Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -44- KUR’ÂN, SÜNNET ve CEMAAT YOLU
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
NASSLARIN İSTİKAMETİ
Müellifimiz; işleyeceğimiz kaidelerde, tasavvufun Kur’ân ve Sünnet ahlâkını esas aldığını bildiriyor. Ancak bu ahlâkın maddelerinin kişiden kişiye ehem-mühim, takdim-tehir gibi değişkenlik arz etmesi bakımından, yine de sâlih bir yol göstericinin lâzım geldiğini ifade ediyor:
Altmış Dördüncü Kaide:
“Takvânın kemâli, istikametin bulunmasıdır.”
Yani bir kimsenin takvâda kâmil olduğunun, ileri mertebede olduğunun işareti, onun istikamet üzere olmasıdır.
İstikamet nedir?
“İstikamet; nefsin / kişinin, Kur’ân ve Sünnet ahlâkına sevk edilmesidir.”
İstikamet, Kur’ân ve Sünnet ahlâkını kişinin benimsemesidir.
“Cenâb-ı Allâh’ın buyurduğu gibi:
خُذِ الْعَفْوَ وَاْمُرْ بِالْعُرْفِ
وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ ١٩٩
«(Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir!»” (el-A‘râf, 199)
Kur’ân ve Sünnet ahlâkının bir şubesi affediciliktir:
Kendisine hata yapan kişi pişman oluyor, özür diliyor, telâfî etmeye çalışıyor. Adam yine de affetmemekte ısrar ediyor.
Affetmek, Kur’ân’ın bize emridir. Hattâ affetmek için özür beklemek bile, fazîletli bir davranış değil, üstünlük kokan bir tavırdır.
“–Ölürsem cenâzeme gelme!» türünden ifadeler, Kur’ân ahlâkıyla bağdaşan şeyler değildir.
Demek ki;
Bir kimse kendisine karşı yapılan yanlışları görmezlikten gelebiliyorsa, bu hâli bir takvâ işareti olarak görülür.
Âyetin devamında; «İyiliği, mârûfu, örf olanı emret!» tâlimâtı var.
Nefsinin hoşuna gitmese de doğru olan, şerîatın kabul ettiği, baş tâcı ettiği meseleleri gündem yap, onu emret!
Asr-ı saâdetten bir misal verelim:
Ebû Saîdi’l-Hudrî -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, Efendimiz’den alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hattâ;
«–Borcunu ödeyinceye kadar Sen’i rahatsız etmeye devam edeceğim.» dedi.
Ashâb-ı kiram, bedevîyi azarlayıp;
«–Yazık sana! Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba!» dediler.
Adam;
“–Ben hakkımı talep ediyorum.” dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına;
«–Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?» buyurdu ve (bir kişiye haber verip borcu kapattı) ayrıca bedevîye yemek ikrâm etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevî;
«–Borcunu güzelce ödedin. Allah da Sana mükâfâtını tam versin!» diyerek memnuniyetini ifade etti.
Bunun üzerine -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;
«–İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz…» buyurdular.”1
Binâenaleyh;
Durum sizin pek haz etmeyeceğiniz bir noktaya dönmüş olsa da; orada da doğruyu söylemek, doğruyu emretmek gerekir.
Bu gibi hususlarda nefis, insanın aklına birtakım dolambaçlı şeyleri getirir. Meselâ; rekabet duyduğun birinin, bir vazifeye ehil olup olmadığı sana soruluyor. Nefis;
“–Doğruyu söylersen aleyhine olur.” der. Onu dinlersen, doğruyu söylemezsin.
Hâlbuki insan doğruyu söylemekle takdiri değiştiremez. Ama doğruyu söylemek senin ahlâkını gösterir. Ehil ise ehil diyeceksin, duâ edeceksin. Kendin için istediğini, kardeşin için de isteyeceksin.
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kardeşleri ne yapsalar kardeşlerinin bir peygamber, bir vezir olma kaderini değiştiremediler. Ama kendilerini günahkâr ve mahcup duruma düşürdüler.
Biz; Kur’ân neyi emrediyorsa, onu yapmakla mükellefiz.
Âyette son olarak câhillerden yüz çevirmek emri var.
Câhil, nâdan kimselerin seviyesine inmemek, onlardan uzak durmak gerekir.
“Yine Kur’ân’ın bir başka ahlâkı:
«İbâdurrahmân, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…»” (el-Furkān, 63)
Mütevâzı diye tercüme edilen, hevn kelimesi; hafif, kolay, vakarlı, sâkin, değersiz ve hor gibi mânâlara geliyor. Bir müslüman vakar ve sekînetiyle yürümek. Âdeta bastığı yeri incitmeyecek bir hafiflikte, bir sâkinlikte yürümek. İstiklâl Marşı’mızdaki şu mısraların söylediği hakikat gibi ibretle, hassâsiyetle, tefekkürle yürümek:
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Çünkü her adımın bir hakkı var. O adım attığımız yerde kim bilir ne kıyâmetler kopmuştur. O mekânda geriye dönük kim bilir ne hâfıza kayıtları vardır.
Âyetlerle yasaklanan; şımarık, kibirli yürüyüşle değil âdeta boynu bükük suç işlemiş edâsıyla yürümek…
“Bir diğer âyet de;
اِدْفَعْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ
«Kötülüğü en güzel davranış ile izâle et!» (Fussilet, 34)
Ve bunlar gibi nice ahlâkî tâlimatlar…”
Müslümanın yeryüzündeki varlık sebeplerinden biri de kötülüğü izâle etmektir, yok etmektir. Kötülüğe kötülükle mukabele edince, karşılıklı mücadele devam eder. Kötülük ortadan kalkmaz.
Elbette bu tâlimat; kötülüğü tabiat-ı asliyesi hâline getirmiş, iyilikle mukabele edildiğinde, kötülüğe prim vermiş olacağımız kişileri ihtivâ etmiyor.
Mü’min; kötülüğe ilk olarak iyilikle mukabele ederek, muhatabının karakterini görmüş olur. Asil bir kişi, bu davranış karşısında erir ve ıslah olur. Bu mânâda; «İnsan, ihsânın kuludur.» denilmiştir.
Fakat asâletten uzak, rezil bir kişi ise; kötülüğünün affedilmesindeki, kabahatine iyilikle mukabele edilmesindeki fazîleti idrâk edemez. Yine kötülüklerine devam eder. Müslüman mukabelede bulunmak durumunda kalırsa, bu defa ikinci kez aldanmaz.
Peygamberimiz; Bedir esirleri arasında bulunan böyle bir suçluyu, müslümanlara karşı cürümler işlemiş bir kişiyi birinci defa affetti. Fidye dahî almadan serbest bıraktı. Lâkin bir daha bu cürümlere girmemek üzere söz veren bu müşrik, tekrar müslümanlar aleyhine dilini ve kılıcı kullandı ve Uhud Harbi’nde bir kere daha müslümanlara esir düştü. Peygamberimiz bu sefer affetmedi ve;
“Mü’min aynı yılan deliğinden iki kez ısırılmaz.” buyurarak cezasının verilmesini emretti.2
Yani müslümanın, kötülüğe karşı iyilik ahlâkı, onun aldatılması demek değildir. Çünkü bu durumda kötülüğün izâlesi gayesi gerçekleşmemektedir. Bilâkis kötülüğe destek olunmaktadır.
Müellifimizin üç âyetle misal verdiği üzere;
Mürid, Kur’ân ve Sünnet ahlâkını istikamet üzere yaşarsa, takvânın kemâline ulaşma yolunda olur. Ancak;
Bu uygulamayı kendi kendine mi yapacak?
Âyete, hadîse kendisi mi bakıp karar verecek?
SÂLİH BİR ZÂT GEREK…
Ona bir yol gösterici lâzım değil mi?
“Bu takvânın kemâle ermesi de ancak şunlardan biriyle tamam olur:
•Ya senin hayrını isteyen bir şeyhin, nasihat ehli bir mürşidin, bir hocan olacak…
•Yahut da hâlini düzeltmene yardımcı olabilecek, seni lâyık olan yola yönlendirebilecek sâlih bir dostun olacak.”
Bugün iş veya sosyal hayatta, «hayat koçu» veya «mentör» denilen, insanlara rehberlik eden profesyonel veya amatör kişiler var. Danışmaya ihtiyaç duyanların gittiği rehberler, danışmanlar, psikolog ve psikiyatrlar var.
Bunların nâsıh yani muhatabının iyiliğini isteyen kişiler olmaları gerekiyor. Yine sâlih; yani bu tavsiyelerde bulunabilecek kıvamda, tecrübede olmaları gerekiyor. Tasavvuftaki rehberlik de aslında böyle.
Peki Kur’ân ve Sünnet reçetesi ortada herkes tarafından ulaşılabilir şekilde duruyorken, niye bir rehbere ihtiyaç yine de var?
“Çünkü (ilâç kişiye mahsustur. Fetvâ kişiye mahsustur.) Nice şahıslar vardır ki başkasının fayda gördüğü şeyden zarar görür.”
Birinin başı ağrıyormuş, doktor bir hap vermiş, başının ağrısı geçmiş. Bir başkasının da başı ağrıyor diyor ki;
“–Bana doktor şu hapı verdi, al bundan sen de iç!” Adamın başının ağrısı daha da artıyor.
Niye?
Birincisinin baş ağrısının sebebi başkaydı, ikincisinin baş ağrısının sebebi başka.
Bu sebeple;
Bir hoca efendi talebesini tanımadan ona reçete yazamaz.
Dinle irtibatı zayıf birine; Ebû Hanîfe Hazretleri gibi takvâlı bir şahsa verilecek fetvâyı verirsen, onun o zayıf durumunu da sona erdirecek bir hataya düşebilirsin.
Kitabımızın 19’uncu kaidesinde, irşâdın kişiden kişiye değişen yapısıyla alâkalı mâlûmat verilmişti. Orada Peygamberimiz’in ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin sorulan aynı mâhiyetteki suâle, farklı farklı cevaplar vermeleri ve hikmeti örnek olarak zikredilmişti.3
“Nitekim bu anlattıklarımıza, sahâbe efendilerimizin (amellerinde hepsinin aynı olmaması) farklı amellerde bulunmaları da delâlet etmektedir.
Hazret-i Peygamber Efendimiz’in onlara tavsiyelerinin ve onlarla olan muamelelerinin çeşitli olması da buna delâlet etmektedir.
Meselâ;
Peygamberimiz;
•Abdullah bin Amr -radıyallâhu anhümâ-’ya peş peşe oruç tutmayı yasaklamış,4
•Hamza bin Amr el-Eslemî radıyallâhu anh-’a ise müsaade etmiştir.5”
Bu fark niçin olmuştur?
Allâhu a‘lem; Peygamberimiz, birinin bünyesinin kaldıracak gibi olmadığını, diğerinin müsait olduğunu görmüş olabilir.
Meselâ;
Bir talebe sürekli oruç tutmak istese, hocası ona müsaade etmez. Ama talebesi olmayan biri sorsa tavsiye edebilir.
Niye?
Çünkü talebesi eğer sürekli oruç tutarsa, zihni dağınık olabilir. Ama dışarıda olan bir kimse, zihni zaten dağınık olduğu için oruçla beraber belki zihnini toparlayacaktır.
Binâenaleyh;
Arka plânda ne olduğunu bilmeden bir tavsiyeyi olduğu gibi nakletmek, bazen fayda yerine zarar verebilir.
Müellifimiz misallere devam ediyor:
“Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
•Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- hakkında;
«(Abdullah) ne güzel bir delikanlı… Gece namazına da kalksa (ne güzel olurdu.)» buyurdu.6
•Ebu Hüreyre -radıyallâhu anh-’a ise vitri kılmadan yatmamasını tavsiye etti.”7
Vitir gecenin son kılınan namazıdır. Peygamberimiz, Hazret-i Abdullah’tan istediği gibi, Ebû Hüreyre’den de her gece teheccüde mutlaka kalkmasını istemiş olsaydı, vitri orada kılmasını emrederdi. Çünkü yine Efendimiz buyurmuştur:
“Gece kıldığınız namazınızın sonuncusunu vitir yapınız.”8
Yatmadan önce vitri kılma tavsiyesi;
«–Sen ne olur ne olmaz gece kalkamayabilirsin, vitrini kıl öyle yat.» mânâsına gelir ki, Hanefî uygulaması da, yatsının sonunda vitri kılmak üzere bu ihtiyata binâendir.
“Peygamberimiz;
•Hazret-i Ebûbekir’e, (gece) namazında;
«–Sesini biraz yükselt.» buyurdu.
•Hazret-i Ömer’e;
«–Sesini biraz kıs.» buyurdu.”9
Niye? Muhtemelen seslerinin farkından dolayı.
Bu hâdise şöyle yaşandı:
Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Peygamberimiz bir gece dışarı çıktı. Hazret-i Ebûbekir’in kısık sesle namaz kıldığını gördü. Sonra da Hazret-i Ömer’in yüksek sesle namaz kıldığını gördü.
Daha sonra bir araya geldiklerinde; Peygamberimiz, onların bu hâllerini kendilerine bildirdi. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, niçin kısık sesle okuduğunu îzah sadedinde;
“–Münâcâtta bulunduğum (Rabbim)e işittirdim yâ Rasûlâllah! (Rabbime işittirmek için sesimi yükseltmeye ihtiyaç duymadım.)” diye cevap verdi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise, niçin yüksek sesle okuduğunu anlatmak için;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, (böyle yapmakla) uyuklayanı uyandırıyorum ve şeytanı kovuyorum.” dedi.
Bu mükâlemenin sonunda Fahr-i Âlem Efendimiz;
“–Yâ Ebâbekir, sen sesini biraz yükselt!” dedi.
Hazret-i Ömer’e de;
“–Sen de sesini biraz kıs.” dedi.
Bu hâdise de, tâlimatların kişiden kişiye değişeceğine ve sâlih bir mürşide / kardeşe ihtiyaç olduğunu gösterir.
Bir başka misal:
“Peygamberimiz;
•Hazret Ali ile Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-’yı evlerine, odalarına giderek yoklar, gece namazına kalkıp kalmadıklarını sorardı.
•Oysa Âişe Vâlidemiz, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in önünde bir cenâzenin uzandığı şekilde uzanır vaziyette olduğu hâlde, onu (her zaman) uyandırmazdı.10
Müellifin ifadesinden, Rasûlullah Efendimiz’in, Hazret-i Âişe’yi teheccüde hiç kaldırmadığı mânâsı çıkmaz. Hazret-i Âişe’nin, Efendimiz’in gece ibâdetinin tamamına katılmadığı mânâsı çıkar. Çünkü Hazret-i Âişe şöyle anlatır:
“Ben bazen namaz kılan Hazret-i Peygamber’in önünde oluyordum ve benim ayaklarım onun kıblesinde kalıyordu. Secde ettiğinde eliyle dokunuyor ben de ayaklarımı topluyordum, ayağa kalktığında da tekrar uzatıyordum.”
Hiç kaldırmazdı demek doğru olmaz. Çünkü Peygamberimiz, bir mü’minin hanımını gece namazına kaldırmasını şu hadîs-i şerifleriyle teşvik buyurmuştur:
“Geceleyin kalkıp namaz kılan, karısını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah merhamet etsin.”11
Lâkin Efendimiz, Hazret-i Ali ve Fâtıma’ya ayrı bir ihtimam gösteriyor. Onlar Peygamberimiz’in mübârek nesebinin devam edeceği ehl-i beyt ailesini teşkil ediyorlar. Sâdât-ı kiram hazerâtı o mübârek ailenin evlâdı. Burada ayarlar daha yüksek tutulmuş olabilir.
Burada eğitimciye çok büyük iş düştüğünü görüyoruz. Yani muhatap olduğu kişiyi tanıyacak. Bazen aşırı yükleme ile zehirlenmeler meydana gelebiliyor. Onun iyi kontrolünü yapacak. Gerekli yükleme yapılmazsa da ihmal ve istîdâdına ulaştırmama vebâli olacak. Allah yardımcımız olsun.
Ahmed Zerrûk Hazretleri, Peygamberimiz’in farklılık gösteren davranışlarına birkaç misal daha veriyor:
“Peygamberimiz; Hazret-i Muaz’a;
«Kim; ‘Lâ ilâhe illâllah / Allah’tan başka ilâh yoktur!’ derse ona cennet farz olur.» diye öğretti. Lâkin bu hakikati insanlardan gizlemesini emretti.”
Rivâyetin tamamı şöyledir:
Enes -radıyallahu anh-’tan rivâyet edildiğine göre;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (bir sefer esnasında) terkisine aldığı Muaz’a hitaben üç defa;
“–Ey Muaz!” diye seslendi, o da her defasında;
“–Buyur, ey Allâh’ın Rasûlü! Emrine âmâdeyim!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber;
“–Kim Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Allâh’ın kulu ve Peygamberi olduğuna içinden gelerek şahâdet ederse, Allah onu cehenneme haram kılar.” buyurdu.
Muaz;
“–Bu müjdeyi müslümanlara haber vereyim de sevinsinler mi, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye izin istedi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“–O zaman onlar buna güvenir (hayırlı işler yapmakta) tembel davranırlar.” buyurmuştur.
Muaz (İbn-i Cebel) -radıyallâhu anh-; böylesi bir bilgiyi gizleme günahından sıyrılmak için, onu vefâtına yakın bir zamanda haber vermiştir.12
Bu rivâyetin mevzumuzla alâkası şudur:
Peygamberimiz bu bilgiyi Hazret-i Muaz’a bildiriyor. Fakat başkalarının bu bilgiyle gevşeyebileceğinden endişe ediyor.
“Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Huzeyfe’ye sırrını emânet etti.”
Efendimiz’in sırdaşı olarak bilinen Huzeyfe -radıyallâhu anh-’a Peygamberimiz, bazı münafıkların adlarını bildirmişti. Fiten hadislerini en iyi bilenlerdendi.13 Mevzumuzla alâkası, herkese değil, sadece ona bildirmiş olmasıdır.
“Yine Peygamberimiz; hayrın herkese yayılmasını teşvik etmesine rağmen, (herkese değil de) bazı sahâbî efendilerimize hususî zikirler, virdler öğretti.”
Çünkü kişilerin tâkatleri ve seviyeleri farklıdır. Bu virdler, umûma teşmil edildiğinde birçoklarına ağır gelebilir.
Bugün tasavvuf yolunda da, yola yeni başlayanın virdiyle, yıllardır seviye katetmiş olanın virdi aynı değildir.
“Bütün bunlar, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in istikamet makamında terbiye (usûlünü) gösteren misallerdir. Allah, en iyi bilendir.”
Hâsıl-ı kelâm:
Bu yolda kılavuz ve rehber olmadan gidilmez.
YOL GÖSTERİCİ ŞART
Müteâkip kaide de, müşahhas misaller ile, hoca-talebe, mürşid-mürid münasebetinin lüzum ve zaruretini ortaya koyuyor:
Altmış Beşinci Kaide:
“İlmin ve amelin hocadan öğrenilmesi, hocasız (kitaptan) alınmasına göre daha tamam vaziyettedir.
Nitekim Cenâb-ı Hak;
«–Belki o apaçık âyetlerdir ilim sahiplerin göğüslerinde…» (el-Ankebût, 49) buyurmuştur.”
Demek ki;
İlim, kitapların sayfalarında, satırlarında değil; ehl-i ilmin kalplerinde, sadırlarında bulunmaktadır.
“Yine âyet-i kerîmede buyurulur:
«Bana yönelmiş olanın yoluna tâbî ol!» (Lokmân, 15)
Buradan da anlıyoruz ki; şeyhlik lâzımdır!”
Tasavvuf yolunda şeyhsiz, kılavuz kaptansız gidilmez.
“Özellikle de görüyoruz ki;
•(İlim ve ameli) sahâbe efendilerimiz, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’dan aldı.
•Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Cebrâil -aleyhisselâm-’dan aldı. Kul peygamber olmakla, melik peygamber olmak arasında tercihi kendisine bırakıldığında, Efendimiz Cebrâil -aleyhisselâm-’ın işaretine tâbî oldu.”
Rivâyetin tamamı şöyledir:
“Kul peygamberlikle melik peygamberlik arasında muhayyer bırakıldım. Cebrâil -aleyhisselâm- mütevâzı davranmamı bana işaret etti. Ben de kul peygamber olmayı tercih ettim ve; «Bir gün doyayım bir gün aç kalayım.» dedim.”14
“Yine (ilim ve ameli);
•Tâbiîn efendilerimiz, sahâbeden aldılar.
Her bir sahâbenin, kendisine mahsus tâbîleri (bir cemaati, bir talebe grubu) oluştu.
Meselâ;
(Tâbiînden) İbn-i Sîrîn (v. 110/729), Saîd İbn-i Müseyyeb (v. 94/713) ve Abdurrahman bin Hürmüz el-A‘rec (v. 117/735), Ebû Hüreyre Hazretleri’nin talebesidir.
Tâvus bin Keysan (v. 106/725), Vehb bin Münebbih (v. 114/732) ve Mücâhid bin Cebr (v. 103/721), Abdullah İbn-i Abbas Hazretleri’nin talebesidir.”
Herkesin bir ekole, bir sağlam kulba dayanması gerekiyor. Mezhep, tarîkat ve benzeri cemaatlerin sonradan ortaya çıkmadığı, sahâbe asrına kadar izinin sürülebileceği görülmektedir.
“İlim ve amelin hocadan alınmasının ehemmiyeti, zikredilenlerde ve zikredildiği şekilde açıkça görülmektedir.
Hele himmet ve hâlden istifâdeye gelince bunun (bir hocadan, bir mürşidden alınmasının ne kadar mühim olduğuna) Enes -radıyallâhu anh- şu sözüyle işaret etmiştir:
“Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i defnedip de elimizdeki toprağı silkeler silkelemez kalplerimizin değiştiğini fark ettik / kalplerimizdeki noksanlaşmayı fark ettik.”15
İlim ve amelin öğrenilmesinde dahî mürşid şart. Hele büyüklerimizin hâl transferi dedikleri mânevî feyiz ve rûhâniyet irtibatı için, mürşidin varlığı daha büyük bir zaruret.
Hadîs-i şeriflerden biliyoruz ki, daha Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanlarındayken;
“–Ya Rasûlâllah; sizinle beraberken dünyayı unutuyoruz, âhiret âlemine geçiyoruz. Ama sizin yanınızdan ayrılınca, evimizin, iyâlimizin yanına varınca kalplerimiz başka şeylere yönelmeye başlıyor.” diye şikâyet etmişlerdi.16
“Hazret-i Enes’in bu sözü gösterdi ki; Peygamberimiz’in o mükerrem şahsiyetini görmek, onların kalplerine faydalı bir ilâç gibiydi.
«Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler.»17
Hem hâlleri / duruşları, hem de sözleri itibarıyla…
Elbette Hazret-i Peygamber Efendimiz’in derecesine yaklaşamazlar ama böyle olmakla beraber Peygamber vârisidirler.
Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Ehlullâh’a yakın olmayı umûmî olarak talep etme bâbında bizim örneğimizdir.
Dolayısıyla;
Eğer bir kimse bir hâle nâil olmuşsa / o hâl onda hakikaten gerçekleşmişse, onun yanında bulunanlar da ondan nasip alırlar.
Bundan dolayı sâlihlerin sohbetinde bulunmak, sâlihlerle beraberlik emrolundu, fâsıkların sohbetinden de uzak durmak gerekli oldu. Böylece anla!..”
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“İyi ve kötü arkadaşın hâli, güzel koku satanla körük çekenin hâline benzer:
•Misk satan, ya sana güzel kokusundan bir miktar meccânen verir ya sen satın alırsın, ya da (hiç değilse onunla beraber olduğun sürece) güzel koku koklamış olursun.
•Körük çeken kimse ise, ya elbiseni yakar ya da (en azından) körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun.”18
Rabbimiz bizleri, sâlihlerle buluştursun, fâsıklardan uzak kalabilmemizi nasîb eylesin. Âmîn…
___________________
1 İbn-i Mâce, Sadakât, 17.
2 Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63.
3 https://www.yuzaki.com/2022/02/seri-kaidelerle-tasavvuf-12-derde-gore-recete/
4 Buhârî, Savm, 55, Nikâh, 89, Teheccüd, 20; Müslim, Sıyâm, 192. Bu rivâyetlerde Abdullah Hazretleri; devamlı oruç tutmak kararlılığını ifade edince, Peygamberimiz, ona ayda üç gün oruç tutmasını tavsiye ediyor. «Gücüm yeter!» dedikçe de en fazla bir gün tutup bir gün tutmamasına izin veriyor.
5 Buhârî, Savm, 33. Bu rivâyette ise; «Seferde oruç tutayım mı?» diye soran, oruca dayanıklı bir şahıs olduğu bildirilen Hamza bin Amr’a, Efendimiz; «İstersen tut, istersen tutma!» buyurmuştur.
6 Buhârî, Teheccüd, 2, 21, Fedâilü’s-sahâbe, 19, Tâbîr, 25, 36; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 139, 140.
7 Buhârî, Savm, 60; Teheccüd, 33; Müslim, Müsâfirîn, 85.
8 Buhârî, Salât, 84, Vitir, 4; Müslim, Müsâfirîn, 151.
9 Ebû Dâvûd, Salât, 315.
10 Müslim, Salât, 51.
11 Ebû Dâvûd, Tatavvu, 18, Vitir, 13.
12 Buhârî, İlim, 49; Müslim, Îmân, 53. Benzer bir başka rivâyet: Buhârî, Cihâd, 46; Müslim, Îmân, 48, 49.
13 Ahmed, 7, 453; Buhârî, Fiten, 11.
14 Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 192.
15 Ahmed, III, 268; İbn-i Ebî Şeybe, Zühd, 27.
16 Müslim, Tevbe, 12-13. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 59.
17 Ebû Dâvûd, İlim, 1/3641; Tirmizî, İlim, 19/2682. Ayrıca bkz. Buhârî, İlim, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17.
18 Buhârî, Zebâih, 31, Büyû, 38; Müslim, Birr, 146. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 16.