Fert ve Devlet Bakımından; SERBESTİYET

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Oy kullanmıyormuş. Çünkü seçimlerin bir anlamı yokmuş, bütün dünyayı gizli eller yönetiyormuş. Örnek veriyor; «Meselâ, pandemide herkesi aşı olmaya mecbur ettiler.» 

 

Uzun uzadıya yazmama gerek yok, çoğunuz biliyorsunuzdur. Sosyal medyada yayılan iddialar. Bazı ülkelerde milletvekilleri meclis konuşmalarında bu iddiaları kürsüye taşımış. Üzerinde epeyce konuşuldu. 

 

Neden şimdi bundan bahsediyorum. Mevlânâ’nın meşhur hikmetli sözü: 

 

“Ağaç kökünden, insan ise kulağından sulanır.” 

 

Gözüyle okuduğu veya kulağıyla dinlediği sözler, insanın iç dünyasındaki duygu ve düşünceleri yeşertiyor. Hangi duygu ve düşünceyi besleyen şeyler okursa veya duyarsa, onlar daha fazla neşv ü nemâ buluyor. 

 

Yukarıda bahsettiğim fikirleri savunan dostumuz; dindar bir ailenin oğlu, hâfız, hayat tarzı olarak da dînini yaşamaya çalışıyor. Fakat okuduğu, etkilendiği çevreler; onu bu düşüncelere yönlendiriyor. Bu çok istisnâî bir örnek değil, son zamanlarda çok yaygınlaştığı için yazma ihtiyacı hissettim. Maalesef dindar ailelerin çocukları; dînî yayınları, eserleri okumuyor. Çoğunlukla şu peşin hüküm buna engel oluyor:

 

“Bildiğimiz şeyler. Küçüklüğümüzden beri okuyoruz, dinliyoruz zaten.” 

 

Elbette dînî meseleler, zamanla eskiyen, değişmesi gereken bir şey değil, tam aksine bu kevn ü fesad âleminde tutunulacak sâbitelerimiz. Yani değişmemesi, hep aynı tekrar olması kusur değil. Üstelik insanoğlu tekrar tekrar hatırlamaktan müstağnî de değil. 

 

Hepimiz ihtiyaç duyuyoruz. Meselâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her aydan üç gün oruç tuttuğunu, hiç bırakmadığı bir sünneti olduğunu hatırlatan bir sohbet; insanın şevkini tazeler. İnfâkı hatırlatan sohbetler; insanı, ertelediği, ihmal ettiği hayırları bir an önce yapması için harekete geçirir. 

 

İnsan beyni tekrar etmediği şeyleri; önemsiz, geçici, artık ihtiyaç kalmamış bir şey gibi görüp unutmaya terk eder. Tekrar etmek, tekrar tekrar hatırlatan sohbetlere kulak vermek, içimizdeki îman ağacının yeşil kalması için devamlı bir ihtiyaç. Bu yüzdendir ki âlimler;

 

“–Üç gün ömrün kalsa ne yaparsın?” sorusuna; 

 

“–İlim öğrenirim.” diye cevap vermişler. Buradaki ilim; hatırlama, kuvvetlendirme, tazelenme, şevke gelmeyi sağlayan her türlü sohbeti işaret ediyor olmalı. 

 

Bunun yanında; zamanın akışı, yeni hâdiselerin meydana gelmesi, insanın yeni ihtiyaçlarla karşılaşması da bir vâkıa. Bu sebeple; eskimeyen, hep yeni olan sâbitelerimizi yeni bir üslûpla söylemeye de ihtiyaç olduğunu kabul edebiliriz. Hattâ tasavvufun ortaya çıkışını da buna bağlamak mümkün. 

 

Bugün; 

 

“–Kur’ân-ı Kerim’de tasavvuf var mı? Râbıta geçiyor mu?..” sorularının cevabını verirken, bunu da göz önüne alabiliriz. Peygamber Efendimiz ve ashâbının mânevî hayatında zaten var olan şeyleri, onlara yeni bir isim vererek anlatmaktan tasavvuf ıstılahı ortaya çıktı, denilebilir. Aslında bu mânâda olunca; “Tasavvuf Kur’ân-ı Kerim’de vardır.” denilmesi de yanlış olmaz. 

 

Kur’ân-ı Kerim, tebliğ ve irşad ehline bir örnek sundu. İlk dönemde, Mekke devrinde nâzil olan âyet-i kerîmeler; ilk muhatap olan müşriklere söylenmesi gerekenleri ihtivâ ediyordu. Medine devrinde ise, yeni muhataplar için farklı muhtevâlarda âyetler nâzil oldu. Ayrıca mü’minlerin yeni ihtiyaçları ve hazır oluşları da yeni âyetlerin nâzil olmasına vesile oldu. Böylece din tamama erdi, artık yeni bir ahkâm nâzil olmayacaktı. Bu da bir rahmetti. Fakat dînin hayata geçirilişinde; takvâ, ihsan, birr, huşû, ihlâs gibi inceliklere bir sınır çizilmemişti. Bu da her devirde yetişen mürşidlerin, içinde bulundukları cemiyetin ihtiyaçlarına göre açıklayacağı özlü ifadeler olarak hep mevcuttu. 

 

Tasavvuf tarihinde; bazen tasavvuf ehline zâhidler denildi, bazen fütüvvet tabiri kullanıldı. Tarîkatler zamanla ihtiyaca göre müesseseleşti. Her devrin insanına, o devrin anlayacağı dilde ve üslûpta; değişmeyen, eskimeyen, hakikatler yeni bir neşve ile anlatıldı, rehberlik yapıldı. 

 

Bugün de tasavvuf cemaatleri; dînî yayınlarla, bu devrin insanının mâneviyat ihtiyacını, en âcil olanlardan başlayarak, anlayacakları üslûpla anlatmanın derdinde. Yeni muhataplara göre yeni üslûp ve muhtevâlar hazırlamak, dînin ve tasavvufun eskimeyen usûlü olmaya devam ediyor. 

 

Tasavvufun en büyük mücadelesi; halkın duygularını terbiye etmek, inancını ve amellerini tezkiye edip hurâfelerden arındırmak. Eskiden hurâfeleri kocakarılar uydururdu, halkın câhil kesimi itibar ederdi. Zamanımızda sosyal medyada yaygınlaşan yeni hurâfeler; en zeki, eğitimli kişileri bile tesir altına alabiliyor. 

 

Meselâ şu aşı karşıtlığı ile su yüzüne çıkan meseleye, biraz yakından bakalım: 

 

Aslında bu meselenin özü, dünyayı büyük sermaye sahiplerinin yönettiği şüphesi ve hükûmetlere karşı umûmî bir güvensizliktir. Bu da haksız değildir. Gerçekten de bugün hükûmetler eliyle yönetilen devlet müessesesi güvenilmez hâle gelmiştir. Çünkü hükûmetler; bir seçimle iş başına gelir, bir seçimle gider. Seçim kazanmak için halka vaatlerde bulunulur. Halk kendi menfaatini düşünür. Devlet hem vergi koymasın, bir şey istemesin, hem de halka babalık yapsın. Bu nasıl olacak? Halk bunu düşünmez. 

 

Meselâ aşı konusundaki tartışmalar, liberal akımlar arasındaki çelişkiden doğmaktadır. 

 

Bazı radikal liberaller, devletin vatandaşına karışmamasını savunur. Devlet; gece bekçisi gibi olmalıdır, sadece âsâyişi sağlamalıdır. Devletin otoriterleşmesi, halkının hayatına karışması kötüdür. 

 

Sosyal liberaller ise, devlete vazifeler yükler. Bu anlayışta; devlet, halkın sağlık ihtiyaçlarından sorumlu tutulur. Aynı zamanda ekonomik düzeni de en iyi şekilde sağlamalıdır. Bu durumda devlet, aşılama programını hızla uygulamaktan ve böylece salgını kontrol altına alıp ekonomiyi açmaktan başka bir şey yapamaz. Devlet hem vatandaşına aşı olup olmama serbestiyeti tanıyacak, hem de ekonomiyi düzetecek. Birbiriyle çelişen istekler. 

 

Aşı meselesi bir yana; dînini hayata geçirmeye çalışan insanlar olarak, bunun farklı yönleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Meselâ başörtüsü yasağıyla mücadele döneminde, bu konu ferdî hak ve özgürlükler üzerinden konuşuldu. İsteyen başını örtsün isteyen örtmesin, herkes özgür olsun. Kulağa hoş geliyor değil mi? Ama memlekette isteyen örtebileceği hâlde, bugün örtmemeyi seçebiliyor. Neden? Çünkü örtmeyenlerin avantajlarına sahip olmadan, bu ekonomik sistemde rekabet edemeyeceğini düşünüyor. Bir kazan fokur fokur kaynarken, içindeki bezelyelerin pişmemesi mümkün mü? Cemiyetin en zayıfları olan genç kızların, bu maddiyatçı ve nefsânî çağdan etkilenmemesi ne kadar mümkün olabilecek? 

 

Geçtiğimiz günlerde; bir lisenin mezuniyet gününde, öğrenciye hiç yakışmayan kıyafetlerle diploma törenine gelen öğrencilerin okula alınmaması, haberlere konu oldu. Eskiden başörtüsü yasağı vardı; ama cemiyete karşı sorumluluk anlayışı, aşırı açık saçıklığı da kınar ve engellerdi. İnsanların aklında, öğrenciye yakışmayan kıyafet diye bir çizgi vardı. Mesele başörtüsünden, kıyafetten ibaret değildir; bu anlayış hayatın her alanına şâmildir.

 

Bu gidişat ne aile bırakır, ne düzen bırakır, ne iyilik için çalışan, gayret gösteren insan bırakır. Geçen ayki yazımızda bahsettiğimiz gibi; ıslahat için gayret edenler, mefsedetlere karşı da mücadele etmek zorundadır. Çünkü yapmak zordur, yıkmak kolaydır. Öyleyse korumak da lâzımdır. 

 

Liberal akımların yaydığı söylentilere bakıp korkulara kapılan arkadaşlar şunu görmelidir: 

 

Halkın gerçek mânâda hürriyeti, bu özgürlüğün nefse değil akla ve mârûfa uygun şekilde düzenlenmesine bağlıdır. Çünkü nefsânî serbestiyet, insanları gitgide köleleştirir. 

 

Devletler vatandaşlarına hiçbir kaide, kısıtlama getiremeyecek, vazife yükleyemeyecek; ama vatandaş devletten sürekli talep edecek. Bu gidişâtın sonu ne olur? İyi düşünecek olursak; devlet, halkından bir şey isteyemiyorsa, halkına bir sınırlama koyamıyorsa, gitgide sermaye sahiplerine teslim olacaktır. Halk da ileri görüşlü olmadığı için; bunun sonunu göremeyecek, nefsine hoş geldiği için gönüllü köleliğe sürüklenecektir.

 

Aile olmadan fertler, sermaye sahiplerinin kölesidir. Cemaatler, cemiyeti mânevî olarak organize etmezse; toplumu sadece maddî menfaatleri için baskı uygulayan partiler, sendikalar, meslek odaları vb. sosyal gruplar yönlendirir. Hattâ kimin yönlendirdiği belli olmayan sosyal medya dedikoduları; halkı galeyana getirip, şiddet hâdiseleri bile çıkarabilir. Örneklerini görüyoruz.

 

Aslında liberal kelimesi köken olarak hukukî olmak mânâsına gelir ki, bu mânâ sınırsız bir özgürlüğe uygun değildir. Orta Çağ’da Avrupa’da kralların, lordların veya diğer otoritelerin düzeni sağlamak adı altında keyfî uygulamalarla halkına zulmedebilmesine elverişli bir siyaset izlemesine infial olarak, ferdin hak ve hürriyetlerini güvence altına alan hukukî bir düzen istenmiş. Ama haklı sayılabilecek bu istek, halkın bütün kesimlerinin oy hakkına sahip olduğu demokrasi düzeniyle uç noktalara savrulmuş. Medyanın ve daha sonra sanal medyanın da nefsânî temâyüllere sözcülük etmesiyle, bugün mantığa uymayan bir noktaya ulaştı.

 

Tasavvufun bir gayesi de insanın gerçek tevhîde erişmesidir ve bunun yolu da nefse hâkimiyetten geçer. Ancak nefsine hâkim olan insanlar ve cemiyetler, hakikî mânâda hür olabilirler ve Allah’tan başkasına kul olmamaya güç yetirebilirler. 

 

Şimdi müslümanlar olarak yeniden düşünmeliyiz. Biz müslüman gençler, çeşitli akımların yaydığı söylentilerin kuyruğuna mı takılmalıyız yoksa kendi gündemlerimizi mi oluşturmalıyız?