İslâm’da Nezâket ve Zarâfet KULLUĞUN ÂDÂBI
Osman Nûri TOPBAŞ
DOKUZ HASLET
Merhum Ali Ulvi KURUCU, hâtırâtında da yer alan hadîs-i şeriflerden derlenmiş şu hakikatleri çok söylerdi:
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuştur ki:
“Rabbim bana şunları emretti, (ben de size tavsiye ederim.)
1. Açıkta ve gizlide Allah -aleyhisselâm-’den korkmak.
2. Rızâ (hoşnutluk) ve gazab (kızgınlık) hâllerinde dahî adâletten ayrılmamak.
3. Zenginlikte ve fakirlikte iktisâdı ve îtidâli elden bırakmamak.
4. Akraba, alâkasını kesse bile onlarla alâkayı kesmemek.
5. Kendisini mahrum edene dahî ihsân etmek.
6. Kendisine zulmedene bile af ile muâmele etmek.
7. Sükûtunun tefekkür olması…
8. Konuşmasının zikir (Allâh’ı anmak) olması…
9. Nazarının ibret olması…1
Bu hakikatleri birer birer misallerle açıklamaya ve hayatımıza nakşetmeye gayret edelim:
Birinci haslet:
ALLAH KORKUSU
Muhabbetle mezcolunmuş bir kalbin, ilâhî azamet karşısındaki ürperişi, Cenâb-ı Hakk’ın, hakikî mü’minlerin sıfatları arasında zikrettiği husûsiyetlerden biridir:
Âyet-i kerîmede buyurur:
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ
“Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)
Güzel ahlâkın, insanı yücelten bütün fazîletlerin temelinde Allah korkusunun bulunduğunu, Mehmed Âkif ne güzel söyler:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır!
İnsanın gerçekten Allah’tan korkup korkmadığının mihengi ise; onun gizlideki, gözlerden uzaktaki hâlidir.
Ayıplanma korkusu, insanlara düzgün bir insan görünme duygusu; birçok insanı açıkta yanlış yapmaktan koruyabilir.
Fakat hakikî takvâ, gerçek haşyet; gizlide de kimsenin görmediği yerde de Allah’tan hayâ etmeye ve O’ndan korkmaya sevk eder.
Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri buyurur:
“Gerçek hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın men ettiği günahları, kimsenin olmadığı yerde; «Cenâb-ı Hak işitir, görür, bilir…» diye îmân ederek terk etmektir.”
İkinci haslet:
ADÂLET ve ÎTİDAL
Rızâ (hoşnutluk) ve gazab (kızgınlık) hâllerinde dahî adâletten ayrılmamak.
Güzel ahlâkın özü muvâzene ve îtidaldir. Hayatın med ve cezirleri, yani gelgitleri olur. Davranışların imtihanı; normal akışın dışına çıkılan, menfaatlenme ve öfkelenme gibi anlardadır.
Âyet-i kerîmede; insanı adâletten sapmaya iten hususlar bir bir sayılarak, şöyle îkaz buyurulur:
“Ey îmân edenler!
•Adâleti titizlikle ayakta tutan,
•Kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun.
•(Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır.
Hislerinize uyup adâletten sapmayın; (şâhitliği) eğer, büker (doğru şâhitlik etmez) yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (en-Nisâ, 135)
Yine âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin…” (el-Mâide, 8)
Hayatı boyunca bütün mahlûkātın hakkına, fevkalâde îtinâ gösteren Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefâtı esnasında bile kul hakkını gündeminde tutmuş ve mecalsiz olduğu hâlde minbere çıkarak;
“–Ashâbım, kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına sehven (bilmeyerek) vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” buyurmuştur. (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 190; Ahmed, III, 400)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- önüne borçlu bir cenâze getirildiği zaman;
“–Bunun kul hakkını kim ödeyecek?” derdi. Borcu ödenirse, o takdirde imâmete geçerdi.
Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, namazını kıldırması için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Ancak -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!” buyurdu.
Ben;
“–(Borç) benim üzerime olsun, ey Allâh’ın Rasûlü.” dedim.
“–Sadâkatle mi?” dedi.
“–Sadâkatle!” dedim.
Bunun üzerine cenâzenin namazını kıldı. (Tirmizî, Cenâiz, 69; Nesâî, Cenâiz, 67)
Zamanımızda kılınan cenâzelerde, imam efendiler, cemaate üç defa;
“–Haklarınızı helâl edin!” demekte ve cemaat de;
“–Helâl olsun!” diye mukabelede bulunmaktadır. Bu tatbikat da faydadan hâlî değildir. Ancak borç ve hakların ödenmesi sadece bu merasimle tam mânâsıyla gerçekleşmez. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu gibi borçlar «sadâkatle» ödenmeli, örf-âdet îcâbı değil «sadâkatle» helâlleşilmelidir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nurlu ve hakkāniyetli yolundan yürüyen ecdâdımız, adâlete gösterdikleri titizlikle asırlarca pâyidâr olmuşlardır.
Fatih Sultan Mehmed Han, tebaasından bir Rum tarafından mahkemeye verilmişti. Arkadaşı olan ve kendisinin tayin ettiği kadı Hızır Bey, sultanı murâfaaya; «Sultân İbn-i Sultân» gibi unvanlarıyla değil, halktan biri gibi;
“–Murad oğlu Mehmed, şu tarih ve saatte mahkemeye gelin!” diye çağırdı ve ayakta muhakeme etti. Dâvânın neticesinde de Fatih’i suçlu buldu ve kısasa hükmetti.
Bu eşsiz adâlet manzarasına hayran olan Rum mimar, padişah ile sulh olarak kısas hakkından vazgeçti.
Hak meselesine çok dikkat etmek gerekir.
•Anne-baba hakkı…
•Evlâtların anne-baba üzerindeki hakları…
•Akraba hakkı…
•Komşu hakkı…
•Zevc ve zevcenin birbiri üzerindeki hakları…
•İşçi ve işverenlerin karşılıklı hakları…
•Mahlûkātın ve nebâtâtın üzerimizdeki hakkı…
Bütün bu haklara titizlikle riâyet etmek ve hakkı yerine tevzî etmek lâzımdır.
Ecdâdın gösterdiği adâlet ve hakkāniyet, istihdâm edilen yük hayvanlarını da içine alıyordu. Kanunî Sultan Süleyman, Süleymaniye’nin inşâsında istihdâm edilen mahlûkātın hak ve hukukuna riâyeti fermanlarla emretmiştir.
Üçüncü haslet:
KANAAT ve İKTİSAT
Zenginlikte ve fakirlikte iktisâdı ve îtidâli elden bırakmamak.
•Mülk Allâh’ındır.
•Rızık Allâh’a aittir.
Cenâb-ı Hak, kulundan zühdî bir hayat istiyor. Yani dünya nimetlerini Allah yolunda kullanmak ve nefsânî arzulardan müstağnî olabilmek…
Kullara dünya hayatında, ihtiyaçlarının üstünde verilen mal ve mülk, bir emânet ve imtihandır.
Emânete, mülk sahibinin şartlarına riâyet ederek tasarruf edilmelidir.
Cenâb-ı Hak, emâneten verdiği maldan istifâde edilirken;
•İsraf ve lüks istemiyor.
•Pintilik ve cimrilik de istemiyor.
İktisatlı bir şekilde, riyâzat ve kifâyet ölçüsünde, istifâde edip, arta kalanı Allah yolunda infâk etmemizi arzu ediyor.
Esasen;
Lüks ve israf, insanın karakter ve şahsiyet zaafını kapatma gayretinin neticesidir.
İnsan; güzel ahlâkıyla, fazîlet ve meziyetleriyle, nezih karakter ve şahsiyetiyle Cenâb-ı Hak katında da, insanlar nezdinde de değerli olur.
Bu meziyetlerden mahrum kişiler ise, mal mülk yığıp; «Ne kadar zengin!» dedirtmek, modalar ve lüks eşya ile arz-ı endâm etmek, yüksek harcamalarla gövde gösterisi yapmak gibi acayiplikler sergileyerek kendisinden bahsettirme yolunu tutar.
Günümüzdeki bir fecaat:
Anlatıldığına göre; bilhassa sosyal medya denilen mecrâlar, insanların birbirine yedikleri, içtikleri gıdâlarla, giydikleri elbiselerle, bindikleri arabalarla, gittikleri tatil yerleriyle gösteriş yapma mekânlarına dönmüş durumdadır.
Hâlbuki mâzîmizdeki nezâket ve zarâfet dolu âdâb-ı muâşeret kaidelerine göre; bir insanın eşyasıyla, zenginliğiyle, maddiyatıyla övünmesi çok çirkin addolunurdu.
İnsanlar;
“–Bu ev sizin mi? Kira mı?” gibi bir suâle bile;
“–Benim!” diye cevap vermekten hayâ eder,
“–Cenâb-ı Hak nasîb etti, emânetçisiyiz.” gibi mütevâzı ve pür edep cevaplar verirlerdi.
Aynı mahallede, benzer evlerde oturan fakir ve zengin, âmir ve memur, tüccar ve işçinin hayat tarzları ve evlerinin dekoru hemen hemen aynıydı.
İnsanlar; sahip oldukları imkânları ifade ederlerse, nazara / göz değmesine uğrayacaklarından da çekinirlerdi. Bu sebeple, çarşı pazarda iştihâ duyulan yiyecekler gözler önünde satılmazdı. Lokantalarda yemeklerin önüne perde çekilirdi. Mahrum nazarların takıldığı yiyecekleri yememek tavsiye edilirdi. Fırında bir börek pişirildiyse, mutlaka hizmet edenlere ondan -göz hakkı olarak- ikrâm edilirdi.
Günümüzde ise her türlü teşhir -maalesef- psikolojik bir rahatsızlık seviyesine ulaşmıştır.
«Paylaşmak» kelimesi bile, mânâ kaymasına uğramış, bir nimeti ikrâm edip bölüşmek mânâsı kaybolup, «nisbet yaparcasına o nimetin resmini herkese göndermek ve gösteriş yapmak» şeklindeki çirkin mânâya kullanılır olmuştur.
Fakirlik de kulun bir imtihanıdır. Orada da;
•İlâhî taksime rızâ göstermek,
•İsyan etmemek,
•Bu imtihanı aşmak için gayr-i meşrû yollara girmemek bakımından ağır bir imtihan vardır.
Kredi çekip fâize bulaşmak, kumar, bahis ve benzeri gayr-i meşrû yollara girişmek zamanımızda muhtaç insanlarımızı tehdit eden birer belâ durumundadır. Bunların çaresi, kanaat ve istiğnâdır.
Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyada bir kuluna bazı nimetleri kısarak vermesi, asla ona değer vermediği şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu menfî değerlendirme; kulu isyana iten, şeytânî ve nefsânî bir telkindir.
Bilâkis; nimetlerin bir nebze azlığı, âhirette hesâbın kolaylığı bakımından, kul için büyük bir nimet olabilir.
Belki bir âmâ, âhirette;
“–Yâ Rabbî!.. Gözleri dünyada gören kulların şu mahşerde çektiği muhakeme ve hesaptan beni âzâde eyledin! Bir de âmâlığa sabrımdan dolayı nice ecirler verdin!” diye hamd ü senâ edecektir.
Fakirlik de böyledir. Maddî imkânlar, birçok günahı kolaylaştırır. Şekere sineklerin üşüştüğü gibi, maddî imkânların etrafına ayartıcı, fâsık arkadaşlar doluşabilir.
Hâline sabreden bir fakir, bunlardan kendiliğinden muhafaza olmuş olur.
Peygamberimiz’in hayatı, fakirliğe de zenginliğe de en güzel nümûnedir. O kanaat ve istiğnâ ile dâimâ kifâf istemiştir.
Ganîmet ve hediye olarak eline ulaşan bütün imkânları ise, derhâl infâk etmiştir. Hasır bir yatakta yatmış, üç gün üst üste buğday ekmeği yememiş, mübârek hânelerinde günlerce ocak yanmamıştır.
Dördüncü haslet:
İÇTİMÂÎ MÜSLÜMAN
Akraba, alâkasını kesse bile onlarla alâkayı kesmemek.
Sıla-i rahim, akraba ile maddî ve mânevî olarak alâkadar olmak; dînimizin, üzerinde çok durduğu içtimâî bir vazifemizdir.
İnsanlık, aileler ve akrabalık bağlarıyla kavim ve milletleri oluşturur. Her ilmeğine ihtimam gösterilirse, toplum bu mânevî bağlarla örülmüş olur. Ama bu bağlar koparsa; ilmekleri kesilmiş bir kilimin bir ip yığınına dönmesi gibi, toplum da bir insan sürüsüne dönüşür.
Peygamberimiz’in yaptığı gibi,
•Tebliğ ve emr-i bi’l-mârûfa, akrabalardan başlanır.
•Muhtaca yardıma, akrabadan başlanır.
Maalesef, âhirzaman câhiliyyesinde, akrabalık bağları da zayıflamıştır. Günümüz insanı, yalnızlaşmakta, hodgâm / bencil bir şekilde, kendi rahatı ve eğlencesine gömülmekte, başkasıyla alâkadar olmayı bir yük olarak kabul etmektedir. Kardeşlik günleri olan bayramları da tatil hâline getirmektedir.
Düğün ve benzeri merasimlerde akrabaların bir araya gelişleri bile; üzülerek söyleyelim ki, faydalı bir içtimâîleşme yerine, birbirlerine gövde ve lüks gösterisine dönüşebilmektedir.
İhsan ve fazîletlerin asgarî zemini, bir iyiliğe mukabelede bulunmaktır. Kendisini ziyaret edeni ziyaret etmeyi hemen herkes yapar.
Asıl fazîlet, sana gelmeyene gitmektir.
Yani bir karşılık vermek mecburiyeti hissiyle değil; Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirmek, güzel ahlâk vecîbesini edâ etmek arzusuyla, sana gelmeyene de gitmek lâzımdır.
Bu da bir tevâzu alâmetidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İbâdurrahman (Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkān, 63)
Bu fazîleti sergileyebilmek için, nefsi yenmek ve enâniyeti ayaklar altına almak gerekir.
Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- nefsini şöyle hesâba çekerdi:
“Firdevs cennetinde peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık;
•Hangi ameli işledin?
•Hangi şehevî arzunu kırdın?
•Hangi hiddetini yendin?
•Sana gelmeyen hangi akrabana gittin?
•Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın?
•Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya
•Allah rızâsı için hangi uzağındakine yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)
Burada akrabadan başlayarak; komşu, hemşehri ve bütün ümmete kadar bir müslümanın gönül ufku genişlemelidir.
Benzer bir fazîlet:
Beşinci haslet:
HER ŞARTTA İKRAM ve İNFAK
Kendisini mahrum edene dahî ihsân etmek.
Yukarıda mülkün Allâh’a ait olduğunu; kulun, nâil olduğu imkânları nefsine tahsis etmeyip, kifâyet miktarından fazlasını infâk etmesi gerektiğini ifade etmiştik.
Ham nefis, cimri ve açgözlüdür.
Mutmainne seviyesine ulaşan gönül ise; «bezl / ne varsa vermek, Allah rızâsına kavuşmak için infâk etmek» makamına ulaşır. Yani dâimâ ikrâm eder, ihsân eder. İkrâm ederek sevinir, doyurmakla doyar. Hidâyetlere vesile olmakla huzur duyar.
Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Mekke’nin fethinden sonra, Huneyn ganîmetlerini taksim ederken, yeni müslüman olmuş kişilere devâsâ ikramlarda bulundu. Hâlbuki o müşrikler, muhasara günlerinde müslümanlara bir lokma vermemişlerdi.
Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Tâif gazâlarında, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunmuştu.
Cîrâne’de toplanan ganîmet mallarını gezerken Safvan’ın buradaki sürülerin bir kısmına büyük bir hayranlık içinde baktığını gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Pek mi hoşuna gitti?” diye sordu.
“–Evet.” cevabını alınca da;
“–Al hepsi senin olsun!” buyurdu.
Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak;
“–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalp bu derece cömert olamaz.” diyerek şahâdet getirdi ve müslüman oldu. (Vâkıdî, II, 854-855)
Kâ‘bına varılmaz bir af hâdisesi de şudur:
Âişe Vâlidemiz’e büyük bir iftira atılmıştı. Bu iftira çok büyük bir günah, çok ağır bir zulümdür. Zira Hazret-i Âişe’nin mâsûmiyetini îlân eden âyetler arasında tekrar tekrar şu ihtar beyan buyurulmuştur:
“Eğer dünyada ve âhirette Allâh’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi.” (en-Nûr, 10; 20)
Böyle ağır bir bühtâna karışanlar arasında Mıstah isimli bir kimse de vardı. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- bu kişiye sürekli sadaka verir, yardımda bulunurdu. Bu iftiraya onun da karıştığını görünce;
“–Bir daha ona sadaka vermeyeceğim!” diye yemin etti. Yardım kesilince Mıstah ve ailesi perişan hâle düştüler.
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar, ferâgat göstersinler.
اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَكُمْۜ
Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
Bu âyetin nüzûlünden sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Elbette Allâh’ın beni bağışlamasını arzu ederim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
İkram sadece maddiyatla değildir.
Herkes sahip olduğundan ikrâm eder.
Meselâ;
•Ehl-i hizmet, emeğinden ve gücünden ikrâm eder.
•Âlimler, ilminden ve zamanından ikramda bulunur.
•Şehidler, Allah yolunda kanlarını ve canlarını bezleder.
Rasûlullah Efendimiz’in hâli, umûmî ve şâmil bir merhamet idi. Ümmetinin de birer rahmet insanı olmasını arzu ederdi. Efendimiz’in engin merhametinden bir misal:
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Uzun kılma arzusuyla namaza başlarım. Ancak o esnada küçük bir çocuğun ağladığını işitirim. Onun ağlamasından annesinin hissedeceği üzüntünün şiddetini bildiğim için hemen namazı kısaltırım, hafifletirim.” (Buhârî, Ezân, 65; Müslim, Salât, 192)
İbâdette dahî merhamet!..
Altıncı haslet:
AFFEDE AFFEDE
Kendisine zulmedene bile af ile muâmele etmek.
Ebû Cehl’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına getirdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İkrime’yi memnuniyetle karşılayarak;
“–Ey göçmen süvari, hoş geldin!” buyurdular ve onun müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affettiler. (Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)
Hebbâr bin Esved de İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden biriydi. Mekke’den Medine’ye deve üzerinde hicret ederken, kasten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya mızrağıyla vurarak onu deveden düşürmüştü. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu.
Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medine’de ashâbıyla oturduğu bir esnada huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Ashâbına, ona hakaret etmeyi ve târizde bulunmayı dahî yasakladı. (Vâkıdî, II, 857-858)
Yedinci haslet:
HER AN TEFEKKÜR
Sükûtunun tefekkür olması…
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’deki ilk indirdiği emri:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ١
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)
Bu cihan, kul olmanın ilâhî bir lâboratuvarıdır. Burada zerreden kürreye her şey, kalbini vahiyle buluşturabilenlere nice dersler veriyor. Burada tahsil; «Oku!» emriyle başlıyor.
Bu okuyuş, çok şümullüdür. İnsan;
•Kur’ân’ı okuyacak.
•Kendisini okuyacak. Yaratılışını okuyacak. Yok kadar bir zerreden meydana gelişini düşünecek. İstikbâlini okuyacak. Kendisini bekleyen ölüm, kabir ve sonrasını tefekkür edecek.
•Kâinâtı, yerin ve göğün bir gaye ile yaratılışını, Cenâb-ı Hakk’ın azamet akışlarını, kudret nakışlarını, el-Bârî ve el-Musavvir isimlerinin eşsiz tecellîlerini dâimâ tefekkür nazarıyla okuyacak. Böylece kevnî âyetleri tefekkür, kul için bir îmân anahtarı olacak.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Onlar ki; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her zaman) Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve şöyle derler:)
«–Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)
•İstifâde ettiği sayısız lütuf ve nimetleri okuyacak. Onların şükrünü, hesâbını ve Allâh’ın bunlara karşılık istediği vazifeleri tefekkür edecek.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesâba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8)
Bu cihanda tefekkürsüz yaşamak; nâdan, alık, duygusuz ve abus bir şekilde nankör nankör dolaşmak, böylece mahşer gününde;
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌۙ ٣
“Çalışmıştır boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) denilen ebedî bir iflâsa dûçâr olmak, ne büyük bir hamâkat ve gaflettir.
Gören, duyan ve hisseden kalpler ise, kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikaların zevkine ererler;
•Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine,
•Ancak bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde kelebeğin kanatlarındaki muhteşem desenlere,
•İnsanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların «lisân-ı hâl» denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler.
Sükûtun sonu konuşmak, tefekkürün sonu zikir, sonra tekrar sükût, tekrar tefekkür… Kişi, sustukça tefekkür edecek, konuştuğunda da o tefekkürde derinleştiği hususları dile getirecek, tebliğ edecek, zikredecek:
Sekizinci haslet:
HAKK’I SÖYLEMEK
Konuşmasının zikir (Allâh’ı anmak) olması…
Zikir «anmak» mânâsıyla, tefekkürü; «söylemek» mânâsıyla da kelâmı içine alır.
Besmele, hamdele, tesbih ve tehlil gibi her türlü zikir, kalbin ve lisânın dâimâ Cenâb-ı Hakk’ı anması ve O’nu tebliğ etmesidir. Kulun her gördüğü şeyde Allâh’ı hatırlaması ve O’nu ikrâr etmesidir. Kalbin vahiyle âhenk teşkil etmesidir.
Tasavvuf yolu, sohbet yoludur. Sahâbe-i kiram, Peygamberimiz’in sohbeti ile yetişmiştir.
Sâir mahlûkat içinde, Cenâb-ı Hak, sadece insana «beyân»ı yani konuşmayı öğretmiştir. Konuşma nimetinin esas gayesi; hakkı söylemektir, Hakk’ı zikretmektir.
Konuşma dâimâ zikir olursa, insan her sözüyle Allâh’ın rızâsını aramayı gaye edinirse, her sözünden sevap kazanır.
Lâkin, Hazret-i Mevlânâ’nın tabiriyle, «sözün maskarası» olursa; yani beyan nimetini; boş söz, yalan, dedikodu, gıybet, nemîme / lâf taşıma, hakaret, çirkin ve fahşâ lâkırdılara sarf ederse, hesâbı âhirete kalan büyük günah ve zulümlere düşmüş olur.
Bu meyanda konuşma edebinden, Rabbimiz’in bizden istediği konuşma âdâbından da kısaca bahsedelim:
Cenâb-ı Hak, Lokman -aleyhisselâm-’ın evlâdına verdiği şu nasihati bize bildirmekte:
“…Sesini alçalt! (Bağırıp çağırarak konuşma!) Unutma ki, seslerin en çirkini merkep sesidir.” (Lokmân, 19)
Kabalık ve nezâketsizliği temsil eden merkep sesi; lüzumsuz yere ve aşırı bir şekilde yükselen, nâhoş ve çirkin bir sestir. Kimse o sesi özlemez, dinlemek için gayret etmez.
Diğer taraftan insanlar, bülbül ve benzeri âhenkle şakıyan kuşlara meftundurlar.
Hâsılı;
Mü’minin dili, rahmet dili olacak. Gönülleri ihyâ edecek. Onları asla incitmeyecek. Hiçbir zaman gönüllere diken batırmayacak.
Cenâb-ı Hakk’ın söz ile alâkalı tâlimatları:
«قَوْلًا كَرِيماً» Bilhassa anne-babayla, ikramkâr ve iltifatkâr şekilde konuş! (el-İsrâ, 23)
«قَوْلًا مَيْسُوراً» Bilhassa mahrumlarla; gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir şekilde konuş! (el-İsrâ, 28)
«قَوْلًا مَعْرُوفاً» Herkesle, güzel söz ve tatlı dille konuş! (en-Nisâ, 5-8)
Yine; «قَوْلًا مَعْرُوفاً» Her zaman, yerinde ve uygun şekilde konuş! (el-Ahzâb, 32)
«قَوْلًا سَد۪يدًا» Her hâlükârda, doğru söz söyle! (el-Ahzâb, 70)
«قَوْلًا لَيِّناً» Bilhassa hakkı tebliğ ederken, yumuşak sözlerle konuş! (Tâhâ, 44)
Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu şu hakikate dikkat etmek lâzımdır:
“Allah -celle celâlühû-’nun âyet-i kerîmedeki;
«–Ey Musa! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla!
Zira kaynayan yağa soğuk su dökersen, ocağı da harap edersin, tencereyi de…”
Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Söz vardır, keskin kılıç gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalpte tedavisi imkânsız yaralar açar. Gönül bahçesindeki yeşillikleri, sevgi çiçeklerini hazan mevsimi gibi kurutup öldürür.
Bir söz de vardır ki, ilkbahar mevsimi gibidir. Her tarafı süsler, güzelleştirir, huzur ve saâdete vesile olur.”
Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere, gönüllere girebilmenin en kestirme yolu yumuşak ve güzel bir üslûp kullanmaktır:
“Allâh’ın rahmeti sayesinde Sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar Sen’in etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)
İfadelerimize dikkat etmemiz, bütün hayatımıza huzur ve bereket getirir. Emrimiz altındaki bir kimseden;
“–Su getir!” diye sert bir şekilde istemek yerine, ona;
“–Bana su getirir misin kardeşim?” diye nezâketle hitâb edersek, hem o insanın gönlünü kırmamış oluruz hem de getirdiği ve içtiğimiz su bize şifâ olur.
Gözler, kalbin niyet ve mâhiyetine göre bakar ve görür. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bizden istediği son haslet, tefekkür ve zikir husûsiyetlerini tamamlayıcı mâhiyettedir:
Dokuzuncu haslet:
İBRET NAZARI
Nazarının ibret olması…
İbret; görülen bir hâdisede, şâhit olunan bir manzarada zâhire takılıp kalmamak, perde arkasına geçip bâtına, orada saklı derin mânâya ulaşmaktır.
Cenâb-ı Hak, birçok âyet-i kerîmede;
“Görmezler mi?”
“Bakmazlar mı?”
“Görmediniz mi?” diyerek bu hususa dikkatimizi çeker.
Bugün insanlar geçmiş milletlerden kalan harâbeleri dolaşıyorlar. Lâkin onların başına gelenlerden ibret alıyorlar mı?
İnsanlar; salgın hastalıkları, depremleri, yangınları, tsunamileri görüyor, ekranlardan seyrediyorlar, lâkin ibret alıyorlar mı? Bütün bunların arkasındaki sonsuz kudreti ve bütün bu âfetlerin ötesindeki kıyâmeti tefekkür edebiliyorlar mı?
Dünyada bu âfetlerden kurtulanlar olabiliyor. Âhirette ise kaçacak bir yer yok!..
Bu hâdiseyi, insanın kıyâmetteki şaşkınlığını Kur’ân-ı Kerim ne güzel ifade eder:
“O (zor) gün insan;
اَيْنَ الْمَفَرُّ
«–Kaçacak bir yer var mı?» der.” (el-Kıyâme, 10)
Heyhât! Âhirette kaçacak yer yoktur!
Ancak dünyada iken kaçma imkânı var. O da ölmeden önce;
فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ
“Allâh’a kaçın / koşun!” (ez-Zâriyât, 50) âyetinde beyân edilen hakikattir. Yani kulluğa koşarak Allâh’a sığınmaktır.
İbret derslerini alabilmek, hâdiselerin sırrına nâil olabilmek için, kalbin vahiyle âhenk teşkil etmesi zarûrîdir. Bu âhengi teşkil edebilmek için, her hâlükârda kul kendisini şöyle muhasebe etmelidir:
–Acaba ben Allah rızâsında mıyım?
Bu muhasebe içinde olmak yerine gaflet üzere yaşayanlar, şeytana arkadaşlık ederler. Şeytan da onları önlerinden, arkalarından, yanlarından, içlerinden ve dışlarından, her bakımdan çepeçevre görünmez kementlerle sarmalar, esâreti altına alır ve iki cihanda da zebun, rezil ve perişan eyler.
İbret nazarımızın kuvvetlenmesi için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ölümü çokça tefekkür edip zikretmeyi emretmiştir.
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Mezarlığa git de, orada birazcık sessizce otur. Oradaki dilsiz, dudaksız konuşanları, susmuş oldukları hâlde söz söyleyenleri gör!”
O sessiz feryatlara benzer ifadeleri, Kur’ân-ı Kerim cehennemlik bir kişinin, mahşer pişmanlığı içindeki sözleri olarak bizlere şöyle duyurur:
“Kitabı sol tarafından verilene gelince, o şöyle feryâd eder:
«–Keşke bana kitabım verilmeseydi de hesâbımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke ölümle yok olup gitseydim! Malım-servetim bana hiç fayda sağlamadı! Saltanatım, gücüm kuvvetim de benden koptu, yok olup gitti.»” (el-Hâkka, 25-29)
Ecdâdımız; camilerin önlerine kabirler koymuşlar, kabristanlar için şehrin görünen yerlerini seçmişler, böylece her dâim ölümden ibret alınmasını sağlamaya gayret etmişlerdir.
Bir Hak dostu, ibret nazarını en güzel şekilde anlatan şu tavsiyelerde bulunur:
“Zaman zaman hastahânelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nimetini düşünerek hâline şükret!
Zaman zaman hapishânelere giderek oradaki mahkûmların bin bir ızdırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinayetlerin bir anlık öfke veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allah Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhafaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et!
Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânıyla yükselen sessiz feryatları dinle! Ömür nimetini kaybettikten sonra pişman olmanın bir fayda vermeyeceğini düşün! Vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için duâ ve istiğfâr et! Ve bundan sonraki günlerini daha çok hamd, şükür ve zikir ile değerlendirmeye çalış!”
İbrete vesile olmayan boş bakışlar kalbi meşgul edeceğinden, ecdâdımız; gözler ayak ucunda olacak şekilde yürümeyi yürüyüş âdâbı olarak benimsemiştir.
Zamanımızda sokakların ve ekranların perişan hâli; bakışların haramlara, şeytânî vitrinlere kaymasına maalesef çok müsait durumdadır. Bu sebeple nazar ber kadem / bakışın ayak ucunda sâbitlenmesi hakikati, günümüzde çok daha büyük bir zarûret hâlini almıştır.
Cenâb-ı Hak; Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in tamamlamak üzere gönderildiği ahlâk-ı hamîdeyi, nezâket, zarâfet ve âdâbı yaşamayı ve yaşatmayı cümlemize nasip buyursun.
Bizleri kötü huylardan, gaflet ve nâdanlıktan muhafaza eylesin.
Âmîn!..
______________________
1Ali Ulvi KURUCU, Hâtıralar I, s. 112-113; İbrahim CANAN, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252/5838; Cezerî, Câmiu’l-Usûl, XI, 687/9317; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, III, 1472/5358.