HAC İBÂDETİ MAHŞER PROVASIDIR

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

 

Hac; Allah Teâlâ’nın emrettiği, İslâm’ın temel ibâdetlerindendir. Kur’ân-ı Azîmüşşân’da 22. sûre, Hac Sûresi’dir. Bu mukaddes ibâdet; hac ayları da denilen Şevval, Zilkāde ve Zilhicce aylarında gerçekleştirilir. İslâm âlimleri; haccın, ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Bu husus, «Kitap ve Sünnet»le sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: 

 

“Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyaret edip haccetmek farzdır.” (Âl-i İmrân, 97) 

 

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- da, hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar: 

 

“İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: 

 

•Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed -aleyhisselâm-’ın Allâh’ın elçisi olduğuna şahâdet etmek, 

 

•Namaz kılmak, 

 

•Zekât vermek, 

 

•Beytullâh’ı haccetmek ve 

 

•Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 1, 2; Müslim, Îmân, 19-22) 

 

Yine bu hususta birbirinden değerli, diğer hadîs-i şeriflere bakacak olursak, onlarda da; 

 

“Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.” (Müslim, Hac, 412; Nesâî, Menâsik, 1) 

 

“Hac ve umre yapanlar, Allâh’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af dilerlerse onları affeder.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 5) 

 

“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.” (Buhârî, Umre, 1) buyurulur.

 

Haccın farz oluşundaki sıhhat ve edâ şartları: Kişinin müslüman olması, akıllı, mükellef, hür olması ve haccetmeye gücü yetecek imkânlara sahip olmasıdır. Müslüman; gerekli şartları taşıdığı zaman, hemen hac vecîbesini îfâ etmelidir. Haccı geciktiren; küçük mâsiyet işlemiş olur, fâsık olarak anılır, şâhitliği reddedilir. Bu hususta Rasûl-i Ekrem -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle buyuruyor: 

 

“Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 5)

 

Zilhicce ayı içinde îfâ edilen «Hac ve Kurban» vazifeleri, sosyal boyutu ağır basan ibâdetlerdir. Cenâb-ı Hak; maddî imkânı yerinde olan bütün kullarını, aralarında makam-mevki-statü farkı gözetmeksizin, kendi evinde görmek istemektedir. Bu aynı zamanda bir ilâhî çağrı ve kudsî bir davettir. Kur’ân-ı Kerim’de bu istek, şöylece îzah edilir: 

 

(Ey Peygamber!) İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yollardan yorgun develer üzerinde Sana gelsinler.” (el-Hac, 27) 

 

Bilindiği gibi Allah Teâlâ; kendi evi olan Beytullâh’ı, âlemlere bir hidâyet kaynağı olarak ilân etmiştir: 

 

“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe)dir.” (Âl-i İmrân, 96) 

 

O mukaddes beytin temsîlî anlamı şudur ki: Mukaddes beyt Kâbe; -o zamanın insanlığını- şirkten, puta tapmaktan muhafaza etmiş ve korumuştur. Bugün de aynı mesaj önümüzde durmaktadır ve sonsuza kadar da bu ilâhî çağrı hep bâkî kalacaktır. Bunu yine Hazret-i Kur’ân söylüyor: 

 

“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti; «Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı puta tapmaktan uzak tut.»” (İbrâhîm, 35) 

 

İçinde kendine has rükünleri barındıran hac ibâdeti (bkz. el-Hac, 28-33)«Hacı desinler!» diye değil, sırf; «Allah rızâsı» gayesiyle yapılır. Müslümanlar; hac ibâdetindeki hikmet boyutunu, fert ve toplum olarak idrâk edip, ona göre bu kudsî ibâdeti yerine getirme titizliğinde olmalıdır. Bu ibâdet, beden ve mal ile birlikte yapıldığından, büyük bir teslîmiyet gerekir. Bu ilâhî emre muhatap olan mü’min; Mevlâ Teâlâ’nın böylesi bir lutfuna, sahip olduğu için çokça şükretmelidir. 

 

Hac ibâdetine hazırlanan, menâsiklerini îfâ eden ve bitirdikten sonrası ise her mü’min bu kudsî vazifeden, kendi istîdatları ölçüsünce nasiplenir. Hiç şüphesiz, hac ibâdeti, müslümanların gönlüne, birlik beraberlik ve bütünlük içinde daha kuvvetli olunacağı düşüncesini ilham eder. Bu şuur, ümmet olma şuurunun ulaştığı yüksek bir seviyedir. Sadece; «Hak rızâsı» ve; «Hakk’ın emrini yerine getirme» amaçlı yapılan bu ibâdette, kulun Rabbi ile olan irtibatı kuvvetlenir. Mü’minin, o kalabalık ümmet içerisinde, bir fert olarak kendini tefekkür etmesi; kişiye muhteşem bir İslâmî şuur temin eder. Gazâlî Hazretleri; 

 

«Hac, dînin kemâle ermesi ve teslîmiyetin tamamlanmasıdır.» buyurur.

 

Hac ibâdetinin kişiye ve onun ait olduğu topluma sağladığı, maddî-mânevî pek çok kazançları vardır. Ancak bu husus, değişik alanlarda farklılık gösterir. Mü’minlerin niyetlerine, samimiyetlerine, irade ve kabiliyetlerine uygun olarak; kimileri bu güzel ibâdetten fazlasıyla nasiplenirken, kimileri de çeşitli sebeplerden ötürü eli boş döner. Hac; zâhiren birbirinden farklı dînî sembolleri hatırlatan, ama bâtınen kişiye farklı rûhî eğitimler sağlayan, davranışlar bütünüdür. Meselâ; bazıları Kâbe’yi tavaf etmekten müthiş lezzet duyarken, Haceru’l-Esved’i selâmlamadaki hikmeti çözemez. Bazıları Arafat vakfesinde muhteşem duygu yoğunluğu yaşarken, diğer taraftan şeytan taşlamanın anlamını idrakte zorlanabilir. 

 

HACCIN ve RÜKÜNLERİNİN HİKMETLERİ

 

Hakikat şu ki, hac ibâdeti, müslümanlar için ciddî bir kulluk imtihanıdır. Müslümanlar; genellikle farz olan emirlere uyarlar, fakat o emirlerdeki hikmetleri sonradan kavrarlar. Bu yaşanan bir vâkıadır. Önemli olan, ibâdetin ne niyetle yerine getirildiğidir. Eğer ibâdetler Allah Teâlâ emrettiği için yapıldıysa, o zaman gerçekleştirilen fiiller ibâdet olur. Dolayısıyla hac ibâdetinin asıl amacı ve hikmetleri için şunu söyleyebiliriz: Kullar, Rablerinin emri doğrultusunda; yurtlarını-yuvalarını, eş-dost ve yakınlarını ve dahî mallarını geride bırakıp, sırf «Allah rızâsı» ve emri gereği, keyfî arzularına set çekerek, haccın vereceği maddî sıkıntıları göğüslemeye niyet etmişlerdir.

 

Hac ibâdeti, belirlenen zamanda ve belirlenen yerlerde gerçekleşeceği için; bu vesileyle müslüman, zaman ve mekân mefhumu şuurunu kazanır. Mekke, Kâbe, tavaf, Haceru’l-Esved, Safâ-Merve, Sa‘y, Zemzem, Arafat, Mina, Müzdelife, şeytan taşlama ve vakfe hacılar için gidilmesi gereken mekânlar ve yerine getirilmesi gereken dînî şiarlardır. Hac ibâdeti vesilesiyle; müslümanların gözlerinin ve dahî gönüllerinin, bu kudsî mekânlar ve kudsî ibâdet menâsiklerine çevirmelerinin sağlanmasıyla «ümmet birliği» içinde olurlar. 

 

Haccın âcizâne en çok hisselendiğimiz hissesi, müslümanları ölüme hazırlık safhasının olmasıdır. Hac ibâdeti vesilesiyle; mü’min en sevdiklerinden, çevresinden, arzu ve isteklerinden uzaklaşacağı, ölmeden evvel ölümü yaşamaya hazır olacağı hâlini, bilerek, isteyerek teslim olacağı gerçeğini anlamış olur. Hacı adayı bu sâikle; gitmeden önce herkesle helâlleşir, borçlarını öder, ailesinin bir senelik nafakasını temin eder, vasiyetini bile hazırlayanlar olur.

 

Müslümanların hac vazifelerini îfâ ederken giydikleri «ihram» aynen kefene benzer bir kıyafettir. İhram; hacıyı bir anlamda bu dünyadan kopararak, âhiret ortamının etkisini derinden hissettirir. Nitekim ihramlı olan bir mü’min, normal zamanlarda kendisine yasak olmayan pek çok şeye artık dikkat etmek zorundadır. Her zaman rutin yaptığı davranış ve alışkanlıklarından, hattâ bağımlılıklarından vazgeçmesi gerekmektedir. Bu durum âdeta, kişinin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Kişi; ihramlıyken yapabileceği en ufak bir ihlâlde, keffâret ödemek zorundadır. Belki bu ihlâl, haccın tamamen bozulmasına da yol açabilir. Hacıların sık sık kullandığı «harem» tabiri vardır. Harem; Kâbe çevresinde bulunan insanlar da dâhil olmak üzere, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar gibi her şeyin ilâhî koruma altında olduğu mekân anlamındadır. 

 

«Tavaf»; dünyada var olan atomdan kozmik varlıklara kadar her şeyin, belirli bir düzen etrafında döndüğünün temsîlî bir dönüşüdür. Ama asıl mânâda; insanların, yüce Rablerinin evinin ve dahî nûrunun etrafında, nasıl da pervâne olduklarını ifade eder. 

 

«Sa‘y»; müslümanlar tarafından, sırf Allah Teâlâ’nın istediği bir yürüyüş olduğu için icrâ edilir. Sa‘y içinde erkekler tarafından îfâ edilen, «hervele» denen, koşarcasına yapılan çalımlı hızlı yürüyüş; müslümanların hep birlikte, aynı niyet ve duygu beraberliği içinde birleşmiş ümmet rûhunun azametini anlatır. 

 

Hacı; «Arafat» gibi kudsî bir mekânda, giydiği ihramıyla bu dünyayı terk ettiğini, hesap-kitap sahnesini hayal eder. Bu esnada (mahşeri); dünyadaki servet-makam-ilim gibi üstünlüklerin dahî hesabının verileceği o korkunç günde, sadece takvânın işe yarayacağına dair âdeta temsîlî bir tiyatro sahnesi gibi gözünde canlandırarak duâlar eder. Arafat’ta işte bu duygularla Rabbine yönelen insan; Allah Teâlâ’ya teslim olmanın ifadesini, samimâne yalvarış, yakarışlarla Rabbine takdim eder. 

 

Hacdaki «telbiye»ler de hakikaten çok anlam yüklüdür. Ne deniyor telbiyede? 

 

«Buyur Allâh’ım buyur! Davetini duydum. Sana yöneldim, kapına geldim. Hamd Sana’dır. Nimet Sen’in, mülk Sen’indir. Şerîkin, ortağın yok Allâh’ım!» 

 

Yani telbiyede ikili hesap yoktur, tam bağlılık vardır. Kesilen «kurban»lar ise; müslümanların yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın isteği ile, malından-mülkünden ve dahî kendi İsmail’inden bile vazgeçebileceğini gösterir.

 

Hac sırasında bulunulan yerlerde, hiçbir şeye zarar vermemek, bilhassa bitki ve hayvan türünden canlılara özel hassâsiyet göstermek gerekir. Bu konu, müslümana başka hiçbir yerde kazanamayacağı bir duygu hassâsiyeti kazandırır. Tabiî bunların yanı sıra kimseyi incitmemek, kırmamak, öfkeli davranmamak, güler yüzlü olmak, güzel ahlâkî vasıfları üzerinde bulundurma hâli de gayet önemlidir. Neticede, titizlikle riâyet edilen bu ahlâkî ölçüler, farkında olmasa bile, müslümanı îmânî ve ahlâkî liyâkat sahibi yapar. Bu yönüyle hac, müslümanın kendisinin farkına varma serüvenidir.

 

Müslümanların hac vazifelerini îfâ ettiklerinde, o kudsî mekânlarda gördükleri ve müşâhede ettikleri duygular pek değerlidir. Zira haccın gerçekleştiği mekânlar, ilk müslümanların ve Kâinâtın Eşsiz Nebîsi Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ve o güzîde ashâbın yaşadığı mekânlar olması hasebiyle, çok özel kıymettedir. Bu sebeple Mekke’de, Medine’de, Vedâ Hutbesi’nin îrâd edildiği Arafat’ta bulunan müslümanlar; o dönemlerin yaşandığı mekânların mânevî rûhundan, kendi şahs-ı mânevîlerine muhteşem, ulvî nur birikimleri doldururlar.

 

Müslümanlar, İslâm dîninin ilk muhataplarının ve asr-ı saâdet yıldızlarının karşılaştığı mücadelelerin yapıldığı, İslâm’ın yayılmasında nice çilelerin çekildiği, o güzîde beldeleri gezip görerek, oralarda yaşananları idrâk edip, âdeta îmanlarını tazelemiş olurlar. İki Cihanın Sultanı Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın doğup-büyüdüğü ve hayatını devam ettirirken, peygamberliği sırasında, ashâbıyla birlikte yaşadığı o çetin mücadelelerin verildiği yerleri müşâhede etmesi, müslümana derin, içli hazlar yaşatır. 

 

Medine’de O güzel Nebî’nin kabr-i şerîfini ziyaretinden sonra, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın büyüklüğüne bir kez daha şahâdet getirmiş olur. Aynı zamanda Bedir, Uhud, Hudeybiye gibi savaş meydanlarında gerçekleşenleri hatırlar, İslâm’ın ilk şehidlerini hayırla anar. İşte bu duygu yoğunluğu, mü’mine farklı bir dinamizm sağlar. Neticede, müslümanda İslam dâvâsını daha iyi sahiplenme şuuru oluşur; «Bu mukaddes mekânlarda; En Sevgili ve O’nun dostları yaşamış, ne mutlu bana! Beni bu kudsî mekânlara getiren Rabbime hamd olsun!» der ve şükreder. 

 

Şurası bir gerçek ki; kudsî hac ibâdeti, mü’min için önemli kararlar aldırır, yanı sıra eskiden yaptığı pek çok lüzumsuz ameli terk ettirir. Yine bu kudsî ibâdet; müslümanların ferdî, içtimâî, kültürel hattâ siyâsî hayatlarında, ehemmiyetli tesirleri, faydaları ve neticeleri olan bir ibâdettir. Hac esnasında dünyanın değişik coğrafyalarından, Allâh’ın evi Kâbe’ye gelen müslümanlar; aralarında herhangi bir anlaşma, sözleşme olmadan, aynı gayelerle, aynı amaçla mukaddes beldelerde âdeta büyük bir İslâm kongresi gerçekleştirirler. Dünyanın dört yanından aynı değerlere sahip milyonlarca müslümanın; hac ibâdeti vesilesiyle, nasıl da ortak kudsî değerler zemininde buluştuklarının farkına varırlar. Hacca giden bir müslüman; kendi yurdundan ayrılırken, bir şehrin, bir memleketin sâkini olarak ayrılır, ama dönerken, ümmetin bir ferdi olarak döner.

 

Hac sırasında, her çeşit ırka mensup insanların, hepsinin ayrı görünüş ve giyinişleri, değişik konuşmaları ve farklı psikolojik yapılarıyla, ne güzel birliktelik sergilediklerini görmek, müslüman için muhteşem bir bahtiyarlıktır. Müslümanlar hac ibâdetiyle, inananların birlikteliğinin hazzının ve kardeşliğinin kolektif şuurunu yaşarlar. Dünyanın değişik coğrafyalarından sırf hac sâikiyle, akın akın Mekke’ye gelen müslümanlar; dünyevî farklılığı, bencilliği ve ihtirasları temsil eden giysileri çıkarıp, herkesi eşitleyen, birleştiren, müslüman dünyasının bir ferdi olmayı temin eden ihramlarını giyerek, «ben»likten, «biz»e geçerler. Hepsi beyaz libaslar içinde «hiç»lik şuuruyla ölümü ve âhiret şuurunu tazelerler.

 

Haccın çeşitli rükünlerinde müslümanların bir araya gelmesi, düşmanlar için müthiş bir güç gösterisidir. Mü’minlerin bu birliktelikleri, kendi aralarında da dayanışma şuuru oluşturur. Bu coşkulu beraberlik; insanları birbirine kaynaştırır, kardeşlik anlayışını perçinler. Hac vesilesiyle; çeşitli ülkelerin müslümanları görüşüp tanışırlar, hattâ bu kaynaşma, farklı boyutlarda gelişebilecek sosyal alışverişlere de sebep olabilir. Eskiden öyleydi. Hacda dünyanın çeşitli bölgelerindeki müslümanlarla bu güzîde beldede ticârî ve ilmî alışverişler yapılırdı. Bu vesileyle âlimler; birbirleriyle görüşürler, çeşitli hususlarda fikirlerini paylaşırlar ve yeni çıkan eserleri birlikte mütalâa ederlerdi. Dolayısıyla amacına erişse; her sene gerçekleşen hac ibâdeti, âdeta müslümanların «milletlerarası fuarı» gibidir. 

 

Haccın en önemli hikmeti, âdeta bir mahşer provasını andırmasıdır. Farklı dil, ırk, bölge, kültür ve ekonomik güce sahip müslümanlar; toplum içindeki sosyal mevkileri ne kadar yüksek olursa olsun, herkesle eşit durumda, aynı tip ve aynı renk giysiler içerisindedirler. İşte herkesin birbiriyle eşit konumda olarak, hac vesilesiyle belirlenmiş mukaddes mekânda toplanmaları, müslümana tadına doyulmaz bir haz yaşatır. Dolayısıyla hac ibâdeti «BİR» olana topluca yapılan yalvarış ve yakarışlarla, koşuşturarak icrâ edilen ibâdetlerle, âdeta büyük din günündeki toplanışı hatırlatır. Hâsılı bu yönüyle hac; mü’mini âhiret dirilişine ve kimsenin kaçamayacağı o büyük hesap gününe, daha iyi idrâk ettirerek hazırlar. 

 

Ne mutlu, böylesi hikmet boyutunu dikkate alarak hac ibâdetini îfâ edebilenlere. Selâm ve duâ ile…