Veballeriyle, Sebepleriyle; FÂİZ FECAATİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Bakara Sûresi’nin son sahifelerinde, 275 ilâ 281’inci âyetlerde, fâiz hakkında Cenâb-ı Hakk’ın son derece açık ve net mesajları vardır. Bu âyetlerin refâkatinde, günümüz problemlerine temas etmeye çalışalım:

 

Rabbimiz âhiret penceresinden şiddetli bir îkaz ile mevzuya giriyor:

 

“Fâiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hâl onların; 

 

«–Alım-satım tıpkı fâiz gibidir!» demeleri yüzündendir. 

 

Hâlbuki Allah; 

 

•Alım-satımı helâl, fâizi haram kılmıştır. 

 

Bundan sonra; 

 

•Kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allâh’a kalmıştır. 

 

•Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.” (el-Bakara, 275)

 

Çıkaracağımız Dersler

 

•Fâiz asla hafife alınamayacak; insanların mahşer yerinde cin çarpmış, şeytan tarafından dolandırılmış bir vaziyette haşredilmelerine ve neticede cehennemlik olmalarına sebebiyet veren çok ağır bir günahtır, çok vahim bir cürümdür. 

 

•Görmekteyiz ki;

 

Cenâb-ı Allah fâizi yasakladığında buna şaşıranlar; 

 

“–Fâizin alışverişten, alıp satmaktan ne farkı var ki!” diyenler olmuş. Mekkeli müşrikler, o zamanki kapitalistler, sermayeyi elinde bulundurup bununla insanları sömürenler tepki göstermişlerdir. 

 

Maalesef;

 

Birçok yönden câhiliyyeye benzeyen âhirzaman günlerinde de benzer bir hâl yaygınlaştı. İnsanlar; bakkala, markete gider gibi fâizli bankalara gidip fâizli işlemlere bulaşıyorlar: 

 

•Diş yaptıracağım, diş kredisi… 

 

•Okula kaydolacağım, eğitim kredisi…

 

•Tatile gideceğim, tatil kredisi… 

 

Sorulan fetvâ suallerinde karşılaşıyoruz: 

 

“–Arkadaşım istedi, kredi kartından çektim verdim.” 

 

“–Ev almak için kredi çektim, araba almak için kredi aldım.”

 

Bu sualleri soranlar, sorduklarına göre, bizi dinleyip bize ulaşmaya çalıştıklarına göre mütedeyyin insanlar olmalılar. Ümmetin içinde fâiz nasıl bu kadar yaygınlaşır?

 

Dîni yaşayan, hayatı haram ve helâl çizgilerine göre belirleyen ecdâdımız, fâizli müesseselerin önünden geçmezdi. Yolu bankaların olduğu caddeden geçecek ise yolunu değiştirir, hiç değilse karşı kaldırıma geçerdi. Çünkü orada Allâh’ın gazap ettiği bir iş işleniyor, oradan üzerime kasvet ve lânet sıçramasın diye düşünürdü. 

 

Ezkazâ bir mecburiyetle bankaya girse; orada verilen suyu, çayı içmezlerdi. Bankaların gölgesinden, ışığından, lâmbasından dahî uzak dururlardı. 

 

O neslin evlâdı; şimdi çerez gibi fâiz yiyor, fâize bulaşıyor. Sonra yaşadığı gibi inanmak tehlikesi devreye giriyor. 

 

“–Ne farkı var?” gibi sorgulamalar başlıyor. 

 

Evet; insanın bir evi olsa, onu kiraya verebiliyor. Arabasını, atını, tüketilmeden kullanılan eşyasını belirli bir süreyle kiraya verip, o menfaatin karşılığını karşı taraftan talep edebiliyor. 

 

Fakat iş; altın, gümüş, para, fıkıhta «semen» dediğimiz değişim vasıtalarına gelince, bunu kiraya vermek; 

 

“–Sana 1000 TL vereyim, 2 ay kullan bana şu kadar kira (fâiz) öde!” demek dînimiz tarafından yasaklanmakta. Meselenin diğer mislî mallardaki teferruâtı fıkıh kitaplarında mevcut… 

 

Fakat burada câhiliyyede de bugün de yadırganan bu farkı îzah için birkaç kelâm edilebilir. 

 

Evvelâ Cenâb-ı Allâh’ın emirlerine, biz kullar olduğu gibi teslîmiyet göstermeliyiz. “Öğle namazı niçin dört? Akşam namazı niçin üç?” diye sual sormak ve bunu kabul edip uygulamak için, illâ bir sebep, bir hikmet talep etmek kulluğa uygun bir davranış değil. Bilhassa taabbüdî dediğimiz ibâdetler sahası böyle.

 

Muâmelâtta ise, illet, sebep ve hikmet daha fazla tebârüz edebiliyor. Meselâ; 

 

•Zinânın topluma nasıl bir zehir ve hıyânet saçtığını herkes anlayabiliyor…

 

•Hırsızlık, cinâyet, eşkıyâlık gibi haramlar da oldukça açık…

 

•Alkolün akla verdiği zararı, yol açtığı kaza ve fâciaları herkes idrâk ediyor… 

 

Fakat fâiz, zamanımızda ekonominin olmazsa olmazıymış gibi lânse ediliyor. 

 

Burada fâizin haram oluşunun bir hikmetini dile getirelim:

 

İslâm’ın esas aldığı ve korumak istediği iktisâdî nizamda; bir şeyin fiyatı, arz-talep dengesinden doğarak, tabiî şekilde ortaya çıkmalıdır.

 

Bu dengeyi manipüle edecek, bozacak şeyler yasaklanmıştır. 

 

Meselâ stokçuluk, karaborsacılık yasaktır. 

 

Neden? Çünkü bunlar, arzı kısmak demektir. Arz kısılınca, fiyat artar. Talep tarafı, artışı mecburen kabullenir. 

 

Son yıllarda; filân şehirde, bir depoda şu kadar patates yahut soğan stoklanmış olarak bulundu, filân otoparkta, şu kadar sıfır otomobil istiflenmiş gibi haberleri hepimiz okuduk. 

 

Bu; semâvî bir sebeple olursa, yapacak bir şey yoktur. Meselâ, o sene zeytin; ülke genelinde, dünya genelinde az ürün vermiş. Dolayısıyla arz, tabiî bir sebeple kısılmış, fiyat o sene için artar. Bu, elinde zeytin olanlar için bir nasip olmuş olur. 

 

Fâizin varlığı, farklı bir noktadan fiyatları yükseltip enflâsyona sebebiyet verir. Nasıl? Talebi şişirerek. 

 

Üretilen ev sayısını (arz) ve ev alabilecek birikime sahip insan sayısını (talep) düşündüğümüzde, bir beldede ev fiyatlarının bu dengenin içinden tabiî bir şekilde ortaya çıkması esastır. 

 

Fakat o esnada ev kredilerine dair bir paket açıklanıyor: Birden, talep sayısı patlıyor. 

 

100 eve 120 müşteri varken fiyat meselâ 1 milyon iken; 100 eve 3000 müşteriye yükselince, fiyatlar ânîden yükselir. 

 

Olan kime olur? Bir ömür; «Ev alacağım.» diye kenara para koyan kişiye olur. Çünkü bir türlü o seviyeye ulaşamaz. Her defasında ev fiyatlarının sun‘î bir şekilde yükseldiğine şâhitlik eder.

 

Peki o krediyle ev alanlar; huzurla, mutlulukla ev sahibi mi oluyorlar? Hayır! Birçoğu bankanın kendisine uyguladığı fâizli taksitleri ödeyemiyor. Öyle bir noktaya geliyor ki, ödediği geçmiş taksitlerden de vazgeçerek; 

 

“–Al ev senin olsun!” dese borcunu kapatamıyor. 

 

Geçmiş yıllarda; krizlerin ardından, bu tür manzaraları ülkece seyrettik, okuduk, bunlara şâhit olduk.

 

Talebi şişirmek, diyoruz. Çünkü bu gerçek bir destek veya yardım değil. Kapitalist düzende; bankalara, kasalarındaki mevduatın çok üstünde kredi açma hakkı tanınıyor. 

 

Düşünün darphânenin idarecisi olan iktidar sahipleri dahî para basmak hususunda bu kadar hür değiller!.. Ama bankalar, fâizci düzen yürüsün, diye böyle bir yetkiye sahip kılınmış. 

 

Fâiz sistemi öyle gaddar bir kapitalist sömürü düzenidir ki; fâizli banka, en baştan alacağını sağlama alıp, ipotek aldığı hâlde, borç ödenmemeye başladığında, ipoteğe yönelip, onu satıp borcu tahsil etmez. Sömürmeye, borcu kat kat artırmaya devam eder. Tâ ki, artık o ipotek de bir şeye yaramaz hâle gelir. 

 

Hâsılı;

 

Fâiz; zengini daha zengin, muhtacı daha muhtaç hâle getiren bir zulüm düzenidir. 

 

Fâiz; her zaman parayı, serveti, sermayeyi elinde tutanı korur. Ticaretin, alışverişin tabiî yapısında, kâr da zarar da olabilir. Ama fâizde, sermaye sahibini zarardan korumak vardır. Bu durum; yatırım yapmayı, istihdam oluşturmayı bile aptallık olarak gösterir.

 

Fâizci bankaların son yıllarda açıkladıkları kârlara bir bakın! Fâhiş kârlar… Bu rakamlar, mevduatlarıyla mütenasip de değil!.. İnsanlar yoklukla pençeleşirken, enflâsyonla mücadele ederken, onlar devâsâ kâr oranlarına ulaşıyorlar.

 

Burada bilhassa toplumumuzda, fâizin gitgide yayılıyor olmasının sebeplerine dair, acı hakikatleri ve veballeri ifade etmemiz lâzım:

 

•Çözüm üretmeyen sorumluluk sahipleri

 

Yukarıda inşaat sektöründen örnek verdik. Fâizin talebi hakikatsiz bir şekilde şişirdiğini, enflâsyona yol açtığını söyledik. 

 

Peki çare nedir? 

 

•Sosyal konutlar yaparak, arzı genişletmek,

 

•Fâiz değil de karz-ı hasen, infak, destek mâhiyetinde başını sokacak bir ev sahibi olmaya çalışanlara destek olmak. 

 

Önce birincisini ele alalım: 

 

Devlet, sosyal konutlar yapıyor. Fakat onları satarken de yine fâizli bankaları devreye sokuyor. Ne kadar acı ki; 

 

“–Fâizsiz bir ekonomi olmaz!” diyenleri haklı çıkarmaya çalışırcasına, bunu muhafazakâr iktidarlar da yapıyor. Böyle olunca, vatandaş, hocaları sıkıştırıyor:

 

“–Şimdi biz sosyal konut imkânından da mı yararlanamayacağız?”

 

Mübârek vatandaş, aslında hocaları değil, idarecilerini sıkıştırmalı:

 

“–Neden benim içime sinecek bir ödeme sistemi geliştirmiyorsunuz? Neden bizi bir bankaya kredi başvurusunda bulunmaya mecbur ediyorsunuz?” demeli. 

 

Burada kelime oyunları devreye giriyor: 

 

“Sıfır fâiz… Enflâsyonun altında fâiz… Aslında banka sadece ödeme vasıtası…”

 

Hocalar da bu baskılar altında, husûsî fetvâlar veriyorlar. O husûsî fetvâlar genelleşiyor ve günümüzdeki korkunç manzara ortaya çıkıyor. 

 

İkinci vebal de bu:

 

Fâizin, bir kıyâmet alâmeti mâhiyetinde bu kadar yayılmasının altında, fetvâ sorulan ve fetvâ veren hocalarımızın da vebâli var. Şunun altını çizmekte yarar var:

 

•Husûsî suâle, husûsî fetvâ verilir. 

 

Kişinin içinde bulunduğu şartlar, kendisine mahsustur. Zarûretler, ihtiyaçlar her kişide farklı seviyelerdedir. Fetvâyı verecek kişi; bunları dinler, değerlendirir, kişiye mahsus bir çözüm varsa onu dile getirir. 

 

Bunları genel bir fetvâ gibi ortaya saldığınızda, netice günümüzdeki fecâat olur. 

 

Birisi bana soruyor:

 

“–Hocam, insan ilk evini alırken, fâizli kredi kullanabilirmiş (!). Ben de şu âna kadar ev almadım. İlk evimi alacağım, ama oturmak için değil, yatırım için alacağım. Bu fetvâ(!)dan yararlanabilir miyim?”

 

Görüldüğü gibi, husûsî bir fetvâ, çığırından çıkmış. Zarûret, ihtiyaç, yatırım birbirine karışmış. 

 

Bu genellemenin yanlışlığını tıp ve tedavi alanında da görüyoruz. Bir kişi hastahâneye, doktora gidiyor, tahlil veriyor, teşhis neticesinde bir reçete alıyor. 

 

Sonra onun komşusu; 

 

“–Bende de aynı sıkıntı var.” deyip alıp o reçeteyi uyguluyor, hastahânelik oluyor!.. 

 

Bu kadar fâize batılmasının altında bir vebal de müslüman zenginlere ait:

 

•Karz-ı hasen nerede? 

 

Yukarıda Bakara Sûresi’nin 275’inci âyetinin meâlini verdik. O âyetten önceki 261-274’üncü âyetler, sadakayı, zekâtı, infak âdâbını anlatıyor. Fâiz, müteâkip âyette de infâk ile bir arada zikredilmekte:

 

يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِۜ

 

“Allah, fâizi mahveder, sadakaları ise artırır (bereketlendirir).” (el-Bakara, 276)

 

Fâiz ile sadakanın karşılaştırıldığı bir başka âyet:

 

“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz. 

 

Allâh’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (er-Rûm, 39)

 

Bakara Sûresi’nin fâizle alâkalı âyetlerinin devamında, zekât verenlerin ecri vurgulanıyor (el-Bakara, 277), sonunda da borcunu ödemekte zorlananlara mühlet verilmesi, hattâ ödeyemeyecek durumda olanlardan borçlarının tasadduk mâhiyetinde silinmesi tavsiye ediliyor. (el-Bakara, 280) 

 

Çünkü fâiz; elinde fazla para bulunanla, paraya muhtaç olan arasında gerçekleşiyor. Elinde fazla para bulunduran kişi; bu parayı muhtaca, fâiz beklentisiyle değil, muhtaç kardeşine yardım gayesiyle borç mâhiyetinde verir:

 

•Karz-ı hasen / güzel bir borç olur.

 

Hediye, tasadduk gayesiyle verir.

 

•Sadaka, infak, hediye, yardım olur. 

 

Günümüzde fâizin pençesine düşen her insanın vebâli, fazla parası olup da karz-ı hasen ve benzeri vazifelerini yapmayanların boynunda değil midir? 

 

Bütün bunları söylerken, evlenmek, ikâmet edilecek ev almak, tedavi ve benzeri ihtiyaçları kastediyorum. Yoksa işini genişletmek için borç arayan kişiye; ortaklık, emek-sermaye ortaklığı gibi, kazanca para sahibini de ortak kılacak çözümleri söylemek daha uygundur. Yahut böyle durumlarda paranın değerini koruyacak ve akla fâizi getirmeyecek şekilde, altın vb. bir kıymet ile borç verilmesi daha uygun olacaktır. 

 

Demek ki;

 

Karz-ı hasen toplumdan çekilince, fâiz yayılır. 

 

•Nerede zengin müslümanların birikimleri? 

 

•Nerede geçmişte kurulmuş o devâsâ vakıflar? 

 

•Evlenemeyenleri evlendiren, kızlara çeyiz hazırlayan, hizmetçilerin kırdığı tabağı bile ödeyen o hamiyet-perverler nerede?

 

•Neden bir müslüman; başı sıkışınca, bir müslümana, bir İslâmî müesseseye koşmuyor da, fâiz düzeninin dişlilerinin arasına kendini atmak zorunda hissediyor? 

 

Bu vebâlin son hissesi de, fert bazında kaybettiğimiz bir ahlâkî prensibe işaret ediyor:

 

•Kanaat hazinesini kaybettik!..

 

Atalarımız söylemiş: 

 

“Ayağını yorganına göre uzat!..”

 

Yani bütçen ne ise, alışverişini buna göre belirle. 

 

Fakat aynı kapitalist düzen herkese; 

 

“–Tükettiğin, harcadığın ve sahip olduğun kadar değerlisin!” yalanını empoze ediyor. 

 

Orta hâlli bir çalışanın / esnafın; 

 

•Çocuğu tutturuyor, son model bir telefon diye… 

 

•Hanımı bastırıyor, eşyaları değiştirelim diye… 

 

•Oğlan, kız bastırıyor; lüks salonda düğün diye… 

 

Adamcağızın imkânları elvermiyor. Bir insan; bu ihtiyaçlar için gidip, bir kardeşinden karz-ı hasen isteyemiyor. İsteyemez de. Baskılar altında gidip o fâiz düzeninin çarklarına teslim oluyor. İki cihanını mahvediyor.

 

Burada çare, kanaat ve istiğnâ… 

 

Elindekiyle yetinmek, gözü tok olmak. İktisatlı yaşamak. Allâh’ın emirlerine uymayı, en büyük saâdet bilmek. Mutluluğu; eşyada, tatilde, sosyal medyada hava atmakta görmemek. 

 

Toplumda yaşayacağı baskı ve ayıplanmayı umursamayıp; 

 

“–Âhirette şeytan çarpmış gibi kalkacağıma, bu dünyada bunlara tahammül ederim!” diyebilmek.

 

Ailesini, evlâtlarını zühd ve kanaat anlayışıyla yetiştirebilmek… 

 

Cenâb-ı Allah; bizi fâizin tozundan da, tortusundan da muhafaza eylesin. Cümlemizi; karz-ı hasen ve tasadduk ehli, kanaat ve istiğnâ zengini kılsın. Âmîn…