Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -42- TAHSİL ve TEDRİS ÜZERİNE…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

LÂFIZ ve MÂN 

 

Müellifimiz, özellikle de medreselerde Arapça tahsili yapan kimselere, çok önemli birtakım îkazlarda bulunuyor. 

 

İlimler iki çeşittir:

 

Birincisi; «ulûm-i âliye» Âlet ilimleri. Sarf, nahiv, iştikak, lügat, belâgat, mantık ve benzeri ilimler.

 

İkincisi; «ulûm-i ‘âliye» Yüksek ilimler. Fıkıh, tefsir, hadis, usûl gibi, asıl maksat olan ilimler. 

 

Birinci âliye, âlet kelimesinden, hemze ile. 

 

İkinci ‘âliye, ulûvv / yücelik kökünden ayn ile. 

 

Bilhassa doğu medreseleri; lâfza, kelime yapısına, cümle yapısına çok fazla ehemmiyet gösterirler. Fakat nahve, sarfa o kadar fazla dalarlar ki, bazen ulûm-i ‘âliyeye sıra gelmez. Çünkü tahsile ayrılabilecek mahdut bir zaman var. Yahut o dil bahislerinde derinlere dalmak yüzünden, asıl mânâ ve hedef elden ve gözden kaçırılıyor. Mesafe alınamıyor. 

 

Ahmed Zerrûk Hazretleri bu hususta dengeyi bulmaya davet etmekte: 

 

Altmış İkinci Kaide: 

 

“Lâfız, mânâsı için itibara alınır. Lâfızdan maksat, mânâdır.” 

 

Mânâ, kastedilen demektir. Yani insanlar birbirleriyle anlaşmak ve meramlarını ifade etmek için gönülden konuşurlar. Fakat gönüldekine muttalî olamadığımız için, ona delâlet eden sözü, lâfzı, ifadeyi esas alırız. 

 

Lisan, gönüldekine bir alâmettir, işarettir. Bu yönüyle lâfız; mânâyı idrâk edebilmek, anlayabilmek için ortaya atılmış olan bir nesnedir. Lâfız, atmak mânâsındaki «lâfaza» fiilinden türetilmiştir. 

 

“Mânâ da lâfızdan alınır.”

 

Binâenaleyh;

 

İkisi arasında denge vardır, lâfza mânânın hatırına müracaat ederiz. Ama mânâyı da lâfızdan alırız. 

 

Gaye ile vasıtayı karıştırmamak lâzımdır. Gaye mânâdır. Lâfız vasıtadır. Tâlib-i ilim, mânâyı hedeflediğine göre, vasıtayı gaye hâline getirmemelidir. 

 

“Mânâdan ziyade lâfızla meşgul olan her talebe, mânâların tahsilini kaçırmış olur.” 

 

Asıl maksadı, murâdı tahsil etmek geçmiş gitmiş olur. Lâkin denge olacak. Lâfız da büsbütün terk edilmeyecek:

 

“Lâfzı ihmâl eden her talebenin de mânâyı yakalaması, maksada/merâma ulaşması uzak ihtimal hâline gelir.”

 

Mânâ ondan uzaklaşır. Çünkü vasıtayı terk edersen, gayeye ulaşamazsın.

 

“Kim ki lâfzın müeddâsını, (yani lâfzın götürdüğü mânâyı) anlamaya odaklanır, kendini onunla sınırlar, derinlere ve (lüzumsuz) araştırmaya dalmazsa hem ifadede hem de istifâdede maksada daha yakın olur.

 

Lâfız ne demek istiyor onu düzgün anlamaya çalış, sonra devam et!.. Derinlemesine dalacağım diye uğraşma! Eğer Üsküdar’dan Eminönü’ne gitmek istiyorsan, satıhtan düz bir şekilde git. “Derine dalayım, aşağıda ne var ne yok diye bakayım…” dersen maksada ulaşamazsın. 

 

Maalesef bazen bizim tahsil âdâbımızda bu tür kazalar oluyor. Bir hocaefendi, 300 sayfalık bir eseri okutmaya başlıyor. İlk sahifelerde öyle derinlere dalınıyor ki; iki sayfa, tefsirse iki âyet, hadis ise iki hadis okuyorsunuz, derse ayrılan zaman bitiyor, halka dağılıyor, 298 sahife kalıyor. 

 

Onun için;

 

Maksat iyi kavranmalı ve maksada iyi götürecek şekilde plân ve program yapılmalı. Ne kadar vaktimiz var? Şu kadar. Bu vakit içerisinde düzgün bir eğitim ve öğrenim programı yapılması lâzım. 

 

Meselâ bugün İlâhiyat fakültelerinde «İslâm İbâdet Esasları» diye bir ders var. Orada bütün bahislerin okunması lâzım. Ama hoca; hikâyesini anlatır, teferruata dalar. İkinci sınıfta da başka konulara geçilir. Sonra zekâtı, haccı bilmeyen bir ilâhiyatçı yetişmiş olur.

 

İhtiyaç ve maksat odaklı olmak lâzım. Yeni müslüman olan birine, ilmihâlini öğrensin diye ansiklopedi çapında bir kitap vermişler. Adam yıllardır taharet bahsinden çıkamamış.

 

Derinlere dalmamak hususunda, kitabın seçimi mühim. Fıkıh bahsinde 24 ciltlik İbn-i Âbidin ve 30 ciltlik Mebsut var, buna karşılık 16 sahifelik Nûru’l-Îzah da var.

 

Demek ki;

 

Lâfız ve mânâ irtibatını iyi anlamak, iyi tartmak lâzım.

 

“Bir kimse mânâyı anlamanın yanı sıra usûlüne uygun bir şekilde hakikatin üzerinde de îmâl-i fikrederse, yani o mânânın gerçeğini anlamaya yönelik de bir çaba sarf ederse ehl-i tahkîk olur.”

 

SEN ONDAN MISIN, O SENDEN Mİ?

 

Buradan itibaren Müellifimiz, zamirler üzerinden farklı bir ifade kuruyor:

 

•İlmin senden mi değil mi? Yani tâlip, ilmi özümseyebilmiş mi? Anlamış mı? Kişinin zihnî ve fehmî durumu… 

 

•İlim kendinden mi değil mi? Yani ilim; sıhhatini, gerçekliğini korumuş mu? Sen ilimden misin? Yani kişi, ilmi yaşıyor mu? Kişinin şuur ve takvâ durumu… 

 

Bu iki sorgulama neticesinde dört hâl ortaya çıkar:

 

“Eğer ilimler senden değilse ve kendinden de değilse, ilim senden uzak demektir.”

 

Eskilerin şöyle bir sözü vardı: 

 

“Sen ilme tamamını vermeden, ilim sana bir kısmını bile vermez!”

 

İster dünyalık ister âhiretlik bir ilim olsun, kişi bir hususun delisi hâline gelince; orada büyük inkişaflar meydana geliyor. Ama; «Kenarından tutayım, -mış gibi yapayım, dostlar alışverişte görsün.» türünden gevşek tavırlar bir fayda hâsıl etmiyor.

 

Yani ilimle aranda bir akrabalık meydana gelecek, içli dışlı olacaksın. Hazmedeceksin. Diğer taraftan ilim sana geldiği gibi, sen de ilme gideceksin. Yaşayacaksın. Şuuruna varacaksın. İslâmî ilimlerde, senin bir oryantalistten farkın olacak. Sen sadece meslek, ilgi alanı diye okumuyorsun, yaşamak için okuyorsun.

 

“Eğer ilimler sana gelmiş, ama ona senden bir şey katılmamışsa, o zaman fesat ve sapıtma olur.” 

 

Yani ilme kendini vermişsin, zâhirî olarak ilmi anlamışsın, ama ilim senin bünyende öze geçmemiş, hayat noktasında ilmi özümsememişsin. O zaman sapıtmak ve yozlaşmaktan başka bir şey tahsil edemezsin. Tıpkı, ilmî açıdan dirâyetli olduğu hâlde, sapıtan ilâhiyatçılar ve birtakım yazarlar gibi.

 

İkinci kısım, yani şuur ve takvâ kısmı; senin ilme gitme tarafın ihmâl edilirse, ilk kısım yani zâhirî ilim, aslında bir dalâlet sebebi oluyor.

 

“Eğer ilim için deli dîvâne olmuşsun, ama anlamıyorsun; o zaman da körü körüne taklit ve boşu boşuna atıp tutma olur.”

 

Takvâ var, ama fehim yok. Şuur var, fakat ilmi idrâk ediş yok. O zaman taklîdî bir durum ortaya çıkar. Yeni başlayan talebe; ibarenin üstüne, satır satır hocanın dediğini yazıyor. Sonra da talebeye okutuyorum, diye o yazdıklarını okuyor. Yahut kasetten, günümüzde internet ders videolarından ezberleyip tekrarlıyor. Fakat bir sual sorulsa afallayıp kalıyor. Çünkü fehim tarafı gerçekleşmemiş. 

 

Şu yaşanmış hâdise bu duruma güzel bir misaldir:

 

İnegöl’de bir adam kaybolmuş. Karlı-tipili bir havada onu arıyorlar. Arama faaliyetlerine yardım için sağdan-soldan insanlar da gelip katılıyor. Bir müddet sonra bakıyorlar ki aradıkları adam da arıyor; 

 

«–Ne arıyorsun?» diyorlar. 

 

«–Ne bileyim herkes arıyor, ben de arıyorum.» diyor. 

 

Evet; adam aramaya inanmış, şuurunda, takvâsında problem yok. Ama ne aradığını bilmiyor.

 

İnsan ne aradığını bilmezse, bulduğunda da; 

 

«–Buldum.» diyebileceği bir şey yoktur. Ne aradığını bilirse, o zaman bulma imkânı olur. Eskiler onun için demişler ki:

 

“Soru ilmin yarısıdır.”

 

“Hem sen ilmi hazmetmişsin, hem ilim seni sahiplenmiş; tam bir muvaffakiyet ve tahkik işte budur.” 

 

Yani hem ilim ve fehim var hem de şuur ve takvâ var. Tabiri câizse ballı kadayıf!.. Bundan daha değerli bir şey yok.

 

Tevfîk Allâh’ın muvaffak kılması ve tahkik, tam mânâsıyla maksadın gerçekleşmesi, işte bu iki hususiyetin bir araya gelmesiyle olur. 

 

“Durdukları yerde dur! Sonra tefsir et (anlamaya çalış, örtüyü kaldır, yorumla!)” Allah en iyi bilendir.

 

Ulemânın, kudemânın durduğu yerde dur. Onların söylediğini kabul et ve anlamaya gayret et. Müellifimiz 29’uncu kaidede de meâlen; 

 

“–İlim evvelâ dinlemek ve kabul etmektir. İlletleriyle, sebepleriyle anlamak ve öğrenmek sonra gelir.” demişti. 

 

Âhirzamanda akademik çevrelerde; 

 

“–Bunu kimse görmemişti, ben buldum, ben keşfettim! Benden önce kimse bu hakikati görememişti, bulamamıştı!” şeklinde enâniyet ve taşkınlık gösterenler oluyor. Asırlardır gelen kadîm anlayışı bir çırpıda çiğneyip geçmeye cür’et edenler oluyor. Hâlbuki sonra buldum sandığı şeyin de asırlar önce ileri sürüldüğü, fakat çürütüldüğü ortaya çıkıyor. 

 

Hâsılı;

 

Lâfız ve mânâ dengesine dikkat etmek lâzım. Bir ilmi ilk okurken onun ana konularını, bir nevi fihristini okumak gerekir. Sonra mutavassıt / orta seviye, en son nihâî noktadaki eserlere dalmak gerekir.

 

Eğer ilk anda derinlemesine dalınırsa, o birbirini tamamlayan bütünlük kaybolduğundan dolayı farklı ârızalar ortaya çıkabilir. 

 

İlimlerin zâhirini ve bâtınını iyice benimsemek, içli dışlı olmak gerekir. 

 

Cenâb-ı Hak, faydalı ilimden istifâde ettirsin. Fehmimizi, iz‘ânımızı, idrâkimizi ve takvâmızı artırsın.