Mesnevî’de; MÜRŞİD-İ KÂMİL -1-

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönlüne, mânevî terbiye ile yakınlık kurma yolu olan tasavvuf, îmânı ihsan duygusu ile yaşamayı öğretir. Bu da Rabbimiz’e kalben yakınlaşmamızı sağlar. Her yolun bir rehberi olduğu gibi, bu yolun da rehberi; mürşid-i kâmillerdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî vârisleri olan mürşid-i kâmiller, bizim örnek aldığımız Hak dostlarıdır.

 

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın rivâyetinde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

 

“Muhakkak âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz pey­gamberler; ne altın, ne de gümüşü mîras bırakırlar. Peygam­berler mîras olarak, ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim pey­gamberlerin mîrâsı olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.” (Ahmed, Müsned, Trc. Rıfat ORAL, Konya, 2003, c. 1, s. 262, h. 13/210)

 

Bunun için de elbette mürşidi benimsemek ve muhabbet duymak gerekir. Çünkü seven sevdiğine benzemeye çalışır. Mürşid-i kâmiller de Peygamber Efendimiz’in yolunda, devraldıkları Kur’ân ve Sünnet’e asla ihânet etmeyen, muvahhid mü’min şahsiyetlerdir. Onlar, Allah’tan en çok korkan ve O’nu en çok zikredenlerdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

 

“…Kalpler, Allâh’ın zikriyle, huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) 

 

Biz bu yazımızda, Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî-i şerifte mürşid-i kâmile olan ihtiyacı ve mürşid-i kâmilin özelliklerini nasıl anlattığını aktarmaya gayret edeceğiz. Mürîdin gönül dokusunu oluşturan mürşidin, mutlaka onu diğer insanlardan ayıran özellikleri olmalıdır. Mevlânâ Hazretleri; Mesnevî’nin ilk 18 beyitinde kâmil insanın özelliklerini serdederken, devam eden diğer beyitlerde de nâkıs insanın özelliklerinden bahseder. Nâkıs insanı anlatırken de, onun mutlaka bir rehbere ihtiyacının olduğunu, ilk hikâye olan «Padişah ve Câriye» kıssasından başlayarak bize anlatır. 

 

Gönül verip satın aldığı câriyenin hastalanmasının ve onu tedavi ettirme sürecinin anlatıldığı «Padişah ve Câriye» kıssasında padişah, zâhir tabiplerin tedavide başarısız olması ile İlâhî dergâha ilticâ eder, yalvarır yakarır. O anda bir uyku hâli olur ve rüyasında, kendisine yardım edecek tabip hakkında şöyle denilir:

 

“Vaktâki gelir; o hekim-i hâzıktır; onu sâdık bil ki; o emîn ve sâdıktır. Onun ilâcında tesir-i azîmi gör; onun mizâcında Hakk’ın kudretini gör.” (Mesnevî, c. 1, b. 64-65. A. Avni KONUK)

 

İlâhî tabip olarak ifade edilen mürşid-i kâmilin; işinin ehli, mâhir olması gerekmektedir. Çünkü bu yollardan daha önce geçen kimse, ancak bu mânevî yolun sarp yokuşlarını ve uçurumlarını selâmetle geçmeye yarayacak bilgileri mürîde sunabilir. Ayrıca kalpte bulunan; hırs, tamah, haset, kin gibi kötü özellikleri tedavi edecek, ilâhî tabip olan mürşid-i kâmiller zâhirî ve bâtınî bilgiye sahip mâhir doktorlardır. Sözleri doğru ve sâdıktır. Verecekleri mânevî reçeteler; yarayı önce temizler, sonra tedavi eder. Mürşid-i kâmil ilâcı kendi nefsinden yapmaz. Hakk’ın kudreti onda tecellî etmiştir. Ne yaparsa Hakk’ın ilhâmı ile yapar. 

 

Hazret-i Pîr hikâyede İlâhî tabîbin özelliklerini anlatmaya devam eder:

 

“Gönlümüzde olan her şeyin tercümanısın; her kimin ayağı çamurda ise, elini tutucusun.” (Mesnevî, c. 1, b. 98. A. Avni KONUK) 

 

Mürîdin gönlünde olan her şeyin tercümanı mürşididir. Kalpte olan çeşitli hâllere vâkıftır. Bu yüzden kimin gönlü nefsin eline düşmüşse, yardımcısı mürşididir. Mürîdi düştüğü tuzaktan kurtarıp; Hakk’a yakınlaşmasına vesile olan reçeteyi, tedaviyi mürşidi uygular. Bunun için mürîde der ki: 

 

“İsmail gibi onun önüne baş koy; onun bıçağının önüne sevinerek ve gülerek baş koy!” (Mesnevî, c. 1, b. 228. A. Avni KONUK) 

 

Hazret-i İbrahim ve İsmail -aleyhimesselâm- kıssasında olduğu gibi, mürîdin baş koymasını ister. Burada teslim edilen nefistir. Kötü hasletlerinden arınabilmesi için, mürşidine cân u gönülden teslim olmak gerekir. Çünkü mürşid, Hakk’ın halîfesidir. Cümle esmâ ve sıfat-ı ilâhîye mazhardır:

 

“Tâ ki Ahmed’in, Ahad’la olan cân-ı pâki gibi; senin canın ebede kadar handan (mesut) kalsın.” (Mesnevî, c. 1, b. 229. A. Avni KONUK) 

 

Böyle yapıldığı vakit; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah’ta fânî olup, bekā bulması gibi, senin canın da Efendimiz’in kalb-i pâkine yakınlaşır ve sen de Allah’ta fânî olur, vuslata kavuşur, mesrur olursun. Bir kimse kendini maddî veya mânevî tedavi edemez. Bunun için ehline olan ihtiyaç mutlaktır. Ehil elde tedavi olan kişi, maksuduna ulaşabilir. 

 

“Hudâ’nın bendesi, Allâh’ın sâyesi olur; bu âlemin ölmüşü ve Hudâ’nın dirisidir. Çabuk onun eteğini tut, tâ ki şüphesiz âhirzamanın eteğinden kurtulasın Bu vadide delilsiz gitme.” (Mesnevî, c. 1, b. 431, 432, 434. A. Avni KONUK) 

 

Mürşid-i kâmiller; nefislerini tezkiye, kalplerini tasfiye ettikleri için, sadece Allâh’a kulluk ederler. Noksan kullar ise, nefislerinin kullarıdır. Neyi sever ve isterlerse ona ulaşmak için her yolu mubah görürler. Dünya, gönüllerinde diridir. Allâh’a olan muhabbet, gönle daha yerleşmemiş ve ölü mesâbesindedir. Mürşid-i kâmilin gönlünde ise; dünya ölmüş, Allah muhabbeti kaplamıştır. Bu yüzden dünya için gönülleri ölü gibi, Hak içinse diridir. Onların tek arzu ve istekleri, kulları Hakk’a vâsıl edebilmektir. Bu yüzden, son nefeste îman selâmeti için gereken reçeteyi yine onlar verirler. Çünkü onlar peygamber vârisleridir. Bu mânevî seferde, rehber olmadan gitmek mümkün değildir. Çünkü yapılacak olan evrad ve ezkârın sayısı ve usûlü, elbet bir tertip üzere olmalıdır. Bunu da kendi başına ya da herhangi birinin sözüne uyarak yapmak, fayda yerine zarar verecektir. 

 

“Bir kimse kendi deresini nasıl temizleyebilir? Ancak ilm-i İlâhî’den müstefîd (feyz alan) olan bir mürşidin ilmi ona menfaat verir.” (Mesnevî, c. 5, b. 3217. Tâhiru’l-Mevlevî) 

 

Kalbi gurur, kibir, ucub gibi kötü hasletlerle dolu olan kimse; çoğu zaman bunun farkında bile olmayabilir. Ya da tevâzu gösterdiğini zannettiği yerde, gizli bir gurur kırıntısı filiz verebilir. İşte böyle bir kalp, çamurla kaplanır da kulun rûhu bile duymaz. Kalbini berrak bir dere hâline getirecek olan tedaviyi, mürşid-i kâmil uygular. Bunu yaparken de her mürîdin kendi özelliği ve hastalığına göre, farklı reçete verir. Kalbin ıslahı, ancak verilen tedaviyi uygulayarak olur. Kendi kendimize okuyarak nasıl mühendis olamıyorsak, tasavvuf kitaplarını okuyarak da kendi nefsimizi ıslah etmemiz mümkün değildir. Çünkü;

 

“Nûr-i ilâhî ile nazar eden ve basîretle gören bir şeyh de, sâlikin ibtidâ (başlangıç) ve intihâsına (son) âgâh (haberdar) olur.” (Mesnevî, c. 7, b. 5520. Tâhiru’l-Mevlevî) 

 

Allâh’ın kendini haberdar ettiği kadarı ile mürşid, mürîdin hâline, ahvâline, durumuna vâkıf olur. 

 

“Öyle bir üstad ki; onun gözü, Allâh’ın nûru ile bakar ve cehâlet perdelerini yırtar.” (Mesnevî, c. 7, b. 5533. Tâhiru’l-Mevlevî) 

 

(Devam edecek…)