MİSAFİRLİK FIKHI
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
TATLI BİR HAYIFLANMA
İlk nesil âlimlerimizden bir zât şöyle hayıflanırmış:
“Ben Kur’ân-ı Kerim’deki bütün emirleri yerine getirdim. Sadece bir âyetin emrini yerine getiremedim!”
Nedir o emir?
Biraz geriden alarak anlatmak lâzım:
Cenâb-ı Allah, mü’minlerin birbirlerinin evine gittiği zaman uymaları gereken usûl ve âdâbı tarif ederek şöyle buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin! Bu sizin için en hayırlı olandır; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız.
•Orada hiçbir kimse bulamadıysanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin!
•Eğer size;
«–Geri dönün!» denilirse, hemen dönün!
Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir.” (en-Nûr, 27-28)
İşte bu zât, bu üçüncü tâlimâtı hiç yaşayamamış. Ziyaretine gittiği hiçbir müslüman ona;
“–Geri dönün!” dememiş. Hattâ diyor ki:
“–Bu âyeti yaşamak için ben en olmadık zamanlarda müslümanların evlerinin kapılarını çaldım. Yine de kimseye; «Geri dönün!» dedirtemedim! Beni hangi zamanda olursa olsun, buyur ettiler, ikrâm ettiler. Asla geri çevirmediler!..”
Yani bu tatlı bir hayıflanma!..
Âyet-i kerîmede bildirilen âdap ne kadar güzel ve yerinde… İzinsiz bir yere girilmez. Çünkü mahremiyet vardır. Özel hâller vardır.
İzin istediniz ama ev gerçekten müsait değil. Olabilir. Rabbimiz; «İzin iste, verilmezse dön!» buyuruyor. Kapıyı edeple çalarsın, bir dört rekât namaz kılınacak kadar süre beklersin, bir daha çalarsın, sonra üçüncü kere çalar dönersin.
Peki bugün kapımıza bu zâtın yaptığı gibi ânî bir misafir gelse biz nasıl hissederiz?
“–Bu ne münasebetsizlik! İnsan bir haber verir. Baskın gibi ziyaret mi olur?” gibi sözler dilimizden dökülmese de gönlümüzden geçer mi?
Türkçemizde «çat kapı misafir, tanrı misafiri» gibi tabirler vardı. Şunun şurasında evlerimize ve ceplerimize telefon denen îcat gireli ne kadar oldu ki?
Her ihtimale karşı;
“–Müsaitseniz size geleceğiz.” diye birkaç saat evvelinden belki bir evlât gönderilirdi ya, müslümanların evleri, misafir için her zaman müsait idi.
Çünkü misafir ağırlamak, bir îman vazifesi idi.
ÎMAN VAZİFESİ
Evet bir îman vazifesi:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, misafirine ikrâm etsin.” (Buhârî, Nikâh, 80, Edeb, 31, 85, Rikāk, 23; Müslim, Îmân, 74, 75, 77)
Şart ne kadar vurgulu!..
Misafire ikrâm etmek, Allâh’a ve âhirete îmân etmenin bir gereği, bir neticesi…
Neden dînimiz, misafire ikrâmı bu kadar mühim bir yere koymuş?
Çünkü insan denilen varlık, medenî bir varlık. Yani hemcinsiyle beraber olmaya muhtaç olan bir varlık. Dert dökmesi lâzım insanın. Derdini kendisine hayrı ve doğruyu söyleyecek bir mü’min kardeşine anlatması lâzım. Bu hasbihâllerden mahrum kaldığımız için hastalıklarımız arttı. Psikolojik bunalımlarımız arttı. İnsanlar huzur bulamıyorlar.
Müslüman konu komşusuyla; akraba, eş, dost ve ahbabıyla;
•Oturacak,
•Kalkacak,
•Dertleşecek,
•Hâl-hatır soracak,
•Çay içecek,
•Muhabbet edecek.
•Birbirlerine enerji aktarımı yapacaklar.
Böylelikle insandaki olumsuz duygular törpülenmiş olacak.
Bunu televizyonun karşısına geçtiğinizde, cep telefonu ekranına gömüldüğünüzde elde edemiyorsunuz. Hemcinsinizle; etiyle, kanıyla, canıyla bir insanla beraber oturup dertleşmeniz gerekiyor.
Meselâ müslümanın emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunma vazifesi var. Bir araya geleceksin, ahvâlini soracaksın ki; problemlerini bilecek, ilgilenecek ve tavsiyede bulunacaksın.
Meselâ;
“–Aman sakın krediye bulaşma, ben borç veririm. Yahut filâncadan isteriz. Ben aracı olurum!” diyeceksin.
Yoksa biz «durum» paylaşarak, mesaj göndererek emr-i bi’l-mâruf yaptığımızı zannediyoruz. Onun tesiri ise mahdut oluyor şayet oluyor ise… Nasıl ilim ve tahsil diz dize ise, hakkı tavsiye de gönül gönüle olmak mecburiyetinde.
Bu gidip gelmelerde, evlâtlarımız da bizim örnek arkadaş ve ahbâbımız ile bir araya gelmiş olacak. Yol yordam öğrenecek. Evimize bol bol gelen misafirlerle âdâb-ı muâşeret kazanacak. Cömertliğe alışacak. Hizmeti sevecek…
Hâsılı müslümanın içtimâîleşmesi ziyaretlerden geçiyor.
Bugün maalesef, evlerimizde akşam oturmaları diye bir şey kalmadı. İnsanlar -bırakın misafiri- ev halkıyla bile yüz yüze gelmeden, bir hoş beş etmeden; gün boyu bakıp durdukları ekranları seyretmeye koyuluyorlar.
Tasavvufî gruplardaki haftalık sohbetler bile, dernek lokallerine taşınmaya başladı. Salgın hastalıkta zihinlere ve kalplere benimsetilen; «sosyal mesafe» hikâyesinden sonra, bu sohbetlere devamda da düşüş olduğu belirtiliyor.
OLANDA DA KÜLFET VAR
Evlerimize hiç mi gelen giden yok? Var. Ama onları da bir külfet merasimine dönüştürmüş durumdayız. Misafirlerimize, lüks bir restorandaymış gibi mükellef ikramlar hazırlama külfetine giriyoruz. Böyle bir ikram da sık tekrarlanabilir bir şey olmaktan çıkıyor.
Bir yere misafirliğe gidileceği zaman üç-beş gün öncesinden haber veriliyor. Orada, sanki düğün olacakmış gibi büyük hazırlıklar yapılıyor. Bir insan; bir tabak çorba, yanında da bir tabak pilâv ile doyar. Ama öyle olmuyor! Misafir gelecek diye; envâi türlü yemekler hazırlanıyor, gösterişe kaçılıyor. Böyle de olunca misafir ağırlamak zor hâle geliyor.
Misafir olarak gittiğiniz yerde böyle âlây-ı vâlâ ile karşılandığınızda, siz de ona aynı şekilde mukabele etme ihtiyacı duyuyorsunuz. Bunun sonu; adı konmamış bir; «Ne o bana gelsin, ne ben kimseye gideyim!» anlayışıyla neticeleniyor.
Hâlbuki İslâmiyet’in ilk döneminden itibaren âlimlerimiz bu işin tehlikesine dikkat çekmişler ve demişler ki:
“–Misafir geldiğinde evde olandan misafire ikrâm edilir. Misafir geldi diye, külfete girmek câiz değildir.”
Çünkü bu külfetler, neredeyse aile bütçesini sarsacak market alışverişlerine, her zaman yenmeyen, o evde normalde bulunmayan bir sürü husûsî şeylerin hazır edilmesine, hazır olarak alınmasına uzanıyor. Yahut ev halkının onları hazırlamakla birkaç günü geçiyor. Her yönüyle külfet ve tekellüf…
Hâlbuki, hadîs-i şerifte belirtilen ikram bu değildir. İkram; değer vermek, cömertlik etmek demektir.
«Tekellüf» ile «Cömertlik» birbirine taban tabana zıt şeyler.
Tekellüf; Arapçada tefâul bâbından bir kelimedir. Bu bab, zorlanma ve yapmacıklık mânâsı taşır. Yani «–mış» gibi yapmak, zora girmek anlamlarına gelir.
Binâenaleyh;
Misafir gelecek diye adamın maaşının mühim bir kısmını harcaması, ayın kalan kısmında geçimini sıkıntıya sokacak bir iş yapması, asla doğru bir davranış değildir.
Mutat ev alışverişi neyse o çerçevede bir hazırlık kâfîdir. Hattâ habersiz misafirlik dedik ya, hazırlık bile gereksizdir. O evde hangi meyveler yeniyorsa, ondan ikrâm eder. Misafir geliyor diye gidip lüks meyve alması gerekmez. Hattâ bu külfet olur.
Anacığım rahmetli; iki göz bir odada, her gün onlarca misafir ağırlardı ve hiç yüksünmezdi. Her gelene bizim Karadeniz’in meşhur fasulye turşusundan kavururdu. Fasulye turşu yapılır. Bidonlara konulur. Misafir gelince çıkarılır, yıkanır, sonra tereyağı ve soğanla kavrulur. Üç dakika içerisinde sofraya gelir.
Eğer ekmek varsa ki, çoğu zaman misafir gelenler yanlarında ekmeklerini getirirlerdi. Çünkü evde yemeğin muhakkak çıkacağını bilirlerdi. Hele de yanında yoğurt da varsa o mükellef bir sofra demekti.
Misafir ağırlamayı îman vazifesi bilen Anadolu insanı, bunu yük görmezdi. Evinde ne varsa ondan ikrâm ederdi. Gelen misafir de bu ikrâma burun kıvırmazdı. Çünkü mühim olan gönüllerin beraberliğiydi, varlığı da yokluğu da birlikte bölüşür ama mutlaka beraber olurlardı.
Dermiş ki kadîm âlimlerimiz:
“Biz aramızda şunu tartışırdık:
•Sofraya getirileni basit gören misafirin mi günahı daha büyüktür?
•Yoksa sofraya getirdiğini basit gören ev sahibinin mi günahı daha büyüktür?”
Külfetin azaltılmasını söylememiz, misafir ağırlamamak için değil, bilâkis daha fazla ağırlamak içindir.
İşin matematiği gayet açık:
•İki-üç senede bir, külfetli sofralarda buluşmak mı?
•Ayda bir, külfetsiz sofralarda gerçekten hasbihâl etmek mi?
Burada külfet ve tekellüf, kişiden kişiye değişir. Bunun ölçüsü, kişinin normal hayatıdır. Günlük hayatında da evinde; aşçısı, hizmetçisi olup standartların üstünde bir hayat yaşayan kişi, elbette misafirine de ondan ikrâm ettiğinde külfete girmiş olmaz.
Biz, birbirine gövde gösterisi yapmak, komşusundan, ahbâbından geri kalmamak gibi menfî duygularla bir yarışa döndürülen ve ev ekonomisini bozduğu için, git gide buluşmaları azaltan tekellüften bahsediyoruz.
Ne yapıp edip tövbe edip ziyaretleşmelere devam etmemiz lâzım. Bunlar için bahaneler üretmemiz lâzım.
•Sohbetler olabilir,
•Kur’ân, hadis okumaları olabilir,
•İhyâ, Şifâ, Mesnevî okumaları olabilir.
•Kardeş aile ziyaretleri olabilir.
Böylelikle birbirimizle ziyaretleri sıklaştırmamız gerekiyor. Mutlak sûrette ziyaret yapmadığımız bir gün olmamalı. Bu ziyaretlerimizde de az önce ifade ettiğim gibi külfetsiz bir ikrâm olmalı.
Meselâ;
Herkesin evinde çay vardır. Türk toplumunda herkesin evinde çay var. Birçok evde zaten her gün demleniyor. Onun yanına; evinde olan, kolayca hazırlanabilen bir şeyler çıkardın. İşte bu cennet taâmı olur.
Buna karşılık, envâi çeşit, telâşla, gerilerek, kaygılanarak hazırlanan gösterişli şeyler, eğer ihlâs ve huzur katığı yoksa lezzetsiz, kuru şeyler hâline gelir.
Cenâb-ı Allah ağzımızın tadını bozmasın, ihlâstan bizleri mahrum etmesin.
MİSAFİR BEREKETİ
Tabiî bir de misafir sevmeyen, külfetsiz de olsa evinde kimseye ikramda bulunmak istemeyen bir insan profili var. İşte onlar da şu hadîs-i şerîfi hatırlamalı:
“Misafir ağırlamak istemeyen kimsede hayır yoktur!” (Ahmed, IV, 155)
O cimri ve hasis adam, misafirine zamanını da ikrâm etmek istemiyor. Güler yüzünü de ikrâm etmek istemiyor.
Kimisi, cimrilik illetine tutulmuş, ikrâm edeceği en ufak şeyi bile kayıp gibi görüyor. İşte öylelerinin endişesinin yersiz olduğunu ifade için halkımız ne güzel telkinler söylemişler:
“Misafir; on kısmetle gelir, birini yer, dokuzunu bırakır.” demişler.
“Misafir rızkıyla gelir, giderken de ev halkının günahları bağışlanır.” meâlinde zayıf bir rivâyet de mevcut. (Kenzü’l-Ummâl, c. IX, s. 426, No: 25837)
Allah Teâlâ herkesin rızkını ayrı verir. Herkes kendi rızkını yer. Misafir, gittiği eve bereket getirmiş olur. Cenâb-ı Hak; misafir ağırlanan eve, sofraya bereket yağdırır.
Bu sebeple;
Müslümanlar tek başlarına değil, ailecek, konu komşu toplu olarak yemek yemeği uygun görmüşlerdir. Çünkü bir sofraya ne kadar el uzanırsa, oranın bereketi o kadar artmış olur. O sofraya, o kadar çok rahmet yağmış olur.
Nitekim İbrahim -aleyhisselâm-; melekler kendisini ziyarete geldiklerinde, kaşla göz arasında hemen bir buzağı keser ateşe verir. Ondan sonra kızartır getirir. (Bkz. Hûd, 69)
Hak dostlarından;
“Şu kadar gün geçti, hiç misafirim gelmedi.” diye bunu mânevî bir noksanlık işareti sayıp ağlayanlar olurmuş.
Fahr-i Âlem -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in şu hadîs-i şerifleri de yine misafir ağırlamaya teşvik ve bu bereketi dile getirme mâhiyetindedir:
“Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği de sekiz kişiye yeter.”
(Müslim, Eşribe, 179-181. Ayrıca bkz. Tirmizî, Et‘ime, 21; İbn-i Mâce, Et‘ime, 2)
Bir de o külfetli sofraları düşünelim:
10 kişiye yetecek ikrâmı, 3-4 kişi tıka basa yiyor. Yemeyene de ısrar ediliyor. İllâ yiyeceksin diye.
Hâlbuki;
Zamanımızda birçoğumuzun kilo ve diyet problemlerimiz var. Sürdürülebilir ikram, sağlığımız açısından da faydalı olacaktır. Böylece; «Diyetteyim misafirliğe gidemem.» veya; «Misafir ağırlayamam.» mazeretleri de ortadan kalkacaktır.
Velhâsıl;
Birbirimize lâzımız. Birbirimizle görüşmeye, konuşmaya, oturup mütevâzı ve külfetsiz sofralarımızı paylaşmaya muhtacız.
Ne mutlu; bu ihtiyacı gönülden hissedip, külfetsiz misafirlik hukukunu yaşayana ve yaşatana!..