Emânete Hıyânetin Bedeli; TABİÎ ÂFETLER

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Açık bir gecede bakıldığında; ihtişâmı ve sonsuzluğu ile insanı âdeta büyüleyen, âdemoğluna aczini hissettiren kâinâtın 15-30 milyar sene önce yaratıldığı tahmin ediliyor. Kezâ 5 milyar sene önce yaratıldığı tahmin edilen güneş sisteminin ve sonsuz nimetlerle dolu, sonsuz zenginlikteki tabiatıyla dünyanın, idrâk üstü mahiyetinin zihni götüreceği nokta, ancak «hiçlik» olabilir. Bu uçsuz bucaksız kâinattaki bütün ölçüler, insan idrâkine göre «sonsuz» mefhumuna nisbet edilebilir ki; bu da idrâk ötesi bir keyfiyet olup, ancak «hiçlik» hissiyâtına çıkar.

 

Bu muhteşem, muazzam, mükemmel gibi keyfiyet belirten bütün kelimelerin tarifte yetersiz kaldığı kâinâtın varlığı, dünyanın ve insanın yaratılış hikmeti, tefekkür eden zihinleri hep meşgul etmiş; çok farklı nazariyeler ortaya atılmıştır. Gerçek, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade buyurulur: 

 

“O; göklerde ve yerde bulunan her şeyi, kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda, düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.” (el-Câsiye, 13) 

 

Bir hikmetler dîvânı olan kâinat, insana müsahhar kılınmışsa; şüphesiz bunun fevkalâde mühim bir hikmeti olsa gerektir. Bu husus da, tefekkür eden zihinlerin meşguliyeti olmuş, hattâ ihdâs edilen ideolojiler etrafında birbirleriyle mücadeleye yönelik cepheleşmeler meydana gelmiştir. Bir hikmetler dîvânı olan insanın mahiyeti de, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur: 

 

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) 

 

Ahmed Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu ilâhî iltifâtı; 

 

“Allah Teâlâ; kâinâtı insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır.” diye ifade ediyor. Bu vâkıanın hikmeti, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur: 

 

“Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur… ” (el-En‘âm, 165)

 

Yeryüzünde halîfelik gibi ulvî bir vazife tevdî buyurulan insana; bu mükellefiyetin mahiyeti ilâhî rehberlerle tebliğ edilip, hayat tarzı olarak en müşahhas şekilde tâlim edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurulur: 

 

“Ey Peygamber! Şüphesiz ki Biz Sen’i bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik. Allâh’ın izniyle, yine Allâh’a çağıran bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak lutfettik. Sen mü’minlere, Allah tarafından pek büyük bir lütuf ve ikrâma erişeceklerini müjdele.” (el-Ahzâb, 45-47) 

 

Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail -aleyhimüsselâm-, Kâbe’yi yeniden inşâ ederken şöyle duâ ederler:          

 

“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitâbı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, Sen mutlak güç sahibisin; hüküm ve hikmet sahibisin.” (el-Bakara, 129) 

 

Bu kabul buyurulan niyaz hürmetine, insanın lâyık kılındığı ulvî vazifeye ne şekilde liyâkat kesbedebileceği de ifade buyurulmuştur.

 

Nitekim, ilâhî murâda uygun olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in «En Güzel Örnek» olarak tâlim ve terbiyesiyle, câhiliyye insanlarıAllah Teâlâ’nın yeryüzünde halîfeleri olacak keyfiyeti kazanarak, bir emsâli daha olmayan «asr-ı saâdet» cemiyetinin mensupları hâline gelmişler; kendilerinden sonraki nesiller için de, ilham kaynağı olmuşlardır. İslâm ümmetini istikametten saptırabilmek için; bu rahmet kaynağını kurutma gayretindeki «Kābil» neslinin iğvâsı ile, Kur’ân-ı Kerîm’in açık hükümlerine rağmen; «Kur’ân bize yeter!» cehâleti körüklenmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“… Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7) buyurulurken; 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

 

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) diye vasiyet etmişken; şanlı medeniyetimiz bu minval üzere insanlığı huzur ve adâlete kavuşturmuşken, fitne-fesat ehlinin art niyeti nasıl fark edilemez?

 

İslâm şahsiyeti; îman, ibâdet, ahlâk ve muâmelât ile tezâhür eder. Allah Teâlâ’nın, insana tevdî buyurduğu ulvî dâvâyı yüklenebilmek; şüphesiz O -celle celâlühû-’ya lâyık sâlih bir kullukla, bu vasıfta bir şahsiyete sahip olabilmekle mümkündür. 

 

“Kâmil insan modelinin iki vasfı vardır: «Allâh’ın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ edebilmek; Allâh’ın bütün mahlûkatına merhamet ve şefkat göstermek.»1 

 

Şanlı medeniyetimiz; çok geniş bir coğrafyayı, asırlarca bu îman, azim ve samimiyetle adâlet ve huzura kavuşturmuştur. Ordusu ve kendisi ile, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in methine ve müjdesine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmed Han, bu «dâvâya adanmışlık» hâlet-i rûhiyesini, en yüksek seviyede taşıyan şahsiyetlerdendir.” … Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkan Fatih Sultan Mehmed Han; dağlık ve ormanlık bir arazide zor şartlarda ilerlerken, kendisini bu seferden vazgeçirmek isteyen Uzun Hasan’ın annesi Sâra Hatun’a şöyle der: 

 

«–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki; çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki; bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın Allâh’ın huzûruna vardıkta, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâziz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gazi denilmesi revâ olur mu? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mâni olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.»”2

 

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmeye mecbur bırakılmasından yani, İngiliz tarihçi Arnold Toynbee (1889-1975)’nin ifadesiyle «durdurulması»ndan sonra; mazlumlar âlemini iliklerine kadar sömürüp gücü ele geçiren haçlı kiniyle dolu bu devletler tarafından, dünya kan ve ateşler içinde her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirilmiştir. Bu cümleden olarak; şanlı medeniyetimizin, ilâhî bir emânet addederek rahmet nazarıyla baktığı tabiat ve bütün mevcûdat, ihtiraslarının peşinde canavarlaşan bu sömürgecilerin yağmalama sahası olarak görülmüştür. Hâlbuki Allah Teâlâ; sonsuz kâinâtı sonsuz ilmi çerçevesinde, fevkalâde hassas dengelerle yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu.” (er-Rahmân, 7)

 

“Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” (el-Kamer, 49)… buyurulan beyanlarda, hiç aksamayan bu nizama da bir işaret vardır. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıkar. Allah da, belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (er-Rûm, 41)

 

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O yine de çoğunu affeder.” (eş-Şûrâ, 30)… buyurulmasında, mevcûdattan faydalanırken, emânet olduğunun îkazı hususuna da atıf vardır.

 

Osmanlı’yı el birliği ile durdurup gücü eline geçirenlerin idaresindeki dünyanın âkıbeti, koyu bir câhiliyye karanlığına sürüklenmek ve zulmün her çeşidine mâruz kalmak oldu. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan; 

 

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allâh’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (el-Câsiye, 23) ifadesi, bu hususa da bir işarettir. Kendilerini mevcûdâtın emânetçisi değil, sahibi; hattâ, ilâhı olarak vehmeden bu zâlimler; lutfedilen zenginlikleri doymak bilmeyen hırslarını tatmin uğruna sömürerek, fevkalâde hassas olan tabiî dengeyi tahrip ederek geri döndürülemeyecek şekilde bozulmasına sebebiyet vermişlerdir. İlim ehlinin bu tahribatın yavaşlatılması ve durdurulmasına yönelik îkazları, «mühürlü idraklere» tesir edememektedir. 

 

Çeşitli kimyevî atık maddelerle yeryüzünün ve atmosferin kirletilmesi, çarpık ve plânsız iskân sahaları, bitki örtüsünün tahribi, yer altı ve yer üstü su kaynaklarının kirletilmesi ve azaltılması, çeşitli hayvan ve bitki türlerinin yok edilerek hassas dengelerin bozulması… gibi hususlar; dünyaya hâkim olan, ilâhî nizamdan habersiz güçlerce, hoyratça yağmalamanın neticeleridir. Bu tahribatların yol açtığı kürevî ısınmanın gittikçe yükselmesiyle; her gelen yıl «en sıcak yıl» olmakla; çölleşme sınırları gittikçe genişlemekte olup, bölgemizde, ülkemiz sınırlarına dayanmış bulunmaktadır. Öyle ki; birkaç sene sonra su kıtlığının büyük bir mesele olarak karşımıza çıkacağı ve ziraat üzerinde de geniş ölçüde menfî tesirleriyle karşılaşılacağı bildirilmektedir. 

 

Kâinatta, fuzûlî ve tesadüfîliğe yer yoktur. Bütün dünya; tabiata rahmet nazarı ile bakmanın yerini alan yağmalama ihtirasıyla, tabiata hâkim olan ilâhî nizâmın korunamamasının neticeleri olan sel, erozyon kuraklık, heyelan, çölleşme… gibi;

 

“… belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmı tattırılan… ” (er-Rûm, 41) tabiî âfetlerle baş etmeye uğraşıyor. 

 

“Bir ârif şöyle der: «Bu cihan âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî kudret akışlarını temâşâ)ahmaklar için ise yemek ve şehvettir.”3 

 

Bugün dünyaya hâkim olan güç mihrakları; hamâkat sebebiyle, kendilerine emânet buyurulana hıyânetle, dünyanın sonunu hazırlıyorlar. Hattâ bunlar, -hâşâ-; «Tanrı’yı kıyâmete zorlamak» diye, bir sapıklığın da temsilcileridir. Tarihte helâk edilen hiçbir kavim, bugünkülerden daha zâlim ve azgın değildi. İnsanlığın bu koyu câhiliyye karanlığından kurtuluşu; Hâtemü’l-Enbiyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliğ ettiği «Dîn»e sarılmakta, sâlih kulluğu, «cihânı, seyr-i bedâyî» olarak tefekkürü esas alan şanlı medeniyetimizi tekrar hâkim kılmaktadır. Bu saâdet ve selâmete çıkış, yüce Kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur: 

 

“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, îmân edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (onlar ziyanda değillerdir).” (el-Asr, 1-2-3) 

 

______________________

 

1 Osman Nûri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yay.

 

Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı, sa. 231.

 

Osman Nûri TOPBAŞ, Genç Dergisi, sa. 36.