Gönüllerin Yönelimi KIBLE MESELESİ -5-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın kıble hakkındaki uygulamaları, bazı nasipsizler tarafından çok farklı şekillerde yorumlanmaya başladığı gibi, ileri geri konuşanlar da çok oldu:

 

–Bu ne iştir böyle?

 

–En son ve en mükemmel din diyorsunuz, ama kıbleye bile tam karar vermiş değilsiniz!

 

–Mescid-i Aksâ neyinize yetmiyordu!

 

–Mescid-i Harâm’a neden döndünüz sanki!

 

–Mescid-i Aksâ cihetine yönelip, namaz kılanlar arasında ölenleriniz de var. Onların hâli ne olacak peki?

 

–Bundan önce kılınan namazlarınız boşa gitti desenize!

 

Daha neler demiyorlardı ki! Sadece o an için değil, kıyâmete kadar namaz kılanların kıble problemi yoktu aslında. Kıbleyi problem edinenler, İslâm’ın dışında kalan nasipsizler ve hâinlerdi. İşte bu hâinler, o kadar ileri gittiler ki; sahâbîler arasında endişe etmeye başlayanlar oldu. Bu yüzden, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına varıp, işin bu yönünü de öğrenmek istediler:

 

–Yâ Rasûlâllah! Beytü’l-Makdîs cihetine doğru namaz kılıp dururlarken, ölmüş olan kardeşlerimiz var. Bunların durumları ne olacak acaba? Hem onların ve hem de bizim, kıldığımız bunca namaz boşa mı gitti yani?

 

Rasûlullah -aleyhisselâm- tebessüm ederek, gelen vahyi tilâvet buyurdu:1

 

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ۝١٤٣

 

(Ey îmân eden mü’minler!) İşte böylece sizi orta (vasat, mûtedil, örnek, ölçülü ve dengeli) bir ümmet yaptık ki, siz insanlara (hakikat için) şâhit (ve örnek) olasınız, Rasûl de size şâhit (ve örnek) olsun. 

 

Biz bu yöneldiğin kıbleyi; özellikle Rasûl’e uyanlarla sırt çevirenleri, açıkça ayırt edelim diye (Kâbe’ye) yaptık. 

 

Bu, Allâh’ın hidâyet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelecektir. 

 

(Mescid-i Aksâ’ya doğru kıldığınız namazlar sebebiyle) Allah îmânınızı (ve o namazlarınızı) asla zâyî edecek (boşa çıkaracak) değildir. 

 

Muhakkak ki Allah; (şefkat ve merhameti çok, kullarının kusurlarını bağışlayan) Raûf, (merhameti bol ve rahmeti sınırsız olan) Rahîm’dir.”2

 

–İşittik ve itaat ettik!

 

–Allah ve Rasûlü en doğruyu söyler.3

 

Kıble meselesi, yukarıda geçtiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de oldukça açık bir şekilde anlatılan konulardan biridir.4

 

Tekrar ve ısrarla ifade edelim ki, emir de hüküm de sadece Allâh’ındır. O ne dilerse o olduğu gibi, O ne buyurursa onu yapmak da yine O’nun emridir. Yani hüküm de O’nun, emir de O’nun, kul da O’nundur.

 

Her şey Cenâb-ı Hakk’ın olduğu gibi, doğu da batı da Allâh’a aittir elbet. Bu anlamda; ne tarafa dönülmüş olursa olsun, gerçekte sadece O’na dönülüyor demektir. Ama bir de işin vahdet, yani birlik boyutu vardır. O da belirlenen kıbleye dönmektir.

 

Kur’ân-ı Kerim, bütün yönleriyle hayat Kitâbımız olduğu gibi, Sünnet-i Nebeviyye de yine her yönüyle İslâm çizgisinde olmamızdır. Müslümanın hayatı, Kur’ân ve Sünnet çerçeveli bir hayattır. Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve O’nun yetiştirdiği sahâbî örnekli bir dünya kurmak, müslüman olarak hayatta kalmanın, olmazsa olmaz şartıdır.

 

Hepimiz biliyoruz ki, aslında yönlerin ve mekânların kendileri hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları üstün yapan, onlara özellik kazandıran faktör; yüce Allâh’ın onları seçmesi ve insanları onlara doğru yöneltmesidir. Allah; kişinin yapıp ettiklerine ve yönelimlerine göre, dilediğini doğru yola iletir. Yüce Allah herhangi bir yönü, kulları için seçip kıble olarak belirleyince, kullarına ileri geri konuşmak düşmez! O ne diyorsa, o olur çünkü.

 

Yukarıda verdiğimiz âyet-i kerîmeler ışığında ve istifade ettiğimiz tefsir kaynaklarının açtığı ufukla, «yönelme» meselesine, «yönelelim artık» diyerek, devam edelim…

 

Yüce Allah; kıble meselesinde, mekânlar ve yönler ile ilgili doğru düşünceyi, insanların direktiflerini hangi kaynaktan alması gerektiğini ve her durumda O’na yönelmekten ibaret olan doğru yönelişin mahiyetini belirlemiş oluyor.

 

Âyetlerin devamında, bu ümmete, âlemdeki son derece önemli konumu ve yeryüzündeki halîfelik vazifesinden dolayı, özel bir kıblesi ve kendine özgü bir kişiliği olması telkin edilirken, kendisini bu vazifeye lâyık gören Rabbine tam bir teslîmiyetle itaati emrederken, o özel konumlarını da ortaya koyuyor:

 

“Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve Rasûl de size örnek olsun.”

 

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yetiştirdiği ashab (ümmet), bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adâleti ve hakkāniyeti hâkim kılar, onların benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca, esas alınan görüş bu olur. İnsanların değer hükümlerini, düşüncelerini, geleneklerini ve konuşmalarını o ölçüye vurur ve bunlar hakkında; «Bu doğrudur!» ya da; «Bu yanlıştır!» diyerek, son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet; insanların tümüne örnek olması, onlar arasında adâleti hâkim kılması gerekirken, düşüncelerini, değer hükümlerini ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan herhangi biri olamaz.

 

Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken, biricik örneği de Allah Rasûlü olacaktır. Buna göre Rasûlullah -aleyhisselâm-; onun kriterlerini, değer hükümlerini belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak, onun hakkında son sözü söyleyecektir. İşte bu âyet, bu ümmetin mahiyetini ve vazifesini böylece belirliyor ve kendisine vazifesini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün şuuruna varmayı emrediyor.

 

Bir de bu ümmet «vasat (orta yol)» bir ümmettir, hem de kelimenin tam anlamıyla «vasat» bir ümmet. Bu kelime ister «iyilik» ve «üstünlük» anlamlarına gelen «vesâdet» kökünden türemiş sayılsın, ister «îtidal» ve «orta yol ve orta yolculuk» anlamına alınsın ve isterse bu kelimenin maddî ve somut anlamı kastedilmiş olsun, sonuç değişmez. Yani ne maddeden soyutlanmış bir mâneviyatçılık ve ne de maddeyi tek gerçek olarak gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa girmez. Bunun yerine «rûha sarılmış ceset» ya da «cesede yapışmış ruh» esprisinde sembolleşen, fıtrî dengeye bağlı kalır. Enerji odakları; çift kutuplu yapıya, her çeşitten gıdâsını tam olarak verir. Bir yandan hayatı koruyup devam ettirmeye çalışırken, aynı zamanda rûhen geliştirip seviyesini yükseltmeye çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her gelişmeyi; ifrâta ve tefrite yani başıboşluğa ve aşırı baskıya kaçmadan, ölçülü, uyumlu ve dengeli bir biçimde serbest bırakır. Diğer taraftan, hayatı bütünüyle ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır.

 

Bunun yerine bir yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile insan duygularının seviyesini yükseltirken, öte yandan da kanunlar ve cezalar aracılığı ile toplum düzenini güvenceye bağlar. İnsanlar arasında bir denge kurar. Bunun sonucu olarak insanları ne sultanın ya da diktatörün kamçısına ve ne de vicdanlarının başıboş sesine teslim eder, bunun yerine bu ikisi arasında uyumlu bir yapı kurar.

 

Ne ferdin kişiliğini ve bu kişiliğin dayanaklarını ortadan kaldırarak, onun benliğini toplumun ya da devletin kişiliğinde eritir ve ne de ferde kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris bir kişi olma serbestliği tanır. Bunun yerine, toplumda hareketliliği ve gelişmeyi sağlayan ferdî enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda ferdin kişiliğini ve kendine özgü yapısını gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri ve yetenekleri serbest bırakır. Sonra da aşırılıklara, set çeken tedbirlerini yürürlüğe koyar. Fertte, topluma hizmet etme arzusu uyandıran iç özlemleri teşvik eder. Hattâ ferde, topluma hizmet etmeye zorlayan mükellefiyetler ve vazifeler belirler. Kısacası bu ümmetin oluşturduğu toplum, uyum ve koordinasyon hâlinde ferde güvence sağlar. İşte bu, kıble birliğinin yansımasıdır.

 

Toprakları üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu bu ümmet; uzun asırlardan şu âna kadar, yeryüzünün doğusu ile batısı, güneyi ile kuzeyi arasında bir köprü durumundadır. Asırlardan beri elinde bulundurduğu bu konumu ile bütün insanlığı gözlemekte, bütün insanlara örnek olmaktadır. Elinde olan her şeyi, bütün yeryüzü halkı ile paylaşmakta; tabiî, rûhî ve mânevî ürünler, hudutlarından geçerek dünyanın şurasına burasına dağılmakta ve bu ümmet, sözünü ettiğimiz maddî ve mânevî trafiğe hakemlik etmekte, onun düzgün işlemesini sağlamaktadır. Günümüzde bu yapılanma görünmese de, kıble birliği içinde bu da vardır aslında.

 

Bu ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde de sürdürmesinin önüne dikilen tek engel; yüce Allâh’ın kendisi için seçmiş olduğu hayat tarzını bir yana bırakarak, yüce Allâh’ın seçtiği ile hiç ilgisi olmayan çeşitli yaşama biçimlerini benimsemiş olması yani kıblesizlerin başıboşluğu! Ve yine yüce Allah; onun sırf kendi rengine boyanmasını istemesine rağmen, aralarında ilâhî rengin daha işin başında dışlandığı birçok renklerle boyanmış olmasıdır maalesef. Kıble, bu rengin en görünen kısmıdır.

 

“Biz sırf Rasûl’e uyanları (bağlı kalanları) O’na uymaktan vazgeçenlerden ayırt edelim diye, daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık.”

 

Sübhânallah!

 

Ne büyük bir îkaz bu! Yüce Allâh’ın, doğru inancın vârisi ve bu inanç bayrağını dalgalandıracak olan, O’nun yeryüzündeki halîfesi olmasını istediği bu genç ümmete uyguladığı eğitim metodu, bu âyetten açıkça anlaşılıyor. Yüce Allah; bu ümmetin sırf kendisine bağlanmasını, câhiliyye döneminin bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından kurtulmasını, bütün eski özelliklerinden ve bütün mâzîye gömülmüş arzularından arınmasını; câhiliyye döneminde giydiği bütün şatafatlı kılıklardan, o günlerde taşıdığı bütün ideallerden sıyrılarak, içinde sadece İslâm idealinin kalmasını, bu ideale başka herhangi bir idealin karışmamasını, bilgi kaynağının teke inmesini ve bu kaynağa başka hiçbir kaynağın ortak olmamasını istiyor. Bu da kıble birliğinin açık yansıması oluyor tabiî.

 

Üzerinde durduğumuz bu nokta, son derece ince ve duyarlı bir noktadır. İslâm inancı, kalpte herhangi bir ortağın varlığını asla kabul etmez. Kendi tek ve belirgin idealinden başka hiçbir ideali de kabul etmez! Ne şekilde olursa olsun, câhiliyye döneminin, büyük küçük, herhangi bir kalıntısı, kırıntısı ile bir arada bulunmaya râzı olmaz! İşte bu, âyet içinde âyet, ibret içinde ibrettir! İslâm ile şereflenen her fert, aynı yöne yönelmiş olur artık.

 

Hiç şüphesiz ki, Cenâb-ı Hak; bütün olup bitenleri daha olmadan önce bilir. Fakat insanların yaptıklarının ortaya çıkmasını ve buna dayanarak onları hesaba çekip, sorumlu tutmayı diler. O; insanlara karşı merhametli olduğu için, yapacaklarını önceden bildiği fiillerinden dolayı onları hesaba çekmiyor, sadece bilfiil işledikleri ameliyelerden ve sadece ortaya koydukları uygulamalardan dolayı kendilerini hesaba çekiyor.

 

“Bu durum, Allâh’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir!”

 

Allah Teâlâ Hazretleri yol gösterince; insan nefsinin söz konusu ideallerden sıyrılması, o kalıntıları ve tortuları içinden söküp atması, sırf Allâh’a yönelerek sadece O’nun sözünü dinleyip, sadece O’na itaat etmesi, kendisine hangi yönü gösterirse, o tarafa dönmesi ve Allâh’ın Rasûlü nereye iletirse peşinden gitmesi, zor ve sıkıntılı bir iş olmaktan çıkar. Yönelmenin çok belirgin boyutudur bu.

 

Âyet-i kerîmenin daha sonraki cümlesinde de yüce Allah; müslümanları, îmân etme ve o güne kadar kıldıkları namazları hususunda, gönül rahatlığına kavuşturuyor. Onlar yanlış yolda değillerdi ve namazları da boşa gitmiş değildi. Cenâb-ı Hak; kullarını zora koşmaz, kendisine yöneltmiş oldukları ibâdeti asla boşa çıkarmaz.

 

Peygamber Efendimiz; gönüllerin yönelmesini bu ahkâm ile ortaya koyup, her zamanki gibi, çok güzel örnek oluyor bize.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…- 

 

_____________

Yukarıda verdiğimiz bu âyet-i kerîmeyi, konu akışı gereği, burada tekrar veriyoruz.

el-Bakara, 2/143.

İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 243-244; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 347; Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, c. 2, s. 1-8; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Târihi, c. 3, s. 252-253.

el-Bakara, 2/142-152.