Emr-i Bi’l-Mâruf; HAKİKÎ İLİM ve TAHSİL…

Osman Nûri TOPBAŞ

 

KURTARICI SÂLİH AMELLER 

 

Kur’ân-ı Kerim’de, îmân ile sâlih ameller ekseriyetle bir arada zikredilir. Zira sâlih ameller, gerçek bir îmânın âdetâ delil ve tescîli mâhiyetindedir. Sâlih amellerle ispat edilmemiş bir îmânın hakikî olup olmadığı şüphelidir.

 

Nitekim Rabbimiz soruyor:

 

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik!» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ehl-i beytini ve bilhassa çok sevdiği kızı Fâtıma’yı dâimâ gafletten sakındırmış, her fırsatta sâlih amellerde bulunmaya teşvik etmiştir. Son anlarını yaşarken bile en yakınlarına şu îkazda bulunmuştur:

 

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında; «Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih ameller işleyeyim.» der…” (el-Mü’minûn, 99-100)

 

Dolayısıyla kişiye âhirette fayda verecek olan, bu dünyada işlediği sâlih amelleridir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de pek çok hadîs-i şerîfinde bu hakikati dile getirmiştir. Bunlardan birini Abdurrahman bin Semûre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: 

 

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: 

 

“Dün akşam rüyamda acayip hâdiseler gördüm. 

 

Ümmetimden, rûhunu almak için kendisine melekü’l-mevtin geldiği bir adam gördüm. Onun, ana-babasına yaptığı iyilikler, o meleği geri çevirdi.

 

Ve ümmetimden, kabir azâbına dûçâr olmuş bir adam gördüm. Aldığı abdestler gelip o azaptan kendisini kurtardı. 

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm, şeytanlar etrafını sarmışlardı. Allâh’a yaptığı zikir geldi, onların arasından kendisini çıkarıp aldı. 

 

Ve ümmetimden, azap meleklerinin etrafını sardığı bir adam gördüm. Namazı gelip onu, onların elinden kurtardı. 

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm, susuzluktan ağzını açmıştı. Vardığı her havuzdan kovuluyordu. Sonra orucu gelip ona su verdi, onu doyurdu.

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm, yanında Nebîler halka halka oturmuşlardı. O adamın, yaklaştığı her halka onu kovuyordu. Sonra cünüplükten yıkanması / guslü geldi, elinden tutup onu yanıma oturttu.

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm; önü karanlık, arkası karanlık, sağı karanlık, solu karanlık, altı karanlık, üstü karanlık, o karanlıklar içinde şaşırmıştı. Sonra hac ve umresi gelip onu o karanlıklardan kurtardılar. Etrafını nurlarla doldurdular.

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm, mü’minlerle konuşur. Onlar onunla konuşmazdı. Sıla-i rahim geldi; 

 

«–Ey mü’minler cemaati! Onunla konuşun!» deyince onunla konuşmaya başladılar.

 

Ve ümmetimden birisini gördüm, eliyle ateşin alev ve kıvılcımlarını yüzünden kovuyordu. Sonra, verdiği sadakalar geldi; yüzüne bir örtü, başında bir gölgelik oldular.

 

Ve ümmetimden birisini gördüm, her taraftan gelen zebânîler onu yakalamışlardı. Onun yaptığı emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker gelip onu onların ellerinden kurtardılar, rahmet meleklerinin ellerine teslim ettiler.

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm, dizleri üzerine çömelmişti. Allah ile onun arasında bir perde vardı. Güzel ahlâkı geldi; elinden tuttu, onu Allâh’ın huzûruna götürdü.

 

Ve ümmetimden amel defteri sol eline verilmiş bir adam gördüm. Onun Allah’tan korkusu geldi, sahîfesini sağ eline verdi.

 

Ve ümmetimden terazisi hafif kalmış bir adam gördüm. Kendisinden evvel vefât eden çocukları (dolayısıyla olan sabrı) gelip terazisini ağırlaştırdı.

 

Ve ümmetimden cehennem kenarında olan bir adam gördüm. Allah’tan ürpermesi gelip onu kurtardı. Adam oradan geçti.

 

Ve ümmetimden bir adamı ateş içinde gördüm. Dünyada Allah korkusundan döktüğü gözyaşları gelip onu ateşten çekti.

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm. Sırat köprüsü üstünde durmuş, hurma yaprağının titrediği gibi titriyordu. Allâh’a olan hüsn-i zannı geldi. Titremesi durdu. Adam köprüden geçti.

 

Ve ümmetimden Sırat köprüsü üstünde bir adam gördüm. Bazen yavaş yürür. Bazen sürünürdü. Bana olan salevatları geldi, elinden tutup onu ayağa kaldırdılar ve adam geçti.

 

Ve ümmetimden bir adam gördüm. Cennet kapılarına varmış, fakat kapılar ona kapalı… Lâ ilâhe illâllah şahâdeti geldi, ona kapıları açtı ve onu cennete koydu.” (Taberânî, Kebîr, XXV, 281-283; Mecmau’z-Zevâid, VII, 179-180)

 

Bu ve benzeri hadîs-i şeriflerdeki müjdeleri, tek bir ameli işleyerek kurtulmak şeklinde anlamak asla doğru olmaz. Son nefese kadar hayatın her safhasında şerîatın muhtevâsındaki bütün emirleri yerine getirmemiz lâzımdır. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; muhataplarının ihtiyaçlarına, mizâcına ve zaaflarına göre birtakım farklı tavsiyelerde bulunurlardı. Bu hadiste de, kişiyi âhirette selâmete çıkaracak olan şerîat tâlimatlarının bazılarını zikretmişlerdir. 

 

Bu hadîs-i şerifte de Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; son nefesle başlayıp, kabir âlemiyle devam eden, mahşer yerindeki korkunç ahval, amel defterlerinin verilmesi, Sırat köprüsünden geçilmesi ve cennetin kapısından girilmesine kadar insanoğlunu bekleyen nice muhâtaralı geçidi anlatmakta ve her birinde insana imdat edecek tek şeyin kendi sâlih amelleri ve güzel ahlâkı olduğunu tebârüz ettirmektedir. Yani cennete girene kadar her zorlu safhada her bir amel-i sâlih ayrı ayrı lâzım olmakta, dolayısıyla bu güzel amellerin sadece bir kısmı değil tamamı da kurtuluşumuz için zarûret arz etmektedir.

 

Bu emirlerden biri de; bizi zebânîlerden kurtarıp rahmet meleklerine kavuşturan;

 

EMR-İ Bİ’L-MÂRUF

 

İyiliği emredip, kötülükten alıkoymak, bir başka ifadeyle hak ve hakikati tebliğ etmek vazifemizdir. 

 

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ifadesi, Kur’ân-ı Kerim’de 11 defa geçmektedir. 

 

Esasen, tefsir âlimleri, Kur’ân’ın üç ana mevzuunu;

 

•Ulûhiyet

 

•Nübüvvet ve

 

•Âhiret olarak ortaya koyarlar. 

 

Nübüvvet mevzuu, peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ve irşadları, bu yolda katlandıkları meşakkat ve zorluklar, gösterdikleri fedâkârlık ve gayretlerdir. Yani Kur’ân’ın üçte birinin tebliğ hakkında olduğunu söylemek mümkündür.

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlerin sonuncusudur. O Hâtemü’l-Enbiyâ’dan sonra peygamber gelmeyeceği için, tebliğ vazifesi, ümmet-i Muhammed hakkında daha büyük bir ehemmiyet arz eder. 

 

Sahâbe-i kiram bu vazife ve mes’ûliyeti çok iyi idrâk etmişlerdir. Onlar nâil oldukları İslâm nimeti ve sahâbî olma lutfunun şükrünü edâ edebilmek için, insanların yaşadığı her yere İslâm’ı ulaştırma azmi ve heyecanıyla koşmuş, gecelerini gündüzlerine katmışlardır. Bu muazzam gayretlerinde, gönül enerjisini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den almışlardır. Efendimiz’e olan muhabbetleri ve dünyada ashâbı oldukları gibi, âhirette de Peygamberimiz ile beraber olma iştiyakları, sahâbenin gönüllerindeki feyiz ve rûhâniyet enerjisini teşkil etmiştir. 

 

Böylece, onlar bu kudsî vazifede; yani tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf gayretinde, hiç üşenmediler, asla yorulmadılar, hiçbir şekilde bezginlik göstermediler. Semerkant’tan Kayravan’a, Azerbaycan’dan Afrika’nın içlerine muhabbet ve fedâkârlıkla koştular. 

 

O gayretler vesilesiyle, nice iklimler hidâyete kavuştu. Câhiliyye karanlığından kurtulup fazîletler medeniyetine erişti. 

 

Aradan geçen asırlarda, muhtelif sebeplerle yeniden câhiliyye karanlığı zuhûr etti. 

 

ÂHİRZAMANDA TEBLİĞ

 

Bizler, âhirzaman ümmeti olarak, yeniden hortlayan câhiliyye ile karşı karşıya kaldık. 

 

Fiten hadislerinde bildirilen kıyâmet alâmetlerinin birçoğunun artık gerçekleştiği bir devirde yaşıyoruz. 

 

Fiten hadislerini hulâsa edersek;

 

Küçük alâmetler denilen;

 

•Hakikî ilmin ortadan kalkması, sâlihlerin azalıp toplumda fâsıkların hâkimiyete geçmesi,

 

•Zulüm, cinayet ve kan dökülmesinin çoğalması, 

 

•Her türlü ahlâksızlığın artması; fuhuş, zinâ, fâiz ve içkinin yayılması gibi fecaatlerdir. 

 

Bunlardan sonra büyük alâmetler denilen hâdiseler birbiri ardına yaşanacak ve kıyâmet kopacaktır. Kıyâmetin zamanını Cenâb-ı Hak kimseye bildirmemiştir. Fakat görüyoruz ki, küçük alâmetler neredeyse tamamen zuhûr etmiştir. 

 

Emr-i bi’l-mâruf vazifesi, böyle şartlarda farz-ı ayn hâline gelmiştir. İslâm’ı, hidâyet bekleyen kitlelere ulaştırmak vazifesi bir tarafa, kendi evlâtlarımızı dahî bu câhiliyye taarruz ve hücumlarından korumak için, emr-i bi’l-mâruf vazifelerine dört elle sarılmamız lâzımdır. 

 

Geçtiğimiz asırlarda kılıç kılıca haçlı seferleri vardı. Şimdi onun yerine daha korkunç olan medya savaşları geldi. İnternet ve televizyonun zehirli neşriyatı, her cebe giren telefonlar üzerinden evlâtlarımıza saldırıyor. Şeytânî vitrinlerden pazarlanan şahsiyetsizleştirici modalar ve sahtekâr reklâmlar, evlâtlarımızı özüne yabancılaştırıyor, robotlaştırıyor, kalbini katılaştırıyor, zihnini dumûra uğratıyor. 

 

Bu yeni tip haçlı saldırılarına karşı tek çaremiz; 

 

•İslâmî bir tahsil, 

 

•Gerçek ilim ve bunların neticesinde, 

 

•En güzel üslûp ile emr-i bi’l-mârufta bulunabilmektir.

 

Emr-i bi’l-mâruf için, kişi önce kendini ihyâ ve irşâd etmeli, daha sonra da, ailesinden başlayarak çevresindeki müsterşidlere, yani irşad bekleyenlere ulaşmalıdır. 

 

Bu vazife, aynı zamanda Rabbimiz’e şükrümüzün edâsıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesâba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8)

 

Her nimetin şükrü, kendi cinsindendir. 

 

Kul; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği İslâm nimetine karşı en güzel şükrünü ve mes’ûliyetini, ancak emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmakla yerine getirmiş olur. Aksi hâlde mahrumiyet içinde hüsrâna düşer.

 

En hayırlı anne-babalar; evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilen, onlara namaz şuuru aşılayabilen anne-babalardır. 

 

Bunun yolu da evlâtların tahsilinde uhrevî ilmi esas tutmaktır. 

 

Dînimiz ilme çok büyük ehemmiyet verir: 

 

İlim herkese farz-ı ayndır. Âlimler, peygamberlerin vârisidir. Beşikten mezara kadar, bir ömür; tâ uzaklarda, Çin’de dahî olsa ilmi talep etmek gerekir. 

 

Fakat;

 

HANGİ İLİM?

 

İlim lügat mânâsıyla bilmekten ibarettir. İnsan kendisine zarar verecek şeyi de öğrenebilir. Meselâ âyet-i kerîmede; İsrailoğullarının, kendilerine fayda vermeyen, bilâkis zarar veren sihir ilmini öğrenmeye düşkünlük gösterdikleri kınanarak ifade edilmektedir. 

 

Demek ki;

 

İlmin faydalısı olduğu gibi, zararlısı da vardır. 

 

Rasûlullah Efendimiz; 

 

عِلْمٌ لَا يَنْفَعُ

 

«Fayda vermeyen ilim»den Allâh’a sığınmıştır. 

 

İlmin faydasızlığı birkaç türlü olabilir:

 

•Bizzat muhtevâsı itibarıyla faydasız, lüzumsuz bilgileri zihne depo etmek. 

 

Bugün felsefe, psikoloji ve benzeri sahalarda; inanç bakımından ateist, şahsî hayatları asla kimseye örnek teşkil edemeyecek kadar bozuk şahısların ortaya attıkları temelsiz ve çürük iddialar ilim diye okutulmaktadır. 

 

Hâlbuki, tarih boyunca filozofların ve benzerlerinin gösterdiği yoldan giderek saâdete ulaşmış hiçbir fert ve toplum gösterilemez. 

 

Psikoloji müfredâtında, eserlerinde insan nefsine ve rûhuna dair mükemmel bilgiler veren âlimlerimiz; İmam Gazâlî, Hazret-i Mevlânâ, İbrahim Hakkı Erzurûmî ve benzerleri yoktur. Bunun yerine, insanı sadece cinsî duygularının zebûnu gören Freud ve talebelerinin bozuk ve bozucu telkinleri doludur. Bu ifsâd edici şahısların; 

 

“–Nefsânî arzulara tam serbestiyet vermek lâzım!” telkinleriyle, günümüzde cinsî sapıklıklar yayılmış hattâ bu çirkin vaziyet, insanlardan zorla saygı isteyecek cür’et ve küstahlığa varmıştır. 

 

Evlâtlarımızın bu nevi tahsillere heves etmemeleri için; onları hakikî ilim ile, Kur’ân ve Sünnet ile, vahiyle buluşan gönüllerin ortaya koyduğu gerçek hikmet ve tasavvuf ile tanıştırmamız lâzımdır. 

 

OKUMAKTAN MÂNÂ NE?

 

İlmin faydasızlığının bir başka şekli:

 

•İlmin hakikî gayesinden koparılmasıdır. 

 

Fizik, kimya, biyoloji, tıp, jeoloji, botanik, zooloji, Allâh’ın kâinâta koyduğu kaideleri tespit etme gayretinin neticesi olan ilimlerdir.

 

Cenâb-ı Hak, insana bu ilimleri niçin lutfetmiştir? Bu ilimleri geliştirebilecek akıl, fikir, âlet ve edevâtı niçin bahşetmiştir? 

 

Elbette;

 

•Tefekküre vesile olması, 

 

•Uhrevî ilme basamak teşkil etmesi, 

 

•Îmâna anahtar olması için. 

 

İlmi bu ulvî gayesine uygun şekilde tahsil edenler hakkında;

 

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyurulmaktadır.

 

İlimle meşgul olan bir mü’min; tahsil ettiği ilmin, ilm-i nâfi / faydalı ilim mi yoksa faydasız ilim mi olduğunu anlamak için, kendisini şöyle muhasebe etmelidir: 

 

•Allah’tan hakkıyla korkuyor mu?

 

•Kalbi Allah denildiğinde ürperiyor mu? 

 

•Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmânı artıyor mu?

 

•Hayatın değişen şartları karşısında Allâh’a tevekkül edebiliyor mu? 

 

Eğer tahsil ettiği ilim, haşyetini artırmıyorsa, kendisine bu vasıfları kazandırmıyorsa, faydalı ilim değildir. Faydalı ilmin tescili, «haşyetullah»tır. 

 

Hakikî ilmin, haşyeti nasıl artırdığına şu misâli verebiliriz:

 

Meselâ avamdan bir insan başını kaldırıp gökyüzüne baksa, birkaç yüz yıldız görebilir. Fakat bir astronomi âlimi, fezâya gönderilen teleskopların fotoğrafını çektiği küçücük bir alanda dahî milyarlarca galaksi olduğu bilgisine ulaşır. Eğer ilmini, uhrevî ilim ile mezcedebilmişse, bu bilgi onun kalbini ürpertir. Onun ilâhî azamete olan hayranlığı, sıradan bir insandan katbekat ileride olur. 

 

Yani uhrevî ilimle mezcedilen dünyevî tahsil, kişiyi, sanattan Sanatkâr’a, eserden Müessir’e, sebepten Müsebbib’e götürür. 

 

Sâmi Efendi Hazretleri; sohbetlerinde asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifade ederler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesileyle hatırlatırlardı. Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;

 

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. 

 

Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;

 

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullâh»ın tahsilidir!” buyurdu.

 

İmâm-ı Mâlik anlatır:

 

“Annem başıma sarığımı güzelce sarar ve;

 

«–Haydi! (Hocan) Rebîa’ya git; onun ilminden önce edebini öğren!» derdi.”

 

Kıssaların özü: 

 

İlimden gaye, Hakk’ı bilmektir, kulluğu öğrenmektir, edep ve ahlâkı yaşamaktır.

 

Maalesef;

 

Zamanımızda ise bu ilimler sadece meslek kazanmak, makam-mevki yahut entelektüel bir kişi apoleti elde etmek için tahsil edilir olmuştur. 

 

Tahsil mekânlarındaki mâneviyatsızlık, kasvet ve ihtilât da bu gayesizliğe eklenince, maalesef sırf dünyevî tahsil; insanda enâniyeti artırmakta, onu rûhânî hayattan uzaklaştırıp, bencil, egoist ve kibirli bir ruh hâline büründürmektedir.

 

Gayesinden koparsa; isterse fıkıh, hadis ve tefsir gibi dînî bir ilim olsun, tahsil sahibine fayda vermez olur. Hattâ; 

 

«–Âlim desinler! Hürmet etsinler! Makam-mevki versinler!» diye okunursa, zarar verir, enâniyeti artırır. Zamanımızda modernist veya tarihselci zihniyete sahip bazı ilâhiyatçıların perişan hâlleri bunun acı misalleridir. 

 

Öyleyse;

 

FAYDALI İLİM NEDİR?

 

Faydalı ilim, sahibini Allâh’a götüren ilimdir. Îmân anahtarı olan tefekküre vesile olan ilimdir. Takvâyı artıran ilimdir. 

 

Yûnus Emre Hazretleri’nin dediği gibi:

 

İlim ilim bilmektir,

 

İlim kendin bilmektir. 

 

Sen kendini bilmezsin, 

 

Bu nice okumaktır?

 

Sahâbe-i kiramdan Yezid bin Seleme el-Cûfî -radıyallâhu anh- bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıkarak;

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben Siz’den pek çok hadis işittim. Fakat sonradan işittiklerimin, önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana (hepsinin yerini tutacak) câmî bir söz söyleyiniz!” der.

 

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:

 

“–Bildiklerin husûsunda Allâh’a karşı müttakî ol! (Bu sana yeter.)” (Tirmizî, İlim, 19/2683)

 

Hakikî ve faydalı ilim iki kanatlıdır: 

 

•Dünya ve ukbâ…

 

•Madde ve mânâ…

 

•Beden ve kalp…

 

Tek kanatla, sadece zâhir ile iktifâ edilirse, Hazret-i Mevlânâ’nın şu îkāzı gerçekleşir:

 

“Tek kanatla uçmaya kalkışan kuş, azgın kedilerin lokması olur!”

 

Yani kişi şeytanın ve nefs-i emmârenin pençesine düşer ve âhiretini kaybeder.

 

Mevlânâ Hazretleri tek kanatlı olanların hâlini şöyle tasvir eder:

 

“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlmi ezberleyip yutmuştur da, Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanıyıp O’na hürmet ve muhabbetle râm olabilmek, bu cihan dershânesinde görmemiz gereken en mühim tahsildir. Bu tahsilden mahrum biri, yani Allah Rasûlü’nü tanımayan bir kimse -isterse binlerce kitap okumuş, zihnine sayısız bilgi depolamış, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş olsun- yine de câhil demektir.

 

Tek kanatlı, dünyevî ilmin; insanı nasıl canavarlaştırdığını, nasıl gaddar bir hâle getirdiğini aylardır süren Gazze katliâmında görmekteyiz. 

 

Bugün dünyayı câhiliyye devrine çevirenler, tek taraflı yetişmiş bilgiç kimselerdir. Gazze’de, Sudan’da ve diğer mazlum coğrafyalarda en acımasız zulümleri irtikâp edenlerin hepsi de, tek kanatlı yetişen ilim sahibi kimselerdir. Sahip oldukları yığınla dünyevî ilme rağmen, onlar; vicdansızca, merhametsizce zulmün en ağırlarını kolayla işleyebilmekte, destekleyebilmekte ve alkışlayabilmektedirler.

 

Hâlbuki;

 

Zâlimleri boykot husûsunda, Nemrud’un ateşindeki Hazret-i İbrahim’e bir damla su taşıyan karınca misâli, en azından safını belli eden hiçbir gayreti küçük görmemek gerekir. Hiç kimse; 

 

“–Benim yapabileceğim boykottan ne olur ki?!.” demeyip, herkes -gücü nisbetinde- mazlumların haklı mücadelesini dünyaya duyurmaya çalışmalıdır. Zulme sessiz kalmamalı, zâlimleri protesto etmelidir.

 

Şâfiî fakihlerinden olan İzz bin Abdüsselâm -rahmetullâhi aleyh-, İslâm dünyasına savaş açmış haçlılara silâh ve silâh îmâlatında kullanılacak malzemenin satışının haram olduğuna ve bunu yapanların zâlim olacaklarına dair bir fetvâ yayınlamıştı. Bu fetvâyı duyan terzilerden biri, İbn-i Abdüsselâm’a gelerek;

 

“–Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben haçlılara elbise dikersem bu zulme ortak olur muyum?” diye sordu.

 

İbn-i Abdüsselâm ise günümüze de ışık tutan şu muhteşem cevabı verdi:

 

“–Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen ise zâlimin ta kendisi olursun.”

 

Tek kanatlı dünyevî tahsille yetişenler ise, bu hassâsiyeti kalplerinde hissetmemektedir. Evlâtlarımızı böyle zararlı, insanı zâlim kılan bir tahsilden muhafaza etmemiz zarûrîdir.

 

DÜNYA ve UKBÂ

 

Cenâb-ı Hak; 

 

“…Dünya hayatı sizi aldatmasın!..” (Lokmân, 33) buyurmaktadır. 

 

Kur’ân-ı Kerîm’in üçte bir muhtevâsı esas hayatın âhiret olduğu hakikatini gönüllerimize nakşetmektedir. 

 

Buna rağmen görüyoruz ki; 

 

Gafil anne-babalar, evlâtlarının tahsilinde, uhrevî tahsili ihmâl ediyorlar. Evlâtlarının sadece dünyaya tahsis edilmiş, tek kanatlı tahsili için; nice masraflar ediyor, nice fedâkârlıklarda bulunuyor, evlâtları imtihandayken heyecanla mektep kapılarında bekliyorlar. Evlâtlarının uhrevî tahsili husûsunda ise ya hiçbir şey yapmıyor yahut da onu, yazın cami kursundan bekleyecek kadar -Allah korusun- hafife alıyorlar. 

 

Hâlbuki Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına uhrevî tahsili 23 senede aktardı. Uhrevî tahsilin içinde; 

 

•Kur’ân tahsili var…

 

•İbâdetler fıkhı var… 

 

•Haram ve helâllerin öğrenilmesi var… 

 

•Güzel ahlâk var…

 

•Muâmelât ve ukûbat var…

 

Hâsılı;

 

İmâm-ı Âzam’ın tarifiyle; kişinin lehinde ve aleyhindeki her şeyi, yani bütün hak ve vazifelerini öğrenmesi var. 

 

İslâm kültürü en yüce kültür. İslâm medeniyeti, bir benzerine ulaşılamamış eşsiz bir medeniyet. 

 

Bu tahsili, ehemmiyetsiz görmek ne büyük bir hüsran!.. Üstelik bu ihmal ve hüsrânın cezası, o ciğerpâresi yavrudan ebediyyen ayrılmak!.. 

 

SONSUZ AYRILIK

 

Dünya hayatını, âhiretten önde tutmak ahmaklıktır. Çünkü deryâyı bırakıp damlayı almak demektir. 

 

Ne acı bir manzaradır ki;

 

Evlâdının iyiliği için çırpındığını zanneden anne-baba, ona en büyük kötülüğü yaptığının farkında değildir. 

 

Hiçbir anne-baba, evlâdından ayrı düşmek istemez. Dünyada evlâdından ayrı düşenler o ızdırâbı; «Allah kimseye evlât acısı göstermesin!» diyerek pek fecî bir sûrette ifade ederler.

 

Hâlbuki fânî dünyada, her şey geçici olduğu için, o ayrılık acısı da zamanla unutulur. 

 

Fakat âhirette ebedî bir yol ayrımı vardır. Mahşer meydanında herkes, hakkındaki hükmü beklerken, cennet ehli, kendilerine;

 

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

 

“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyurularak cennete davet edilirler. 

 

Mücrimlere ise Cenâb-ı Hak;

 

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

 

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) diye nidâ eder. 

 

Bu manzara, ayrılığın en kötüsü ve en fecîsidir. 

 

“–Evlâdımın istikbâlini düşünmek zorundayım!” diyerek, onu tek kanatlı, âhirete faydasız bir tahsile mahkûm eden anneler, o gün dizlerini dövecektir. Evlâtları da böyle anne-babalardan, uhrevî tahsilini ihmâl ettiği için dâvâcı olacaktır.

 

Dünya imtihanını en güzel şekilde verebilenler ise ailecek şu saâdeti yaşayacaktır:

 

“Onlar; Rablerinin rızâsını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) infâk eden ve kötülüğü iyilikle bertaraf eden kimselerdir. İşte dünya yurdunun (güzel) sonu, sadece onlarındır. 

 

(O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından SÂLİH OLANLARLA beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır.” (er-Ra‘d, 22-23)      

 

Rabbimiz o bahtiyarlardan eylesin!..

 

Rabbimiz, bizleri ve nesillerimizi gerçek ilim ve tahsil ile mücehhez, gönlünü vahiyle buluşturmuş, kendini ihyâ edip, etrafını da irşâd edebilen mü’minler zümresine ilhak buyursun.

 

Âmîn!..