BORCA SADÂKAT GEREKİR
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Aşere-i mübeşşere’den Zübeyr bin Avvam -radıyallâhu anh-, 595’te Mekke’de doğdu. İlk müslümanlar arasında yer aldı. Bu kararı sebebiyle amcasından zulüm gördü. Habeşistan’a, ardından da Medine’ye hicret etti. Her daim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oldu. Cesur sahâbî; savaşlarda yiğitçe, mertçe düşmana kılıç salladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Zübeyr -radıyallâhu anh- hakkında;
“Her peygamberin bir havârîsi vardır, benim havârim de Zübeyr’dir.” (Ahmed, III, 314) buyurarak hizmetlerini medh ü senâ etti.
Aralık 656’da Cemel Vak‘asında; sulhten yana olduğu için, savaş alanını terk etti. Fakat bir kısım kendini bilmezler tarafından şehîd edildi. Kabri, Irak/Vâdissibâ‘dadır.
*
Oğlu Abdullah İbn-i Zübeyr anlatır:
Cemel Vak‘ası gününde, (muharebe) durunca (babam) Zübeyr beni çağırdı. Ben de hemen ayağa kalkıp yanına vardım. Dedi ki:
“–Ey oğulcuğum! Bugün öldürülenler ya zâlim veya mazlumdur. Bana gelince, bugün mazlum olarak öldürüleceğim kanaatindeyim. En büyük düşüncelerimden biri elbette borçlarımdır. Ne dersin, borçlarımızı ödedikten sonra malımızdan geriye bir şey kalır mı?”
Borcunu bana vasiyet edip duruyor ve;
“Ey oğulcuğum! Şayet borcumdan bir kısmını ödemekten âciz kalırsan, Mevlâ’mdan yardım dile.” diyordu. Allâh’a yemin ederim ki, ben ne demek istediğini tam anlayamadım ve;
“–Babacığım, Mevlâ’n kim?” dedim.
“–Mevlâ’m, Allah!” dedi. Allâh’a yemin ederim ki, onun borcunu ödemekte sıkıntıya düştükçe;
“–Ey Zübeyr’in Mevlâ’sı! Onun borcunu öde!” derdim. Hemen ödeniverirdi.
Babam Zübeyr, altın ve gümüş bırakmadan öldürüldü. Sadece bir bölümü Ğâbe’de bulunan arazi bıraktı. Bir de on biri Medine’de, ikisi Basra’da, biri Kûfe’de ve biri de Mısır’da evler bıraktı.
Babamın üzerindeki borçlar şöyle oluşmuştu: Bir kimse kendisine gelir, ona bir emânet bırakmak isterdi. Babam Zübeyr ise;
“–Hayır, emânet olmaz, fakat borç olarak bırak. Çünkü ben onun zâyî olmasından korkarım.” derdi.
Zübeyr, hayatı boyunca ne bir valilik ne haraç toplama memurluğu ne de başka bir idarî vazifede bulundu. Sadece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- veya Ebûbekir, Ömer ve Osman -radıyallâhu anhüm- ile birlikte cihâda iştirak etti.
Babamın borçlarını ödeyip bitirince kardeşlerim;
“–Mîrâsımızı aramızda taksim et!” dediler. Ben de;
“–Allâh’a yemin ederim ki, dört sene süreyle hac mevsiminde;
«–Kimin Zübeyr’de alacağı varsa bize gelsin, borcunu ödeyelim!» diye ilân etmedikçe, Zübeyr’in mîrâsını paylaştırmayacağım.” dedim. Dört sene boyunca bu şekilde ilân ettim. Dört sene geçince, mîrâsı taksim ettim. (İmam Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, c. I, s. 144)
SARP YERDE MUHKEM KALE
Sultan IV. Mehmed Han, 2 Ocak 1642’de İstanbul’da doğdu. Sarayda yetişti. Yedi yaşında tahta çıktı. Devleti; saray kadınları, saray ağaları ve sadrazamlar idare etti. Otuz dokuz sene tahtta kalan Sultan; Osmanlı’nın, Macaristan ve Mora’yı kaybetmesiyle 1687’de tahttan indirildi.
IV. Mehmed Han, 1693’te Edirne’de vefât etti. Kabri Yeni Cami’dedir.
*
Sultan IV. Mehmed, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa ile birlikte Kamaniçe seferine çıkmıştı. Şiddetli yağışlardan dolayı meşakkatli geçen kuşatma esnasında; Sultan IV. Mehmed, Osmanlı tarihinde başka örneği olmayan bir uygulamaya imza atarak, savaş sırasında tebdil-i kıyafetle askerlerle birlikte fiilen muhasaraya katıldı. Genç padişah ve genç sadrazamın birlikte katıldıkları bu savaş, zaferle neticelendi. (Salih GÜLEN, Osmanlı Hâtırası, s. 56)
GAZANFER, MUZAFFER ve MÜCÂHİD
Fransa’nın ünlü gazetelerinden Le Monde 1922’de savaştan çıkmış Türkiye’yi gezip haber yapması için Türkolog bir muhabir vazifelendirdi. Muhabir İstanbul’u, Ankara’yı gezdikten sonra Anadolu’ya doğru yola çıktı. Eskişehir’de trenden indi. Civarı dolaşırken, yaşları 9 ilâ 11 arasında değişen üç çocuk dikkatini çekti. Çocukların sefâleti her hâllerinden belliydi. Üzerlerine elbise diye giydikleri, kafalarının ve kollarının geçebileceği birer delik açılmış çuvallardan başka bir şey değildi. Yalınayak neşe içerisinde oynuyorlardı. Muhabir bu çocuklardan birine yaklaştı ve;
“–Evlâdım baban nerede?” diye sordu.
Çocuk;
“–Babam Çanakkale’de şehîd oldu.” dedi. İkinci çocuğa döndüğünde o da babasının Yemen’de şehîd olduğunu söyledi. Üçüncü çocuk da buna benzer bir cevap verdi.
Muhabir bu sefer;
“–Peki size kim bakıyor?” diye sordu.
Çocuklar;
“–Burada bir ebe annemiz var. Bize o bakar.” dediler.
Bu esnada yakındaki bir evin penceresinden ihtiyar bir kadın çıktı, çocuklara isimleriyle seslenerek;
“–Gazanfer! Muzaffer! Mücâhid! Size çorba pişirdim, haydi gelin yavrularım!” diyerek çocukları çağırdı.
Muhabir, seyahatini tamamlayıp Fransa’ya döndü ve gazetesindeki köşesinde ülkemiz hakkında şunları yazdı:
“–Elde avuçta bir şeyleri yok. Çuval giyiyorlar. Aç ve sefiller. Ama buna rağmen çocuklarının isimleri: «Gazanfer, Muzaffer, Mücâhid.» Bu millet yenilmez.”
BABANDIR!
Bâbanzâde Ahmed Naim, 1872’de Bağdat’ta doğdu. Bağdat’ta rüşdiyeyi bitirdikten sonra İstanbul’da Galatasaray Sultânîsi’nden ve Mülkiye Mektebi’nden mezun oldu. Arapça ve dînî ilimler tahsil etti. Kâtiplik, mütercimlik ve müderrislik yaptı.
Fatih türbedarı ve kayınpederi Ahmed Âmiş Efendi’ye intisâb etti.
Mehmed Âkif’in en sevdiği dostuydu. O ve onun gibiler hakkında; “Bunlar sikadandır (güvenilirdirler) ne derlerse öyledir, sözleri senet teşkil eder.” derdi.
Sırât-ı müstakîm ve Sebîlürreşad mecmûaları kadrosu içinde yer aldı. Hadis tercüme ve şerhleri yanında, fikrî makaleler kaleme aldı.
Dindar, dürüst, ahlâklı seciyesiyle, herkesin takdirini kazanmıştı. Yumuşak edâlı ve tertemiz bir müslüman olan Ahmed Naim Efendi; incelik, hassâsiyet, muhabbet ve yaratılana hürmet timsâliydi. Edebiyat ve mûsıkîye dosttu. Riyâdan, kaba sofuluktan, ham yobazlıktan uzaktı. Batının ilmini öğrenirken kültürünü benimsememek gerektiğini savunurdu. Pozivitizmden nefret ederdi. En sevdiği ilimler; tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimlerdi.
Ahmed Naim Efendi, İstanbul/Vefa’da 13 Ağustos 1934’te öğle namazını edâ ettiği esnada secdede vefât etti. Kabri Edirnekapı’da Mehmed Âkif ERSOY’un kabrinin yanındadır.
*
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin kürsüden isimleri okurken, Ahmed Naim Efendi’nin adını sehven ve biraz latîfe ve târiz için; «yabanzâde» diye okuması üzerine orada bulunan İsmail Hakkı Bey;
“–Babandır o!” diyerek itiraz etmiş ve yanlışlığı ânında düzeltmişti.