Dostluğun Bedeli; FEDÂKÂRLIK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Kendisi bir hikmetler dîvânı olarak yaratılan insan; eşref-i mahlûkat olarak takdir buyurulup; sonsuz bir hikmetler dîvânı olan kâinat, ona musahhar kılınmıştır. Bu, âciz aklın idrâk edemeyeceği derecedeki yüksek değer ve iltifâtın, bir sâiki olması gerektiği şüphesizdir. Diğer bir hikmetler dîvânı olan ve insana ebedî saâdet yolunu göstermek için lutfedilen Kur’ân-ı Kerim’de, bu ilâhî murâda şöyle atıf buyurulur: 

 

“Hani Rabbin meleklere; 

 

«–Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» dediğinde, onlar; 

 

«–Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Hâlbuki, biz Sen’i övgüyle tesbih ve takdis ediyoruz.» demişlerdi. 

 

Allah da onlara; 

 

«–Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.» buyurmuştu.” (el-Bakara, 30)

 

Allah Teâlâ’nın bu ulvî vazifeyi tevdî buyurduğu ve bu liyâkat için zarurî her türlü hâssayı lutfettiği insanın mahiyetini, asırlardan beri pek çok edip, âlim, gönül ve irfan ehli zevat anlamaya ve anlatmaya gayret etmiş; bu mevzuda pek çok eserler vermişlerdir. Bu mübârek zevattan Şeyh Gālib, insanın muhteşem sırrını şöyle açıklar:

 

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen;

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

 

Anadolu’muzun gönül sultanlarından Mevlânâ Hazretleri, insanın değerinin bilinmesinden gaflete düşülmemesini îkaz sadedinde; 

 

(Gafil) insan, kendini ucuza sattı. O, çok kıymetli atlas bir kumaş gibiydi; tuttu, kendini (âdî) bir hırkaya yamadı.” buyurur. 

 

Böylesine kıymetli bir varlığın, heder olup gitmesine gönlü razı gelmeyen Mihrî Hatun (ö. 1512), onun istikametini şöyle işaret eder:

 

Şöyle teşhîs eyledim, Mihrî, cihânın lezzetin,

İlm ile savm u salât imiş, kalanı hîç imiş.

 

Tabiatta; müsbet de olsa menfî de olsa her şeyin bir bedeli vardır. İnsan işlediği her fiilin karşılığını görür; bedeliyle mes’ul olur. Bu vâkıa, Kur’ân-ı Kerim’de sarâhaten şöyle beyan buyurulur: 

 

“Kim sâlih bir amel işlerse kendi lehinedir. 

 

Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. 

 

Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” (Fussilet, 46) 

 

İnsan; ulvî bir vazife tevdî buyurulmuş olması hasebiyle, «ben merkezli» değil, emânetin hakkını verecek bir hayat tarzı ile mükelleftir. Bu münasebetle, bencillik, zemmedilmiş bir haslettir. Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Meğâzî, 35) hadîs-i şerîfi ile bu hususa işaret buyurmuştur. Yine Kur’ân-ı Kerim’de de, içtimâîleşme usûlü şöyle beyan buyurulur: 

 

“…Doğrusu Allah, iyilik eden ve işini güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195) 

 

Gönül ehlinden Yûsuf Hemedânî -kuddise sirruhû- Hazretleri de, rûhâniyetin, bu keyfiyetin temessülünü tâlim için; 

 

Benlik kapısını kapat; hizmet ve sohbet kapısını aç.” buyurur.1 

 

İnsan; ilâhî emânete riâyet edebilme çerçevesinde, kulluk vetîresinde gerekli irtifâyı kazanmakla mükelleftir. Gönül ehli; «hayatın gayesinin kesb-i kemâl edip, seyr-i Cemâl’e ermek olduğunu» ifade buyururlar. Bu cümleden olarak; 

 

“Kâmil insan modelinin iki vasfı vardır: 

 

•Allâh’ın bütün emirlerini büyük bir huşû, vecd ve istiğrak hâlinde îfâ edebilmek; 

 

•Allâh’ın bütün mahlûkatına merhamet ve şefkat göstermek.”2 

 

Kâmil insanın en mümeyyiz vasfı «dost» olmaktır. İnsan en başta kendisini bilerek kendisi ile dost olmalı; Allah Teâlâ’yı tanıyıp rızâsına mazhar olarak Hak dostluğunu kazanmalı, kâinat dîvânını okuyup, bütün yaratılana dostça bakmalıdır. Nitekim ebedî saâdetin yolunu tâlim eden ilâhî rehberler olarak lutfedilen peygamberler, Allah dostlarıdır. Kezâ peygamberlerin vârisleri mevkiindeki âlimler, gönül ve irfân ehli de Hak dostları olarak tavsif edilirler. 

 

İnsan; kendisine tevdî buyurulan ulvî vazifeye liyâkat kesbedebilmek için «Elest Bezmi»ndeki ahdine vefâ göstermek ve Rabbini bilmekle mükelleftir. Bu mes’ûliyet de ancak kendini bilmekle vâkî olur. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre Hazretleri bu vâkıayı;

 

İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin,

Ya nice okumaktır.

 

diye terennüm eder. 

 

İlim; insana kendisini tanıtmalı, sırlarına âşinâ kılmalıdır. Mârifetullah deryâsına dalabilmesi, hikmete vâkıf olabilmesi, irfâna ulaşabilmesi ve Hakk’ın dostluğunu kazanabilmesi böyle mümkün olabilir. Aksi takdirde; en yüksek eğitimlerle ilim tahsil eden şahısların nefsin iğvâsına kapılarak ömür sermayesini heder edip, ebedî hüsrana dûçar oldukları, oldukça sık rastlanan hâdiselerdendir. 

 

Dost; kendi nefsinden geçmiş, dostunda fenâ bulmuştur. Dostluğun bedeli, nişânesi fedâkârlıktır; sevdiğinin sevdiğini sever; sevmediğini sevmez; her şeyini onun uğrunda fedâ edebilir. Fedâkârlık, tek başına bir vasıf değildir; âdeta vefâ, ferâgat, şefkat, merhamet… gibi yüksek fazîletlerin bir muhassalasıdır; hesâbîlik değil, hasbîliktir. 

 

Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- canıyla, evlâdıyla ve malıyla olan imtihanında her şeyini Rabbi için fedâ ettiğinden dolayı, «Halîlullah» makamına ulaşmıştır. Kezâ, kendini fedâ etmeye hazır olan oğlu İsmail de, ilâhî rehberlik vasfını kazanmıştır.

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; şöyle duâ ederdi: 

 

“Allâhım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i sevenleri sevmeyi, Sana yaklaştıran amelleri sevmeyi istiyorum. 

 

Allâh’ım! Sen’in sevgini bana, canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl.” (Tirmizî, Deavât, 73) 

 

Bir kulun ilâhî sevgiyle elde edebileceği kazanç, bir hadîs-i kudsîde şöyle ifade buyurulur: 

 

“Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp ilân ederim. 

 

Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, Bence daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz. 

 

Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse, onu mutlaka veririm, Bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38) 

 

Bir kulun, mârifetullah vetîresinde vâsıl olabileceği saâdetle alâkalı olarak, Musa Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri

 

“Zikrullâh’a vâsıl olan, her şeye kavuşmuştur. Zikrullah’tan mahrum olan da, her şeyi kaybetmiştir. Zikrullâh’a nâil olan Allâh’a kavuşmuştur. O yüce nimeti tadamayan, ancak kışırda (kabukta) kalmıştır.” buyurur.3 

 

Kur’ân-ı Kerim’de, içtimâî hayatta fertlerin hususiyetleri hakkında; 

 

“Şüphesiz mü’minler birbirleri ile kardeştirler.” (el-Hucurât, 10) buyurulur. Bu münasebetle, birbirlerini Allah için sevmek, o dehşetengiz mahşer gününde, Arş’ın gölgesine sığınmaya vesile kılınmıştır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; 

 

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. 

 

Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. 

 

Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3) buyurmasında, bu kardeşlik hukukunun gerektirdiği fedâkârlığa da işaret vardır.

 

Bugün sonsuz zenginlikte ve sonsuz nimetlerle donatılıp insanların hizmetine lutfedilen dünyamızda, nefsine râm olan insanların istismârı ve hoyratça sömürmeleri sonucunda, bir daha geri döndürülemeyecek şekilde tabiî dengelerin bozulduğunun sık sık belirtildiği bir zamandayız. Hâlbuki, kelâm-ı kibarda; yaratılanlara, rahmet nazarı ile bakmanın kâmil insanın bir vasfı olduğu bildiriliyor. Modern câhiliyyenin karanlığına gömülmüş insanlık; tabiata dostâne bakmamanın, nefsânî ihtirasların sevkiyle onu sömürmenin bedelini, müşâhede edildiği gibi, ağır tabiî âfetlere maruz kalmakla ödüyor.

 

Dünya hayatı; meselenin îzahı bakımından, âhiretin kazanılacağı bir ticaret olarak düşünülebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, bu husus şöyle beyan buyurulmaktadır: 

 

“Şüphesiz, Allâh’ın Kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.” (Fâtır, 29) 

 

Bu cümleden olarak, ömür sermayesi; kendine, çevresine ve tabiata dostça davranarak, bu ulvî vazifeyi tevdî buyuran Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmakla ve dostluğuna mazhar olmakla, ebedî saâdeti kazandıracak bir ticaret olacaktır. Yanı başımızda zâlimler; vahşette sınır tanımadan, kudurmuşçasına masumları katlederken, fedâkârlıklarla katmerlenen dostluk vâkıası daha mânâlı ve netice alıcı olacaktır. 

 

İdrâk etmekte olduğumuz mübârek kurban ve hac mevsiminin mânevî muhtevâsı ile güçlendirilen ümmet olma şuuru, bu âhiret ticaretini daha kârlı kılacaktır. 

 

_____________________________

 

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Altın Silsile, Altınoluk, İstanbul 2012, s. 262.

 

Osman Nûri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yay.

 

Sâdık DÂNÂ, Altınoluk, s. 458.