GAYE

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Kâinatta, kendi yaratılışımızda ve hayatın akışında bir gayelilik görüyoruz. Bu durum, ulvî duygularımızı da besliyor. Rabbimiz; mü’min kullarını tarif ederken, bu nevi tefekkürleri dînî duyguların hizmetinde kullanmalarını tebrik ediyor: 

 

“Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler)

 

«–Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. 

 

Sen’i tesbih ederiz. (Boşuna yaratmış olmaktan tenzih ederiz.)

 

Bizi cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)

 

Üç cümlenin arka arkaya dizilişinde şu bağlantılar var: 

 

•Boş, bâtıl, gayesiz bir şey yaratmak Allâh’ın şânına yakışmaz. O’nu bundan tenzih ederiz. 

 

•Bu tenzih edişte, birilerinin bu iddiasına katılmadığımızın ilânı da mevcut. Aynı kalıbın (خلق … باطلا) yer aldığı bir başka âyet-i kerîme, inkârcıların kâinâtın boş, bâtıl ve gayesiz var olduğunu zannettiklerini ortaya koyuyor:

 

“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık. 

 

Bu, inkâr edenlerin zannıdır. 

 

Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline!” (Sâd, 27)

 

•Her iki âyette de, mevzu cehenneme bağlanıyor, böylece kâinâtın yaratılışındaki gayenin; hesap, ceza ve mükâfat olduğu anlaşılıyor. 

 

Neyin hesabı? Verilen vazifelerin. Vazife nedir: 

 

•İbâdet / Kulluk. 

 

•İnanç tarafında tevhid.

 

•Amel tarafında en güzel davranış, emir ve yasaklara uymak, kullara karşı adâlet, ihsan ve ahlâk… 

 

Böyle bir gayenin olmadığını zannetmek, başka âyetlerde de kınanıyor ve istifhamla karşılanıyor: 

 

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

 

“İnsan, başıboş bırakılacağını ve yaptıklarından hesaba çekilmeyeceğini mi sanıyor?” (el-Kıyâmet, 36)

 

Buraya kadar anlattıklarımız, zaten kâinâta müslümanca bakışın bir hulâsası… 

 

Eski asırlarda; Yunan, hıristiyan ve yahudi filozoflar bile bundan çok farklı düşünmediler. Bu âlemin bir gaye ile yaratıldığını düşünmeye felsefede teleoloji deniyor. 

 

Fakat materyalizm, natüralizm, evrimcilik cereyanları, bu noktadan sapmaya başladılar. Varlığın bir patlamayla, canlılığın bir dizi tesadüfle meydana geldiğini iddia ederek, bu «gaye düşüncesi»ni insan yakıştırması olarak görmeye başladılar. Onlara göre, sonuca bakıp sebep ve gaye uyduruyorduk. 

 

Bu hakikaten kâfirce bir zan… Nankörce bir düşünce… Ahmakça bir çıkarım…

 

Aslında bir kaçışın ifadesi. Vazifeden, hesaptan, hesaba göre yaşamaktan… 

 

Daha önce de paylaşmıştık: Meşhur bir evrimci ateist, meyveleri göstererek;

 

“–Bunlar bize gıdâ olsun diye yaratılmadı. Onlar sadece bitkilerin üreme organları. Biz evrimimizin bir parçası olarak onlarla beslenme yolunu bulduk!” diyordu. 

 

Peki, böyle düşünebilecekleri bir ortamı nasıl buluyorlar? 

 

Burada bizim de biraz ince düşünmemiz gerekiyor. Cenâb-ı Hakk’ın sanatındaki gayeliliği tefekkür ve temâşâ ederken, kendi beşerî bakış açımızdan kurtulmamız ve şu maddeleri devreye katmamız gerekiyor:

 

•Cenâb-ı Hakk’ın sadece insanın değil, Âlemlerin Rabbi oluşu.

 

•Sonsuz azamet, kudret ve muazzam sistem üzerindeki fiillerde sayısız gaye ve hikmetin mevcudiyeti. 

 

•Allâh’ın Zâtını gizleme hususiyeti, Latîf / Bâtın oluşu. 

 

•Zaman üstü oluşu. 

 

Biz bir bahçe düzenlesek, kendimizi düşünürüz. Kendi göz zevkimize hitap eden çiçekleri tercih eder, bize faydası olmayanları bertaraf ederiz. Çocuklarımızın oynayacağı boş alanlar oluşturur, gezinirken ayağımıza takılmayacak şekilde çimlerin biçilmesini isteriz. Meyvelerin istediğimiz dolgunlukta olması için ağaçları budarız. Rızkımıza ortak olmasınlar diye ilâçlama yapar; haşere, kurt vb. canlıları bertaraf ederiz. Ortalıkta çürümekte olan bir şey görünsün istemeyiz. Bütün müdahalelerimiz kendimizle alâkalıdır. 

 

Cenâb-ı Hak ise Âlemlerin Rabbi’dir. Bütün mahlûkatın rızkını ayrı ayrı düzenler. O çürükçül mantarlar âleminin de Rabbi’dir, en alâka göstermediğiniz otun da… Böceğin de Rabbi’dir, kuşun da… 

 

Evet Rabbimiz, insanı ahsen-i takvîm sûretinde yaratmış ve varlığı onun istifadesine vermiştir. Lâkin -hâşâ- bir otel hizmetçisi gibi değil!.. 

 

Lüks bir otelde her şeyin bilhassa ve olduğundan da fazla sizin için özel olarak hazırlanmış olduğunun vurgulandığını görür ve hissedersiniz. Çünkü siz yüklüce bir ücret ödemişsinizdir ve bunun karşılığını aldığınızı hissetmeniz istenmektedir.

 

Bunun ilâhî yaratıştaki karşılığı cennettir. Cennet mükâfat yurdudur. Orada daima kusursuz ve zahmetsiz lezzet, izzet ve ikram vardır.

 

Dünya ise imtihan ve zahmet yurdudur. İlk insanın buraya bir nevi ceza ve kovulma ile gönderildiği de unutulmamalıdır. 

 

İnsan; zahmet yurdu dünyada yine de kendisinin hizmetine verilmiş şeylerden biraz uğraşarak, geliştirerek ve bulmacaları çözerek istifade eder. Tabiatta doğrudan doğruya iri elmalar, size boyun eğmiş sağmal inekler yoktur. Bunlar için insan ehlîleştirme, tohum ıslahı gibi şeyler yapmıştır. 

 

Burada nankörlükten inkâra bir tuzak oluşur. Kārun-vârî; “Bunu ben bilgimle elde ettim!” deme tuzağı… 

 

«Hazine avı» denilen kurmaca oyunlar vardır. Geniş alanda gizlenmiş birtakım ipuçları üzerinden oyuncular bir bulmacayı çözer ve keşif hazzı yaşarlar. İnsanın dünyadaki hâli böyledir. Keşifler, îcatlar, geliştirilen teknikler, hastalıkların tedavileri hep böyledir. O şey oradadır, fakat üstündeki örtüyü kaldırmak gerekmektedir. 

 

Böylece «kendini gizleme» farkını da açıklamış olduk. Cenâb-ı Hakk’ın el-Bâtın, el-Latîf ve el-Müteâl (yüceler yücesi, duyu ve idraklerden öte) oluşu gibi hakikatler, O’nun bizim gözlerimizden, beş duyumuzdan ötede olmasını ifade eder. 

 

Bu bir taraftan bizim zayıflığımızın ve acziyetimizin neticesidir. Cihazımızda o alıcılar yoktur. Gözler O’nu göremez! Allah muazzam bir şekilde zuhur etmektedir. Fakat körün güneşten hissesi, ancak ısısını hissedip çıkarım yapmasıdır. 

 

Diğer taraftan da imtihan dünyasında bu gizleniş, Cenâb-ı Hakk’ın bir tercihidir. Çünkü O -celle celâlühû-; bu hazine avında, cennetinde ağırlayacağı sahih inançlı, güzel amelli, temiz, nezih kullar seçmektedir. 

 

Örneğimizdeki lüks otel; hemen her şeye armasını basar, ismini yazar. Sürekli kendisini hatırlatır. Duştaki jelden, masadaki tuzluğa kadar istifade ettiğin her şeyin markası üzerindedir. Allah Teâlâ ise, o mânevî markayı kulun kendisinin idrâk edip görmesini ister. Yazımızın girişindeki âyette olduğu gibi. 

 

•Besmele (bismillâh ile başlamak), 

 

•Hamdele (elhamdülillâh demek), 

 

•Vefâ ve şükür (minnettâr olmak),

 

•İstisnâ (inşâallah demek, oluşta O’nun iradesini unutmamak), 

 

•Zikir (her an O’nu anmak),

 

•İhsân… (O’nu görüyor gibi kulluk etmek.)

 

Bunların hepsi bu duygu imtihanının yetiştiriciliği içindir. 

 

Gelelim azamet farkına… 

 

Biz evimizin bahçesini aydınlatmak istediğimizde; en ucuz, en kolay yolu ararız. En lüks, en müsrif aydınlatma bile, belirli ölçüler içinde kalacaktır. Bizim için enerji paradır, malzeme paradır, işletme ve yenileme zahmettir. 

 

Hâlbuki Cenâb-ı Hak yerin ve göğün hazinelerine sahiptir. O’nun azamet ve kudretini ölçülerle ortaya koyamayız. Fakat kendi zâtı bazen müteşâbih ifadelerle bunu ortaya koyar: 

 

“Semâyı bir kâğıt tomarını dürer gibi dürdüğümüz gün!..” (el-Enbiyâ, 104; ayr. bkz. ez-Zümer, 67)

 

Şiir diliyle şöyle telmihte bulunmuştuk:

 

Yok hudut ve uç… Ölçü gerçi suç;

 

Kâinât avuç!.. Rabbim en büyük!.. 

 

Cenâb-ı Hak; 

 

“Dünya semâsını kandillerle süsledik.” (es-Sâffât, 6; Fussilet, 12; el-Mülk, 5) buyuruyor. Dünya gibi minicik bir gezegenin semâsındaki süsler; devâsâ galaksilerden, havsalamızın alamayacağı kadar geniş bir fezâdaki muazzam gök cisimlerinden oluşuyor. 

 

Bu, fiil ile gaye arasındaki bağlantıda, azamet farkıdır. Bir beşer, bu kudret ve azametten uzak olduğu gibi, böyle muhteşem bir süslemeyi masraflı da bulacaktır. Âlemlerin Rabbi’nin, bütün bu galaksileri var etmekten tek murâdı dünya semâsını süslemek midir? Yoksa bu, gayelerden biri midir, dünyaya bakan yönü müdür? 

 

İnsanın kendi imkânlarının darlığı içinde bir nevi cimrilik geliştirdiğine şu âyet-i kerîmede işaret edilir:

 

“De ki: 

 

«–Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız.» İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!” (el-İsrâ, 100)

 

Fiiller ve gayelerinin irtibatı hususunda insan gibi düşünme tuzağına düşmemek ve Cenâb-ı Hakk’ın şânına yaraşır bir gaye-fiil münasebetini anlamak yolunda son maddemiz: 

 

Büyük sistem…

 

Biz meselâ akşam yemeğini hazırlarken günü kurtarırız. Evde olanları değerlendiririz. Veya markete gittiğimizde aldıklarımız; dolabımızın hacmi, bizim tüketim hızımız ve ihtiyacımız nisbetinde olur. 

 

Fakat 300 kişilik bir yurdu besliyor olsaydık, mutfağımız da kilerimiz de ona göre büyük ve kapsamlı olurdu. O akşam yemeğini yaparken, bir taraftan yarınki fasulyeyi de ıslatmış olurduk. Öbür günün bir malzemesini sipariş etmiş, bir hafta sonraki hal alışverişine satın alma vazifelisini göndermiş vs. olurduk. Doyurulması gerekenlerin 100.000 kişilik sefer hâlindeki bir ordu olduğunu düşünün. İş çok daha büyüdü ve organize katlandı. Acemi bir kişi, böyle büyük organizelerdeki bazı işlerin hikmetini anlayamaz. Aşçı, kumandan veya başkan… Bunlar aynı zamanda fânî insanlar… İşlem kapasitelerine, maddî ve mânevî imkânlarına göre hareket etmek durumundalar. En mühim sınırlarından biri de zaman… 

 

Cenâb-ı Hak ise zaman üstü… Zamanın mahlûk olduğu son kozmolojik anlayışla hemen hemen ispatlandı. 

 

Yurdun aşçısı fasulyeyi akşamdan ıslatıyor. Cenâb-ı Hak, senin 1900’lerde ihtiyaç duyacağın fosil yakıtları yarım milyon sene önce yer altına depolamaya başladı!.. Senin emrine vereceği bitkileri, hayvanları benzer şekilde çok yıllar önce halk etti. Arada binlerce gaye ve maksat da tahakkuk etti. Biz milyon sene önce diyoruz, fakat onu yapan Zât’ın zaman üstü olduğunu unutuyoruz. O zamansız bir anda faal. «Yaptı» demek bile mâzî fiili kullanmakla neticeleniyor. Çünkü kullandığımız lisan da insan biçimci. 

 

Sonsuz azamet ve kudret sahibi, Âlemlerin Rabbi’nin, makro plânda sergilediği nâmütenâhî sanatta sayısız gaye ve hikmet var. Bunlardan bazısını bilip idrâk edebiliriz. Bazısını O bize bildirdiği için biliriz. Ama hepsini ihâta etmemiz imkân ötesidir. 

 

Gaye tefekküründe bir nokta da, fiil ile gaye arasında kurulan irtibatı kimin kurduğu meselesidir. 

 

Bu irtibatı vahiyden öğreniyorsak, bir müslüman olarak bu gaye bilgisi bizim için altın kıymetindedir. Fakat kendi kuracağımız bağlantıların üzerine, beşerin fânî idrâkinin gölgesi düşecektir. 

 

Meselâ şu anda İsrail, binlerce Filistinliyi katledip başına hiçbir şey gelmemesini yanlış yorumlayabilir. Firavun da binlerce bebeği öldürdüğünde böyle düşünmüştü. Bu, istidrâcın bir çeşididir. 

 

Tefsirlerde; 

 

Yahudilerin Peygamberimiz’in yanına girdiklerinde O’na «es-Selâmü aleyküm!» yerine «es-Sâmü aleyküm! / Ölüm Sen’in üzerine olsun!» dedikleri, daha sonra da;

 

“(Madem bu adam peygamberdir. Öyleyse); 

 

«–Allah bu dediğimizden dolayı bizi helâk etse ya! 

 

(Etmediğine göre bu peygamber değildir.)»” (el-Mücâdele, 8) diyerek bâtıl bir sebep-sonuç değerlendirmesi yaptıkları bildirilir. 

 

Bu yanlışa düşmelerinde, yukarıda zikrettiğimiz; 

 

•Allâh’ın kendini gizleyerek imtihanı,

 

•Sabrı / hilmi / zaman üstülüğü, 

 

•Binlerce başka plân ve gaye sebebiyle bu cezayı te’hiri gibi hakikatleri anlamamaları rol oynamaktadır. 

 

Allâh’ın kendini gizlemesi bahsinde istisnâ edeceğimiz bir husus var: 

 

Aslında Allah sıklıkla kendini izhar da ediyor. Gökyüzünde, bulutların arasında değil, fakat peygamberlerinin lisânında, Kitaplarıyla, vahiyleriyle… 

 

Allah yüce fiilleri hususunda birçok gayeyi bizzat bildiriyor. 

 

Burada nübüvvete îman meselesi öne çıkıyor. 

 

Türlü filozofların kendi tanrı tasavvurları var. Her biri kendi kafalarının içinde oluşturdukları, kendileri sorup kendileri cevaplandırdıkları diyalektikle şekillendirdikleri bâtıl bir ilâh anlayışına sahipler. Hâlbuki, O’nun vahyine ve Rasûlü’ne inansalar; gayeyi, maksadı en salâhiyetli mevkiden dinlemiş olacaklar. Madem yaratılışın gayesini merak ediyorsun, bizzat Fâil-i Mutlak’a kulak ver! Ama peygambere inanmayınca bu mesajı yok sayıyorlar.

 

İnsanların kendilerinin kurdukları gaye irtibatlarını beğenmeyebilirsiniz. Şu deprem şu günahtan oldu, diyenlere kızabilirsiniz. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın; 

 

“–Âlemi insan için, insanı kulluk için, yağmuru rızık için, gündüzü çalışmanız için, geceyi istirahatiniz için, büyük ve küçükbaş hayvanları etinden, sütünden, yününden vs. istifadeniz için yarattık…” buyruklarına niçin kulak tıkayalım? 

 

O’nun öğrettiği tefekkür âdâbı ve usûlüyle, filân canlının metabolizmasındaki şu hususiyeti de, tıpta bir tedavi için ilham alalım diye yarattığını düşünmemiz neden yakıştırma olsun? 

 

Yazımızı, âlemin yaratılış gayesini bildiren ve bu tefekkürün daima âhiretle irtibatını kuran âyet-i kerîme mealleriyle bitirelim: 

 

“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. O saat (kıyâmet), mutlaka gelecektir. Şimdilik onlara güzel muamele et!” (el-Hicr, 85)

 

“Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları Biz, şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.” (el-Ahkāf, 3)

 

“Onlar, Allâh’ın gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi ancak gerçek bir sebep, derin bir hikmet, şaşmaz bir kanun ve belirli bir ecel ile yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmezler mi? Ne var ki, insanların çoğu, öldükten sonra dirilip Rablerine kavuşacaklarını kesinlikle inkâr etmektedir.” (er-Rûm, 8)

 

“Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular (işi, eğlencesi) olarak yaratmadık.” (el-Enbiyâ, 16)

 

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 39)

 

“O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır…” (el-En‘âm, 73)

 

“Güneşi parlak bir ışık kaynağı, ayı ise bir nûr yapan, yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilmeniz için aya menziller takdir eden O’dur. Allah, bütün bunları boş yere değil gerçek bir gaye, sebep ve hikmete dayalı olarak yaratmıştır. O, bilip anlayacak kimseler için âyetlerini bu şekilde detaylarıyla açıklamaktadır.” (Yûnus, 5)