BETERİN BETERİ VAR!

Kemal AKGÜL kemalakgul1903@gmail.com

 

Yirmili yaşlarda bir genç, kasabayı andıran bir ilçeye memur olarak tayin edilmişti. İlk defa memleketinden ayrıldığı için her şeyi kendisine dert ediniyordu. Yeni bir hayata atılmanın heyecanı, geleceğe dönük hayaller… Ev kurulacak, askerlik yapılacak, evlenilecek… Bunlardan daha da önemlisi, kendisini bu ilçede yalnız hissetmesiydi belki de.

 

Böyle düşünceli bir hâlde yürürken, dükkânının önünde oturmuş müşteri bekleyen berberi gördü. Kendi kendine mırıldandı:

 

“–Amaan! Dünyada dertsiz insan mı var! Aha berber! Müşteri gelecek, tıraş yapacak da akşam evine ekmek götürecek.”

 

“Belki kendimi iyi hissederim, varıp bir tıraş olayım. Hem de berber, evine ekmek götürsün.” diye düşündü.

 

Berberin yanına gelerek;

 

“–Selâmün aleyküm!” dedi.

 

Berber;

 

“–Aleyküm selâm delikanlı! Hayırdır, çok düşünceli görünüyorsun…” diye karşılık verdi.

 

Genç;

 

“–Dünya işte!” diye cevapladı.

 

“–Abdülkādir Geylânî -kuddise sirruhû- Hazretleri

 

«Dünya üç gündür: 

 

Dün, bugün, yarın… 

 

Dün geçti, yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil!» buyuruyor. Üzüldüğün her neyse ve düne aitse, dün geçti gitti. Kaygı ettiğin durum yarına aitse, yarın gelir ama belki de sen olmazsın. Bugüne aitse ben bölüşmeye hazırım. Zira dertler bölüşünce azalır, sevinçler bölüşünce çoğalır.” dedi berber.

 

Genç adam;

 

“–Eyvallah.” dedi.

 

Berber devam etti:

 

“–Esra KALPAKÇI da «Kendine Geç Kalma!» isimli kitabında; «Bazen geçmişe takılıp kalmak, bazen de geleceğin endişesiyle yaşamak, bugünü yaşamaktan alıkoyar bizi.» derken âdeta Abdülkādir Geylânî Hazretleri’nin bu sözünü açıklıyor. Onun için; geçmişe takılıp, gelecek için kaygılanarak bugünü ıskalama! Büyükler ne demiş: 

 

«Emeli artanın, elemi artar.»

 

Genç adam, hiç beklemediği bir berber tipiyle karşı karşıya olduğunu o an anladı.

 

Gülümseyerek;

 

“–Berber abi, bilgelik var galiba…” dedi.

 

Berber de gencin gülümsemesine eşlik ederek;

 

“–Estağfirullah, buraya her çeşit insan gelir. Kimisi derdini, hüznünü bırakır gider; kimisi sevincini, kimisi de hikmet dolu sözlerini…” diye cevap verdi.

 

Bu arada genç adam, sırtındaki montunu çıkarıp askıya astı; sonra da koltuğa oturdu. Berber bir taraftan bezi gencin boynuna bağlarken bir taraftan da; 

 

“–Tıraşın nasıl olsun?” diye soruyordu.

 

Genç adam, hikmet ehli zâtların kitaplarını okur, hikmetli söz söyleyenleri severdi. Berberle frekansları tam olarak tutmuştu;

 

“–Saçlarımı fazla kısaltma. Ucundan kırıklarını al, enseyi toparla. Yalnız sinirlerimi, streslerimi ve dertlerimi ustura ile kazı!” dedi.

 

Berber tıraşa başladı. Kafasının dışını makasla, içini ise sözleriyle tıraş ediyordu:

 

“–Delikanlı; senin dert saydıklarını kim bilir, belki de nimet sayanlar vardır. Şöyle bir şey anlatılır: 

 

Adamın biri ayakkabıcı vitrininde güzel bir ayakkabı görmüş. Alıp giymeyi çok istiyormuş, lâkin cebinde beş parası yokmuş. Efkârlanmış kendi kendine; 

 

«–Bizimkisi de hayat mı be! Ayağımıza bir ayakkabı bile alamıyoruz.» demiş. Tam köşeyi dönmüş, bakmış ki ayağının teki olmayan bir adam, koltuk değneği ve tek ayağıyla yürüyor. Hâlinden de memnun, şükrediyor. Bunu görünce kendi derdinden utanmış. Hemen tövbeye gelmiş: 

 

«–Aman yâ Rabbî tövbe. Ben; ‘Ayakkabım yok!’ diye sızlanıyorum, adamın ayağı yok, şikâyet etmiyor.»”

 

Berber hem tıraşa hem de sözüne devam ediyordu:

 

“–Ne tür derdimiz olursa olsun, sabredip isyan etmemek lâzım. Çünkü her zaman daha beteri vardır. Delikanlı, sen; «Beterin beteri var» kıssasını biliyor musun?”

 

Genç;

 

“–Anlat da bileyim abi. Bir tane biliyorum ama belki sizin anlatacağınız farklıdır.” dedi.

 

Berber;

 

“–Bak merak ettim şimdi. Önce sen anlat. Yoksa meraktan tıraşını düzgün yapamam.” diye cevap verdi.

 

Genç, tebessüm etti ve; 

 

“–Tamam, tamam.” diyerek hikâyeye başladı:

 

“–Evli ve genç bir adam, çalıştığı işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince; 

 

«–Nasıl bir hata yaptın da işten kovuldun?!.» diyen hanımı, adamı içeriye almaz. Adam, gidecek yeri olmadığından mahalle camiine varır. Bu sırada caminin hocası, yatsı namazına gelenlerle sohbet etmektedir. Bizim genç de onların arasına katılır.

 

Hoca, sohbet esnasında;

 

«–Beterin beteri vardır; insan, içinde bulunduğu duruma şükretmeli.» der.

 

Bunu birkaç defa tekrar edince bizim genç; 

 

«–Yağmurda yaş görmezsin, kavgada taş görmezsin. Cemaatin etrafında sözün dinlenir, sevilir, sayılırsın, keyfin yerinde tabiî…» diye sitemli bir iç geçirir kendi kendine şöyle düşünür: 

 

«–Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin. Ya ben ne yapayım!»

 

Hoca, bu genç adamın kalbindeki sıkıntıyı fark ederek;

 

«–Evlâdım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır.» der.

 

Genç adam dayanamaz;

 

«–Şu an besbeter bir durumdayım efendim. Hem işten kovuldum hem de evden…» diye cevap verir.

 

Hoca aynı sözünü tekrar eder:

 

«–Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.»

 

Genç cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada yatsı namazının vakti dolmuştur. Herkes namazdan sonra evine gider. Genç de; 

 

«–Belki hanımı râzı ederim…» düşüncesiyle camiden çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına;

 

«–Beni affet, perişanım!» diye yalvarır.

 

Fakat hanımı, içeri almaz. Adamcağız da kapının bir kenarına kıvrılır. Soğuktan titremeye başlar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden polisler onu gizlenmiş vaziyette görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkâline bakınca bunu nezârete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş, hırsızın eşkâli de bizimkine uyuyormuş. Bizim genç, geceyi nezârete atılarak ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir. Durumu öğrenen hoca, adamın ziyaretine gelir. Daha; 

 

«–Nasılsın?» diye sormadan bizimki feryat eder:

 

«–Nedir bu başıma gelenler? Önce işten, sonra eşten oldum. Şimdi de…»

 

Hocaefendi, adamın sözünü keser:

 

«–Beterin de beteri vardır.»

 

Bizimki dayanamaz:

 

«–Hocam, anlatamadım galiba… Suçsuz yere hırsız damgası yedim. Üstelik bu haydutlarla aynı yerdeyim, şunların tiplerine baksana!»

 

Hoca yine aynı sözü tekrar eder ve karakoldan ayrılır. O gece, nezâretteki zanlılar arasında müthiş bir kavga çıkar. Sille tokat birbirlerine girerler. Bizim genç bir kenara sinerek, boğuşanları seyreder. Bu sırada gardiyanlar kavgayı ayırır. Kavganın sebebi araştırılır. Kavganın bu genç geldikten sonra çıktığını gören gardiyanlar; genci kavgayı başlatmakla suçlayıp, tekme tokat, tek kişilik bir hücreye atarlar. O geceyi hücrede geçiren genç, sabahleyin hocaefendiyi karşısında görünce ağlamaya başlar. Başından geçenleri, sıkıntıları anlatır. Ama hoca, aynı şeyi tekrar eder:

 

«–Beterin beteri vardır, sen durumuna sabret!»

 

Bizimki şaşkınlıktan ağlamayı bile unutur:

 

«–Sabır mı? Sabır taşı olsa çatlar.»

 

Hocaefendi güler geçer. Bizimkinin öfkeden kanı beynine sıçrasa da bir şey diyemez. Hoca gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen gardiyana da hakaret edince, fena şekilde dayak yer. Üstelik de;

 

«–Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı…» diyerek yanına, hasta olan Mecûsî bir tutukluyu koyarlar. Tek kişilik bir hücrede iki kişi olması bir yana; adamın ömrü boyunca yıkanmamış olması, saçının sakalının kir pas içindeki hâli ve hastalıktan sürekli inlemesi bizimkini perişan eder. Geceyi Mecûsî ile koyun koyuna geçirirler. Sabah olunca hoca, tekrar ziyaretine gelir ve der ki:

 

«–Ooo! Ne kadar güzel! Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin.»

 

«–Böyle arkadaş olmaz olsun efendim! Herif hasta ve baygın yatıyor, üstelik de leş gibi kokuyor. Dar yerde mecburen kalıyoruz.»

 

Hoca yine aynı sözü söyler ve ayrılır. Birkaç saat sonra hasta Mecûsî hem kusmaya hem de altına kaçırmaya başlar. Genç, hücrede yine tek başına kalabilmek için bunu fırsat bilerek gardiyanları çağırır. Onlar durumun vahâmetini görünce;

 

«–Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun!» diyerek bir kova su ile bez verip giderler.

 

Nezârettekiler ikiye ayrılır; yine aralarında kavga çıkar, çoğu şişlenir ölür, kalanı da yaralanır.

 

Ertesi gün hocaefendi, karakolu ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca gencin yanık sesini duyar. Bir yandan Mecûsî’yi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da duâ ediyordur:

 

«–Yâ Rabbî, Sana şükürler olsun, iyi ki hücreye girmişim. Ben de kavgada ölebilirdim. Bir de Mecûsî’ye hizmet ettiğimden Mecûsî, müslüman oldu.»

 

Hocaefendiyi görünce başını eğer:

 

«–Haklıymışsınız efendim. Bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Şöyle bir düşündüm; ‘Bu adam ölürse hâlim ne olur?!.’ diye. Beni cinayetle bile suçlayabilirlerdi. İyi ki ölmedi, hem de müslüman oldu, üstelik de büyük kavgadan kurtulmuş oldum.» der.

 

Hoca gülümser:

 

«–Beterin beteri olduğunu anladın demek… Sana bir müjde vereyim. Gardiyanların yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış.»

 

Genç, çok geçmeden karakoldan çıkarılır. O da beterin beteri olduğunu yaşayarak anlar.

 

Yörenin bir zengini, ona acıyarak işe alır. Hanımı da iş güç sahibi olduğunu öğrenince onu, eve tekrar kabul eder.”

 

Berber:

 

“–Diline sağlık delikanlı! Benim anlatacağım hikâyeden farklıymış. Şimdi sıra bende: 

 

Eskiden tarlayı kara saban ile sürerlerdi. Sabanın sivri yerine bir demir takılır; o demir, toprağı aktarırdı. Saban, ok denen uzunca bir ağaç ile boyunduruk denen parçanın ortasına bağlanır; boyunduruk da öküzlerin boynuna konurdu. Adamın biri bu şekilde çift sürerken insana ait bir kafatası kemiği bulmuş. Kafatasını olduğu yerden almış bakmış ki üzerinde şöyle yazıyor: 

 

«–Yâ Rabbî! Sen beni, beterin beterinden koru!» Adam kendi kendine demiş ki: 

 

«–Ölmüşsün, kuru kemiğin kalmış, bundan daha beteri ne olabilir ki?»

 

«Vardır bunda da bir hikmet.» diyerek kafatasını çantasına koyarak eve getirmiş. Evinin ardiye olarak kullandığı bir odası, odasında da kapalı bir dolabı varmış. Kafatasını oraya koymuş. Karısına da bir şey söylememiş. Her gün tarlaya, bağa, bahçeye çalışmaya gider; akşam eve gelince de kafatasını olduğu yerden çıkarıp masanın üzerine koyar, saatlerce ona bakıp; «Bu yazının hikmeti ne olabilir ki?» diye düşünürmüş.

 

Bir gün böyle, iki gün böyle derken, karısı şüphelenmeye başlamış; bu adam her gün buraya kapanıyor, saatlerce ne yapıyor diye. Nihayet onu gizli gizli izlemeye karar vermiş. Adam yine ardiyeye kapandığı bir akşam karısı, anahtar deliğinden bakmış. Masanın üzerinde bir kafatası kemiği, kocası oturmuş usanmadan ona bakıyor. Kadının kıskançlık damarı kabarmış ve şöyle bir fikir yürütmüş:

 

«Demek ki bu kafatası, benden önce sevdiği kadının kafatası. Ona bakıp bakıp teselli buluyor!»

 

Adamcağızın bir şeyden haberi yok tabiî. Kafatasını dolabına koymuş, her sabah olduğu gibi çalışmaya gitmiş. Akşam eve döndüğünde yine odasına çekilmiş, dolabı açıp bakmış ki kafatası dolapta yok.

 

Hanımına seslenmiş demiş ki:

 

«–Hanım, burada bir kafatası vardı, onu gördün mü?»

 

«–Gördüm.» demiş hanımı ve devam etmiş:

 

«–Tabiî, o senin eski sevgilinin kafatası, değil mi? Ona bakıp bakıp teselli buluyorsun. Ben onu keserin arkası ile ezdim, un ufak ettim, sonra da tuvalet çukuruna attım.»

 

Adamın kafasına dank etmiş;

 

«–Tamam, anladım.» demiş; 

 

«–Demek ki ölmek yetmemiş, kuru kemik olmuşsun yetmemiş, keserle un ufak edilip tuvalet çukuruna atılmak da varmış. Anladım, her zaman beterin beteri varmış.»

 

Berber, sözü ile tıraşı beraber bitirdi. Gencin yüzüne ve ensesine kolonya sürdü, biraz da eline döküp;

 

“–Sıhhatler olsun delikanlı.” dedi. 

 

Genç adam, berbere teşekkür etti. Kendini tüy gibi hafif hissediyordu. Montunu giyip ayna karşısında üstünü düzeltti. Tıraş ücretini verip;

 

“–Dertlerim uzarsa yine gelirim, hoşça kal!” dedi.

 

Berber;

 

“–Her zaman beklerim, başımla beraber…” diye cevap verdi.