İslâm Ümmetinin Baş Tâcı; EHL-İ BEYT
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Allah Teâlâ, hikmetine binâen eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanı, sonsuz rahmeti mûcibince kendi hâline bırakmamış; onun ebedî saâdetini temin için gerekli tâlimatları, insanların en kâmili olarak seçtiği rehberlerle inzal buyurmuştur. Bu münasebetle, insanlar ne kadar şükretseler sezâdır. Kezâ, peygamberlerin vârisleri mevkiindeki, onların tâlim ve terbiyelerini vekâleten devam ettiren âlimler de, bu rahmetin diğer bir tecellîsi cümlesindendir. Yeryüzündeki bütün kavimler bu lutfa mazhar olmuşlardır. Bu hususta, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“And olsun Biz, her ümmete;
«–Allâh’a kulluk edin, tâğuttan kaçının.» diye peygamber gönderdik.
Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (en-Nahl, 36)
Hadîs-i şeriflerde de, insanlık tarihinde 124 bin küsur peygamber gönderildiği (Müsned, 5/265-266) buyurulmaktadır.
Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmetinin tecellîsiyle sonsuz lütuflara mazhar olan topluluklar; mâlûl oldukları zaaflarının galebesiyle doğru istikametten saptıkça, ilâhî rehberlerle, tekrar tekrar doğru yola davet edilmişlerdir. İnsanın yaratılışından beri inzal buyurulan semâvî dinlerden günümüze; sadece Hıristiyanlık, Mûsevîlik ve İslâm dîni kalmıştır. Ancak Mûsevîlik ve Hırıstiyanlık, ihtiraslarına mağlûp olan din adamlarınca tahrif edilerek asliyetlerinden uzaklaşmış, insanlığı saâdete kavuşturma hususiyetlerini kaybetmişlerdir. Hattâ, bu ilâhî değerler sisteminin sahibi olan Allah Teâlâ’ya -hâşâ- yalan ve iftiralar isnâd edilerek; dünyaya barış ve adâlet getirmek bir tarafa, insanlığın huzura kavuşmasının önünde bir engel hâline getirilmişlerdir. Adâlet ve huzurla yaşanmış asırlardan sonra; yeniden koyu bir câhiliyye karanlığına sokulmuş dünyanın, kan ve ateşler içinde her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirilmesinin sâiki, ittifak hâlindeki bu muharref dinlerdir.
Şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı cihan devletini tarih sahnesinden çekilmeye mecbur bırakıp, dünya gidişâtını yönlendirecek mevkii ele geçiren bu mâhut ittifaktır. Siyonizm; Filistin’e yerleşerek onu tamamen yutma safhasına, bu güçle gelmiştir. Bölgemizdeki sınırlar, zamanında bu gücün güvenliği ve «arz-ı mev‘ud» hayalini gerçekleştirmesi esasına göre çizilmiş olup, şimdi mevcut vaziyete göre yeniden tanzim edilmeye çalışılmaktadır. Yanı başımızda cereyan eden ve tarihte belki de bir benzeri daha görülmemiş olan barbarlık, bu birliğin kayıtsız şartsız desteği ile yürütülmektedir. Dünya kamuoyunca tel‘in edilmelerine rağmen; bu vahşet, vicdan ve ahlâk ölçüleriyle asla te’lif edilemeyecek bir tarzda sürdürülmektedir. Öyle ki, Lahey Adâlet Dîvânı’nda; din adına, kendilerini köleleri mesâbesinde gördükleri bütün insanlığın efendisi olarak vehmeden bu marîz ruhlu gürûhun şerlerinden korunmak için, bâtıl inançlarının yasaklanması teklifi bile gündeme gelmiştir.
İnsanlığın huzura kavuşması, ebedî saâdet ve selâmeti kazanması için bir tek tercih vardır ki; o da, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vasıtasıyla tebliğ edilen ve bir harfi bile değişmeden ilâhî koruma ile bize ulaşan son hak din İslâm’dır. Kur’ân-ı Kerim’de, bu «ilâhî Kitap» şöyle takdim buyurulur:
“Gerçekten bu Kur’ân, en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükâfat olduğunu ve âhirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.” (el-İsrâ, 9-10)
Kezâ, bu muhtevânın hakikati de;
“De ki: «Hak geldi bâtıl yok oldu.» Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (el-İsrâ, 81) ifadesiyle îkaz buyurulur. Son ilâhî rehber Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tâlim ve terbiyesiyle kemâlât kazanan ümmetinin keyfiyeti de, Kur’ân-ı Kerim’de;
“Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allâh’a inanırsınız… ” (Âl-i İmrân, 110) beyânıyla vasfedilir.
Bu insanlığı saâdete kavuşturacak ilâhî muhtevâyı en güzel ve verimli bir tarzda insanlığa tebliğ eden ve insanlar arasından ilâhî bir lütuf olarak seçilmiş son Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i hakkıyla ne anlayabilmek ne de anlatabilmek mümkündür. Bu gerçeği, sahâbeden Halid bin Velid -radıyallâhu anh- Hazretleri; kendisine ısrarla Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîret ve sûretini soran bir kabîle reisine şöyle ifade edebilmiştir:
“Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen gönderenin kadrince olur. Gönderen Kâinâtın Hâlikı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını var sen hayal ve tasavvur eyle!..”
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle işaret buyurulur:
“(Ey mü’minler!) And olsun ki; Rasûlullah’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» (iktidâya şâyan en güzel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)
İnsanlara gönderilen en son ilâhî rehber olan, bu «üsve-i hasene» şahsiyete itaat hususunda da;
“… Rasûl size ne verdiyse alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7) ifadesiyle îkaz buyurulur.
Câhiliyye devrinin, birçoğu kaba-saba, âdap hassâsiyeti olmayan insanları; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tâlim ve terbiyesiyle kemâlât kesbedip; «Asr-ı Saâdet» cemiyetini inşâ etmişlerdir. Onlar bu vasfı; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tam bir teslîmiyet, hürmet ve muhabbetle bağlanıp, O Varlık Nûru ile aynîleşme azmi ve gayretiyle kazanmışlardır. Onları teselsülen takip eden nesiller de, dînin ve Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nişânelerine gösterdikleri tâzim derecesinde, bu rahmet ikliminin temsilcisi olmuşlardır. Bu cümleden olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra, O’nun «ehl-i beyt»i, ümmetin baş tâcı mesâbesinde görülmüştür.
Ehl-i beyt, Âl-i Muhammed, Âl-i Rasûl… tâbirleri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hazret-i Peygamber’in ailesi ve soyu mânâsına gelen terimler olmuştur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ı, nimetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni de Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)
“Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’in neslinden gelenlere «Seyyid», Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’in neslinden gelenlere de «Şerîf» denilmektedir. Osmanlı’da seyyidlere «emîr», ehl-i beytin işleriyle meşgul olan bu resmî vazifelilere Nakîbü’l-Eşrâf denilmiştir. Nakîbü’l-Eşrâf, Peygamber Efendimiz’in neslinden seçilir ve ehl-i beytin her türlü işlerine bakar; neseplerini kaydeder, doğumlarını ve vefatlarını deftere geçirir, onların gelişigüzel mesleklere girmelerine mâni olur, fey ve ganîmetlerden kendilerine ait hisseleri alıp aralarında dağıtır, hanımların denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine müsaade etmezdi. Nakîbü’l-Eşrâf; gördüğü vazifenin şerefinden dolayı, halîfeden sonra teşrîfâtta ikinci sırada yer alırdı.”1
Ümmetin, ehl-i beyte hürmetine rağmen; fitne ehlinin tahrik ve teşvikleriyle zaman zaman bu hassâsiyete aykırı acı hâdiseler de vukû bulmuştur. Bunlardan birisi de; 680 senesinde, 10 Muharrem günü Emevî Halîfesi 1. Yezid’in 5 bin kişilik ordusunun kuşattığı, aç-susuz bırakılmış Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- ve maiyetindeki 72 askerini katletmeleridir. Bu zulmün İslâm ümmetinde açtığı yara, tarih devirleri geçtikçe iyileşme yerine daha da derinleşmiş, İslâm düşmanlarının desîseleri çerçevesinde deşmelerine elverişli hâle getirilmiştir. Bütün mü’minlerin gönülleri Kerbelâ fâciasıyla yanmasına ve müştereken tel‘in edilmesine rağmen, bu vâkıa, ümmetin birliği için bir tehdit olmaktan çıkarılamamaktadır.
Sevgili Peygamberimiz’e;
“–Âl-i Muhammed kimdir?” diye soruyorlar. Peygamberimiz;
“–Bütün müttakî mü’minlerdir.” buyuruyor. Ve;
«O’nun dostları, ancak müttakîlerdir.» (el-Enfâl, 34) âyet-i kerîmesini okuyor. Biz Allâh’ın koyduğu ölçüleri titizlikle yaşamak gayretinde olursak, hangi asırda yaşarsak yaşayalım, Efendimiz’in ailesine dâhil oluruz. Bundan büyük şeref var mı?..2
Bu güzel müjdeye nâil olmak; ancak dînin nişânelerine hürmet etmek, fücurdan arınıp takvâyı hayat tarzı addetmekle mümkündür.
______________________________
1 Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ 2, Erkam Yay. (islamveihsan.com)
2 Mustafa ERİŞ, Altınoluk, sa. 459.