadar zamandır, meleklerin sembolü olduklarını kabul ederek tapındıkları putlar vesilesiyle Yaratıcı’ya seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar. Oysa bir peygamber geliyor ve Rablerinin insanoğlunu muhatap aldığını söylüyor!

Hazret-i Nûh’a, Hazret-i Sâlih’e, Hazret-i Şuayb’a, Hazret-i Musa’ya ve nihayet Peygamberimiz’e yapılan itirazın konusu hep aynı:

“Allah bize mesaj ulaştırmak isteseydi, böyle sizin gibi birini göndermez, melâike indirirdi.” (el-Mü’minûn, 23)

İnsanoğlunun Allâh’ın elçisi olarak seçilebileceğine ihtimal vermemenin sebebi hep aynı; insanın kendi işlediği çirkinliklere bakarak, kendisini böyle bir değere lâyık görmemesi…

Aslında bunda şaşılacak bir şey yok; gerçekten de insanlar arasında öyleleri var ki; «hayvanlar gibi, hattâ hayvanlardan da daha sapkın.» Bu durum, insanın kendisine olan güvenini kökten sarsmaktadır; insandan hiç peygamber olur mu?

Modern insanın kafa karışıklığının sebebi de, tarihteki diğer toplumların fertlerin iç karmaşasından farklı değildir.

Bilim, insana «sen evrimleşmiş bir hayvana benziyorsun ama oldukça da garipsin, anlaşılmazsın.» derken; felsefe, çelişkili pek çok şeyle kafasını karıştırırken; sanat, edebiyat ve mistisizm ise çok daha ileri gidip, bunu asla bilemeyeceğini îmâ ederken; günlük hayatın bitip tükenmez koşuşturması onu sürekli tüketirken… Ona; «kim olduğunu», gayesini, idealini, yolunu, ilkelerini… apaçık söyleyecek kimse yok mudur?

İnsanoğlunun peygambere olan ihtiyacı; istek, duygu ve düşüncelerini yoğunlaştırıp düzenleyecek kendine ait amaçlarının olmamasından kaynaklanır. Daha doğrusu insanda pek çok istek, duygu ve düşünce karmaşa hâlindedir ve birçoğumuz bunları hangi amaçla ve nasıl düzenleyeceğimizi bilmeyiz.

Kalpte bir inanç ve amaç varsa; tüm duygular, düşünceler, yetenekler bu amaca hizmet edecek şekilde düzenlenir, organize olur. Yoksa, kalp; birbiriyle çekişen duyguların ve düşüncelerin arasında kaos, huzursuzluk ve suçluluk duygusu içinde bocalar.

İşte peygamber, içimizde belli belirsiz hissettiğimiz ama dış görünüşümüze ve zavallılığımıza bakınca yeterince inanamadığımız o vasfı; «özel ve rûhânî bir varlık olduğumuz sezgisi»ni, inanç hâline getirir.

Peygamber bize;

“Sen yeryüzü toprağına atılmış bir tohumsun. Yeşerip ana vatanına doğru boy atmalısın. Bunu yapabilirsin.” deyince, dünya görüşümüzü sağa-sola çekiştiren tüm etkiler bizden el çeker, içimiz bu amacın yaratılışımıza uygunluğuna olan güvenle dolar.

Bir başka deyişle peygamber; «her insanın kendisine biçmek istediği ama bir türlü cesaret edemediği değeri biçen kimsedir.» Peygamberlerin bizlere yaptığı rehberlik sayesinde ne yapacağımızı bilemez hâlde dikilip kalmaktan kurtulur, hedefimize yöneliriz.

Genel bir kabule göre, insanların çoğu; harekete geçmek, problemlerini çözmek, değişmek gibi konularda motivasyona muhtaç ve kararsız hâldedir.

Bununla birlikte insanlara rehberlik etmek zordur; çünkü insanların çoğu hem güdülmeye ihtiyaç duyarlar, hem de kendilerine ne yapmaları gerektiğini söyleyenlere direnç gösterirler.

İnsanların sadece karar vermelerine yardım ederek lider olamazsınız, aynı zamanda onları gayrete getirmelisiniz.

Peygamber sadece;

“Sen bir boşlukta savrulup giden bir hiç değilsin, senin bir yolun, bir gayen var.» demekle bırakmaz, yol boyunca kılavuzluk ve arkadaşlık eder. Zorluklar karşısında yılgınlığa düşecek olursak; «Sen her an sınanan ve puanlar kazanan birisin. Seni bir izleyen ve takdir eden var.» diyerek şevk verir. Yoldan sapacak olursak, ceza ile korkutur, tövbeye çağırır, şefâat ile arabuluculuk yapar. Amaca uygun olmayan meşgalelere daldığımız zaman, öğütleriyle ikaz eder. Unuttuğumuz vazifeyi hatırlatır, görevimizi ciddîye almamızı telkin eder.

Kısacası o; sadece yolumuzu aydınlatmaz, yol boyunca şevkimizi ve azmimizi harekete geçirir.

İnsanoğlunun bugünkü sefil hâlinden kurtulup tekrar yüksek derecelere yücelmesi ise ancak peygamberlerin rehberliğine yeniden îman etmekle olacaktır. Bu sebeple Kutlu Doğum haftalarında hep aynı basmakalıp sözleri tekrarlamayı bırakıp, peygamberlerin hayatımızdaki gerçek yerini göstermemiz gerekmektedir.